Güncelleme Tarihi:
"Kahpe Bizans"tan sekiz yıl sonra, uslanmaz bir muhalif olarak yine setlere dönen Gani Müjde, 12 Eylül döneminde varoşlardaki yaşamını, siyasete, türban olayına bakışını ve senaryo yazmanın sırlarını Tempo dergisine anlattı.
"Kahpe Bizans"tan sonra yapacağınız yeni film, yine tarihi bir proje. Bir üçleme yapmayı mı düşünüyorsunuz?
- Fena fikir değil. Eğer yaparsam telifini öderiz.
Neden bu tarihi filmlere taktınız?
- Tarihle, bugüne güzel göndermeler yapabiliyorsunuz. Hem güleceğiz, hem ders çıkaracağız. Çünkü bu seferki, biraz yaralarımıza parmak basan bir film.
- Güncel politika yok. Ama genel havasına baktığınızda, filmin söylediği çok laf var. Ertem Eğilmez’den öğrendiğim en önemli şey şudur; "Her filmin bir cümlesi olması lazım" derdi. Ben o cümleyi bulmadan film yapmak istemedim. "Kahpe Bizans"tan sonra, sekiz senedir o cümleyi arıyorum. En sonunda o cümleyi buldum.
Onu da söylemeyeceksiniz şimdi herhalde...
- Söylemeyeyim de sinemada görün.
"Kahpe Bizans" ilk filminiz olmasına rağmen çok büyük iş yapmıştı.
- Öyle. Türk sinemasındaki şovenist yaklaşımla biraz kafa bulayım dedim. Fakat film o kadar çok seyredildi, hakkında o kadar çok şey yazılıp çizildi ki anlatmak istediğim mesaj kaynadı gitti. En çok buna üzüldüm.
Ne anlatmak istiyordunuz?
- Aslında biz Bizans topraklarının üzerindeyiz hálá... Bizans utanılacak bir tarih değildir. Bu insanlar sanatta, edebiyatta, ticarette çok önemli işler yapmışlar. Onlara, Türk sinemasında böyle yaklaşılmasını hazmedemedim. "Türk sinemasına bir gönderme yaparım" dedim; ama bunda çok başarılı olamadım. Çünkü film, başka tartışmaların içinde kaynadı gitti. Bunun nedeni de dönemin izleyici rekorlarını kırması oldu.
Bugünlerde internette çok dolaÅŸan eski bir yazınız var. Adapazarı depremini ima ederek, "7.4 yetmedi mi?" diye pankart taşıyan türbanlı bir genç kıza yanıtınız... Â
- Ben o yazıyı altı sene önce yazdım. Şimdi internette herkes birbirine gönderiyor. Bir daha okudum, "aferin" dedim kendime.
Peki şimdi türban konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Aslında çok gereksiz yere büyüdüğünü düşünüyorum. Bana kalırsa üniversite çağına gelmiş bir insanın kılık kıyafetine karışmayalım.
Ama bazı kesimin korkusu, bunun devamının gelmesi...
- Gelecekleri varsa, görecekleri de vardır.
Biraz da televizyon dizilerinden söz etsek. Bir diziyi yazmanın ve tutturmanın sırları nedir?
- Sadece dramatik yapıyı bilmek yetmiyor. Benim kurduğum dramatik yapı, reyting aletini elinde tutan o 2 bin 500 kişiyi nasıl, nerede etkiliyor? Asıl önemlisi bu. Ekibimizle birlikte bunları araştırıyoruz. Her sene için bir strateji saptıyoruz. Bir dahaki sene bakıyoruz ki deneklerin beğeni zevki değişmiş, ona uygun örnekler vermeye çalışıyoruz. Ama hep denekler önde gidiyor. Biz, aslında biraz kovalayanız. Biri bir değişiklik yapıyor, moda ona kayıyor.
- Kesinlikle tesadüf. Bu işin kuralını bilen yok. Yıllar önce Arzuhan Yalçındağ, Faruk Bayhan ve ben oturduk, o sırada "Ruhsar" diye bir dizi yazmışım. Arzuhan Hanım, "Gani, bu dizi tutar mı acaba?" dedi. "Arzuhan Hanım" dedim, "Ben bu sorunun cevabını biliyor olsaydım, şimdi Londra’da bir malikanede yaşıyordum, siz beni arıyordunuz. Ben de muhtemelen sizin telefonlarınıza çıkmıyordum." Nereden bileyim ben. O diziyi yaptık ve beş sene seyircinin en severek izlediği dizilerden biri oldu. Ama şunu bilirim, benim yazdığım diziler hep ortalamanın üstünde olur. "Bunun sırrı nedir?" dersen, beni metroda da, otobüste de görebilirsin.
Yani "halkın içinde olmak" edebiyatı doğru mu?
- Çok doğru... Mesela ben bir lokantada garsonla yarım saat muhabbet ederim, "Hangi diziyi izliyorsun?" diye. Bir şeyin neden beğenildiğini anlamak zorundasın. Aslında benden iyi politikacı olur. Çünkü ben AKP’nin neden seçildiğini hepsinden daha iyi biliyorum.
Neden seçilmiş?
- Sokakta bunların izlerini görüyorsunuz. Kim hangi imajı ile öne çıkmış, kim nerede bir pırıltı yaratmış... Aslında siyaset bilimini bizim gibi televizyonculara yaptırmak lazım. Mesela şu aralar açık olan televizyonların yüzde 44’ü "Yaprak Dökümü"nü yazan senaristleri izliyor. Demek ki bu insanlar, halkın bir duygusunu yakalamışlar. "Binbir Gece", "Selena" aynı şekilde... Demek ki bunları yazanlar halkı tanıyorlar. Bunların siyaset üzerine söyleyecekleri laflar olsa...
Korkunç bir kaos da olabilir. Bütün senaristler ülkenin kaderini çiziyorlar...
- Bak şimdi, Türkiye’de futbol çok sevilir. Başbakan neci?
Eski futbolcu...
- Formül burada. Baykal yarın futbola başlayacak. Ben olsam Baykal’a yarın bir forma giydirip salarım sahaya. Bak ne biçim oy gelir. Yok emekmiş, laiklikmiş, bunlarla ne uğraşıyorsun? Al bir futbol topu, iki kez ayağında sektir, yüzde 45 reytingin olur.
- Sen komik bir ÅŸey sor.
Denizciliğinizden bahsedelim diyeceğim ama ondan da komik bir şey çıkmaz.
- Neden? Aslında benden denizci olmaz. Ben Kosovalı bir ailenin deniz görmemiş çocuğuyum. Balığı ilk kez 26 yaşında gördüm. Şimdi bana "usta deniz adamı" diyorlar. Hep soruyorlar "Dünyayı ne zaman dolaşacaksınız?" diye. Zaten dünya dönüyor. Aynı yerde dursam, o ayağıma gelecek, ne gerek var dünyayı dolaşmaya?
Tam bir varoş çocuğuydum
Çocukluğunuz Balat’ta geçmiş...
- Fener ile Balat arasında. Benim komşularımın yüzde 50’si Rum, yüzde 50’si göçmendi. Pardon, kötü hesap yaptık. Yüzde 30’u Varto depreminden kaçmış Kürtler, yüzde 30’u da bizim gibi Yugoslavya’dan göçen Türkler ve Müslümanlardı. Bu nedenle, çok renklilik benim hayatıma yansıdı.
"Oğuz Aral ile tanışmasaydım, Müslüm Gürses’in konserlerinde göğsüne jilet atan çocuklardan biri olurdum" demişsiniz.
- Kesin olurdum. Ben tam bir varoş çocuğu gibi büyüyordum ve çok memnundum hayatımdan. Kahvehane köşesinde biraları içip, kızlara laf atardık. Birden bire kendimi Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Okulu’nda buldum. Herkes çok entelektüel, sinema, tiyatro tartışıyorlar. "Benim kültürümde yok böyle bir şey baba" diyorum. Sonra deli gibi okumaya başladım.
12 Eylül döneminde devrimciliğe de karışmışsınız?
Ben karışmadım, beni karıştırdılar. Beni önemli biri sandılar. Sola sempati duyan insanlardık. Mahallemizdeki bütün ağabeyler solcu olunca, biz de solcu olduk; ama ne kitap okumak, ne bir şey... MHP’lilerle solcular, aynı kahvehanede otururduk. Ortak tek eylemimiz vardı: Yabancılar mahallenin kızlarına asılınca, beraber onları döver, sonra yine kahvehaneye gidip otururduk.