Bende Sadun Boro kadar cesaret yok

Güncelleme Tarihi:

Bende Sadun Boro kadar cesaret yok
Oluşturulma Tarihi: Haziran 28, 2009 00:00

Koç Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç, 2004-2006 yılları arasında çıktığı dünya turunu "Nazenin IV ile Devr-i Alem" adlı kitapta toplayınca 657 gün süren seyahat tekrar gündeme geldi. Rahmi Bey’in tuttuğu 3000 sayfalık günlükten yararlanılarak hazırlanan kitapla birlikte seyahate dair birçok detay ve hikaye ortaya çıktı. Hal böyle olunca Rahmi Koç ile bir araya geldik ve dünya turunun enlerini ve bilinmeyenlerini kendi ağzından dinledik.

Kitabınızın önsözü "Çocukluğumdan beri dünyayı denizden gezmeyi arzu etmiştim" cümlesiyle başlıyor. Bu hayali size kurduran şey neydi? Bir dünya haritası mı, izlediğiniz bir film mi, yoksa bir aile dostunuzun anlattığı hikayeler mi?

- Ben kendimi bildim bileli yazları Ankara’dan İstanbul’a gelirdik. Denizle çok haşır neşir olurduk. Gerek yüzerek, gerek balık tutarak, gerek arkadaşların yelkenlileri ile gezerek. Çok sık vapura binerdim. Gemilerdeki is kokusu hoşuma giderdi. Biraz daha büyüyünce şunun bunun serüvenlerini okumaya başladım. Okudukça, gezdikleri yerleri görünce daha da çok heveslendim. Ama hemen dünya turuna çıkmaya kalkışmadım. Önce bir Akdeniz’i denedim. Daha sonra Atlantik’i üç defa geçtim. Sonrasında dünya turuna karar verdim. Karar verdim vermesine ama bir türlü bırakıp gidemiyordum ki. Bir taraftan yaşım ilerliyor, bir taraftan memlekette ekonomik kriz oldu, ailede vefatlar oldu, babam ve kız kardeşimi kaybettim. Baktık ki bir noktada kesip hareket edemezsek bu seyahate çıkamayacağız. 2004’te hayata dur dedim ve gittim.

Eğer Rahmi Koç olmasaydınız, ’büyük denizci’ olarak tanımladığınız Sadun Boro ve Osman Atasoy gibi kısıtlı imkanlarla bir dünya turuna çıkar mıydınız?

- Bende onlar kadar cesaret yok. Biri 9 metre, diğeri 11 metre tekneyle dünyayı gezdi. O zaman teknoloji de bu kadar ileride değildi. Ben yapamazdım. İkisinin de çocuğu denizde doğdu. Onlar hakikaten büyük denizci. Biz onlara nazaran çok daha rahat, emniyetli bir şekilde yaptık bu turu. Onlar yemeklerini kendileri pişirdiler, demiri kendileri attılar, yelkeni kendileri bastılar. Bizde 6 tane mürettebat vardı. Doktorumuz, hemşiremiz vardı. Durumumuz mukayese bile edilemez.

Kesintisiz kaç ay kaldınız teknede?

- Üç ay. Çünkü mürettebat yoruluyordu. Unutmayın bunlar geceli gündüzlü çalışıyor. Ben de nöbet tutmaya çalışıyordum ama esas yük onlardaydı. Rotamızı etap etap çizdik. Bu etapları gideceğimiz yere, benim işlerime ve mürettebatın yorgunluk derecesine bağlı olarak belirledik. Bir yerde mola veriyorduk, iki kişi teknede nöbette kalıyordu. Geri kalan herkes memleketine dönüyordu. Bizler Türkiye’ye, İskoçyalı İskoçya’ya, Amerikalı Amerika’ya... Ortalama bir ay ara veriyorduk.

Sizin dünya turunuzu tam da bu yüzden uzaktan eleştirenler oldu. "İstediği limandan uçağına atlayıp Türkiye’ye dönüyor, istediğinde geri dönüp kaldığı yerden devam ediyor. Bu ne biçim dünya turu" diyorlardı...

- Biz yarışta değildik, keyif için gittik. Bir programa göre gittik. Üç aşağı beş yukarı programı da tutturabildik. Dünya turunda dinlenmek çok önemli. Yoksa bitersiniz. Sadun Boro ve Osman Atasoy da dinleniyordu. Gittikleri limanda üç ay, dört ay kaldıkları oluyordu. Biz öyle yapmadık. Arada İstanbul’a döndük.

GÖCEK’E GİDİP 15 GÜN DURAMAM, HAREKET ŞART

Nazenin IV ile Devr-i Alem kitabının en büyük amacı insanlara yeni ufuklar açması herhalde... Ama okuyanlar Rahmi Koç içinde bulunduğu konfora rağmen bunca zorluklar çekmiş, biz mahvoluruz diye düşünürler mi?

- Bu çok göreceli bir durum. İnsan denize açıldığı zaman birçok şeyi unutuyor. Karadayken önemsediği hadiseler, oradayken fevkalade önemsiz bir hal alabiliyor. Başka şeyler önem kazanıyor. Hava, denizin durumu, gideceğiniz yer, mesafeniz... Bir de bu öyle bir aşk ki kafasına koyan yapar. Denizin kokusu, sesi, kimyası, yelkenle seyir hali, o ebedi sessizlik... Bunlar çok başka şeyler...

Bir tür bağımlılık hali değil mi bu aynı zamanda... Şimdi nasıl oluyor da İstanbul’da durabiliyorsunuz?

- Duramıyoruz. İşleri bitirip denize çıkmayı iple çekiyorum. Hedefim Alaska.

Peki Göcek’e gitmek sizi kesiyor mu artık?

- Oralar da zevkli ama ben mesela hiçbir zaman bir yere gidip, teknemi ağaca bağlayıp, demir atıp 15 gün duramam. Göcek’e gidenler bunu yapıyorlar. Sonra da tekneden tekneye komşuculuk oynuyorlar. Ben onu yapamıyorum. Sürekli hareket halinde olmam gerekiyor.

Dünyanın neresi olursa olsun her sabah 8.30’da ablamı aradım

Tekneye gittiğinizde tamamen fişi çekiyor muydunuz?
/images/100/0x0/55ea5df0f018fbb8f87b4d28


- Olur mu, asla. Türkiye’de ve dünyada neler olup bittiğinin haberlerini devamlı alıyordum. Şirketle ve eşle dostla devamlı temas halindeydik. En önemlisi de dünyanın neresinde olursam olayıp ablamı Türkiye saatiyle sabah saat 8.30’da arıyordum. Çok saat farkı varsa ve uykuda olacaksam, saat kurar uyanırdım. Ablamla konuşur, tekrar uyurdum.

Peki kendinizi ne derece rahat bıraktınız. Tıraş olmadığınız oldu mu mesela?

- Hayır. Her gün yıkandım, her gün tıraş oldum. Mürettebattan da bunu talep ettim. Yalnız açık denizlerde mürettebat üniforma giymez. Bu onlara farklı bir kimlik vermek içindir...

Ben her gün tıraş olmanıza takıldım. Olmasanız ne olurdu?

- Olmazdı. Bunu hiçbir zaman yapamadım. Sabah 5.30’da kalkarım, idmanımı yaparım. Saat 9.00 gibi holdinge gelirim. Akşam bir kilometre yüzerim. Günde iki defa yıkanırım, üst değiştiririm. Bu sistem ve disiplin babamdan geçme. Tıraş olmadığımda bir eksiklik hissediyorum. Uyanmamış, kalkmamış gibi oluyorum. Hele yıkanmazsam büsbütün iptal. Yaşamıyor gibiyim. Kendime gelemiyorum.

İhtilaf olduğunda 24 saat içinde barışmak şarttı

Kitap el yazısıyla tuttuğunuz üç bin sayfalık günlükten hazırlandı. Ama biz en çok içindeki çizimlere şaşırdık. Gittiğiniz yerleri kara kalem resmetmişsiniz. Ne kadar zamandır çiziyorsunuz?

- Çocukluğumdan beri çizerim. Eskiden karikatür de yapardım. Seyahatimiz 657 gün tuttu; 55 limana uğradık, 28 bin 276 deniz mili katettik. Ben durduğumuz limanları, gördüğümüz enteresan şeyleri vaktim yettiğince çizmeye çalıştım. Yetiştiremediğim zaman fotoğrafını çekiyorduk. Bazı çizimleri fotoğraftan yaptım.

Dr. Erhan, kaptan Yosi Catalan, 2. kaptan Eddy, makinist Kemal, güverteci Mehmet, aşçı Wendy ve hemşireniz Suzan... Biz ne hikayeler dinliyoruz. İnsanlar bir hafta mavi tura çıkıyor, birbirlerini yiyip dönüyorlar. Aylarca hiç mi tatsızlık yaşanmadı, gerginlik olmadı?

- Yaşanmaz olur mu? Netice itibariyle 100 metrekarede 9 kişi yaşıyorsunuz.

En büyük kavga ne sebeple çıktı?

- Bazen yapılan yemeği beğenmediler, bazen kimin hangi işi yapacağı konusunda tartıştılar, bazen sofraya zamanında oturmadıkları için aşçıyı kızdırdılar... Böyle ufak tefek şeylerin çok büyüdüğü oldu. En büyük sorun mürettebat arasında itilaf çıkmasıydı. Orada da kesin talimatım vardı. İhtilaf varsa kaptana gidersiniz, kaptan çözemezse o bana gelir, ben çözerim. İhtilaf olduktan sonra da 24 saatten evvel, üzerine güneş doğmadan barışmaları lazımdı. Aksi takdirde disiplini tutmak çok zordur. Bu normal hayatta da geçerli ama denizde daha önemli.
/images/100/0x0/55ea5df0f018fbb8f87b4d2a

Teknede iş çoktu, bir kitap bile bitiremedim

En çok ne giydi: Şort ve tişört. Soğuklarda üzerime rüzgarlık gibi bir şey aldım. Güneşe çıkmadım. Oralarda güneş çok kuvvetli. Yeni Zelanda’da kedi ve köpeklerinin kulaklarına bile 100 koruma faktörlü krem sürüyorlardı.

En büyük balık: Tuttuğumuz en büyük balık 25 kiloluk bir vahu idi. İçeri aldığımızda kaptanın ayağını ısırdı.

En çok ne yedi: Bizim doktor Erhan Bey pizzayı sever. Hem de sağlıklı oluyor. Bazılarını da deniz tutuyordu. Pizza bastırıyordu. Epey bir pizza yedik. Aşçı Wendy İskoçyalı olmasına rağmen, İtalya’da 15 sene lokanta işletmiş. Eli pizzaya çok yatkındı.

En üzücü olay: Yeni Kaledonya’da gemiyi Fransız jandarmaları bastı. Botla, köpeklerle falan geldiler. Köpek, bizim mürettebatın yemek yediği yerle kaptanın kamarası arasındaki bölmeyi koklamış. Açın burayı, dediler. Açtık. Bir tane kasa çıkmış. Bizim haberimiz yok. İçinde ne var dediler, bilmiyoruz dedik. Anahtarı nerde, onu da bilmiyoruz. Adamlar bize inanmadı. Teknenin eski sahibini aradık.

Adamı bulduk, bilmiyorum kaptana sorun dedi. Kaptanı bulamadık. Saatler geçti, adamlar gitmiyorlar. Bana bir sinir bastı. Kasa kıran adam arandı. Yok, evine gitmiş. Ertesi gün gelecek. İki polis kaptanın kamarasında sabaha kadar nöbet tuttu. Bir benim kamaramda yatmama müsaade ettiler. Herkesi güvertede tuttular. Ertesi gün kasa kırıcısı geldi, kasayı kırdı. Nasıl heyecanlıyız. İçinden küçük bir not defteri, minik bir kurşun kalem çıktı. Çok sinirlendik. Özür dileyip, gittiler ama o gün ömrümden birkaç yıl gitti. Allah korusun bir şey çıksa al başına belayı.

En bıktığı an: 11 gün dalga durmamış. 12’nci gün yeter artık dediğim oldu. Ama bir iki gün sonra limanımıza vardığımızda, adamakıllı bir yıkanınca, bir içki içip güzel bir yemek yiyince tekrar şarj oluyordum.

Açık denizlerde nasıl yüzdü: Hem Atlantik’te, hem Pasifik’te açık denizde yüzdüm. Korkmamak adına kendime psikolojik telkin yaptım. 5 bin metre derinliği, köpekbalığı tehlikesini düşünmemeye çalıştım. "Kendini Göcek’te yüzüyor farzet" diyordum.

Ne kadar alışveriş yaptı: Benim her gittiğim yerden eski bir şey bulma merakım var. Almaya ayağımızın tozu ile Yunanistan’da başladık. İtalya, Fransa, Cebelitarık hep aldık. Kitabın lansmanında da aldıklarımızı sergiledik. Hepsi yan yana gelince ben de şaşırdım.

Hiç deniz tuttu mu: Beni deniz tutmaz. Ne uçak tutar, ne araba. Şanslıyım Allah iyi yaratmış. Her havada da uyuyabilirim. Deniz tutanlar yemek yemezler, ben her havada yerim. Çorbayı büyük bira bardaklarında içerim.

Aldığı en üzücü haber: Pasifik’i geçtik ilk adaya gittik, Suna’nın çok rahatsız olduğunu söylediler. Hemen o adadan küçük bir uçağa bindik, bir adaya gittik, oradan Tahiti’ye ve sonra İstanbul’a. 20 saatte acil dönüş yaptım.

Aldığı en mutlu haber: Ali Koç’un evlenmesi... Gelmemiz mümkün değildi. Benim rahmetli Sevgi Gönül kardeşim, Ali’ye Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı’nda düğün yapmak istiyordu. Bütün bayilerimizi çağıracaktı, 20 bin kişi toplamaya niyetliydi. Ama Ali bir türlü kendine bir eş bulamadı. Sevgi’nin ömrü yetmedi. Sonra ben baskı yapmaya başladım. Bir türlü ikna edemedim. O evleniyorum dediğinde de, beni bekle diyemedim.

En şükrettiği şey: Allah’a şükür hiç korsan deneyimimiz yok. Korsanlar kıçtan takma motorla gelirler dediler, açık denizden gitmemizi önerdiler, biz de öyle yaptık. Bir de Ali Koç uzaktan tuttuğunda adamın gözünü alan kuvvetli bir projektör hediye etti. En ufak bir şüphe hissettiğimiz anda açık bırakıyorduk, kimse tekneye yanaşamıyordu.

Geceler nasıl geçiyordu: Yemek yerken müzik mutlaka olurdu. Yemekten evvel aperitif, yemekte şarap sonrasında brandy konyak içerdik. Yemekten sonra da sinemaya inerdik kütüphaneye. Doktor bey müthiş bir film arşivi ile geldi. Her akşam sinema izlerdik ama filmin yarısında gözlerimiz kapanırdı. İnanır mısınız bir filmi bitirdiğimiz bir ya da iki defa olmuştur.

Kitap okudu mu: Teknede o kadar çok yapacak iş vardı ki: Günlük yaz, internete yaz, gelen e-postalara cevap ver. Yanıma birçok kitap aldığım halde doğru dürüst bir kitap bile bitiremedim.

Bu seyahat ne öğretti: Her gün BBC’yi dinliyorduk. Tamamen tepeden bütün dünyaya bakabiliyordum. Ve Türkiye’de bir bardak suda fırtına koptuğunu görebiliyordum. Burada içinde olduğum zaman olup bitenler bana da çok daha önemli gözüküyor. Halbuki dışardan bakınca anlamsızlaşıyor. Yapılması gereken buradayken bile dışarıdan bakabilmek.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!