Ben pek bir ‘elektrik’ alamadım ama...

Güncelleme Tarihi:

Ben pek bir ‘elektrik’ alamadım ama...
Oluşturulma Tarihi: Nisan 26, 2014 01:14

‘İnanılmaz Örümcek Adam 2’de kahramanımız Peter Parker, kız arkadaşı Gwen’le arasındaki sorunları halletmeye çalışırken bir kaza sonucu ortaya çıkan elektrik yüklü yaratık ‘Electro’yla da mücadele etmek durumunda kalıyor.

Haberin Devamı

Malum, Peter Parker, namı diğer ‘Örümcek Adam’ın (Spider-Man) hayattaki en önemli desteği, kendi hatası sonucu hayatını kaybetmesine neden olduğu amcasının veciz sözlerinden alır: “Büyük güç, büyük sorumluklar getirir.” 2002’de Sam Raimi imzalı serinin ilk filmi gösterime girdiğinde kaleme aldığım eleştiride bu ‘motto’dan yola çıkarak naçizane, “Evet, çok doğru; sırf bu yüzden ‘Örümcek Adam’ı yaratan kültür bir Kore’ye uzanıyor, bir Vietnam’a, bir Şili’ye, bir Irak’a, bir Afganistan’a...” demiştim. Yani durum özetle şudur: ‘Dıştaki meseleleri Amerikan ordusu çözer, içtekilere siz bakın; Batman, Superman, Örümcek Adam, Hulk, Iron Man vs...’ (‘Hoş, ‘11 Eylül’de pek bir şey yapamadılar ama...)
Peki bir eleştirmen hayatına kaç seri sığdırabilir, onun ötesinde aynı seriyi kaç kez oturup izlemek durumunda kalır? Hollywood işi öyle abarttı ki, mesele eleştirmen ömürlerinin ötesinde ‘Her kuşağa yeni bir yorum’ aşamasına geldi. Malum, sadece ‘Spider-Man’ değil, ‘Superman’ ve ‘Batman’ de restore edilen kahramanlar olarak perdeye gölgelerini aksettirmeyi sürdürüyor. Hoş diğer iki arkadaşa el atılırken özellikle Christopher Nolan vasıtasıyla işin içine iyi ve kötünün tarihsel konumu, felsefe, entelektüel soslar, farklı bir bakış türü harmanlamalara gidildi ama ‘Spider-Man’de görüldüğü kadarıyla öyle ahım şahım bir değişiklik yok. Bu hafta gösterime giren ‘İnanılmaz Örümcek Adam 2’nin yönetmeni olan Marc Webb, yeni serinin ilk adımını da çeken kişiydi ve pek de ‘İnanılmaz’ şeyler yapmamıştı. Nitekim ikinci hamlede de bildiğimiz bir ‘Spider-Man’ portresi var karşımızda.
Kim bilir Webb, senaristleri Alex Kurtzman, Roberto Orci ve Jeff Pinkner’le birlikte, yaşı itibariyle diğerlerine göre daha genç duran, orta-alt sınıfa ait bir kahraman tiplemesini sunan, fiziksel özellikleriyle de sıradanlığı temsil eden ‘Peter Parker-Örümcek Adam’ eşleşmesini derinleştirmenin meselenin özünü ve doğasını bozacağını düşünmüşlerdir. Amma velakin durum böyle olunca da huzurlarımıza gelen film belki kahramanın hayranlarını tatmin edebilir ama görsel oyunlarla süslü aksiyon sahnelerinin dışında pek de farklı bir şey vaat etmiyor.

Oxford vardı da gidiyoruz!

Haberin Devamı

Önce kısaca konu diyelim: Peter Parker, kız arkadaşı Gwen Stacy’yle sorunlar yaşamaktadır. ‘Herkesin sevgilisi’yle ‘özel’ sevgili olma uğraşında her daim yenik düşeceği kanısındaki Gwen, Oxford’a giderek kendisine bilim üzerinden yeni bir yol çizmeye kararlıdır. Staj yaptığı devasa şirket Osborn kanadında ise baba Norman ölür, yetkiler Peter’ın çocukluk arkadaşı Harry’ye geçer. Bu arada yine şirket çalışanlarından Alex Dillon, bir gece nöbetçi kaldığı tesislerde kaza sonucu aşırı elektrik yüklenerek adeta Dr. Frankenstein’ın yaratığının başka bir versiyonuna dönüşür. ‘Örümcek Adam’ı çok seven Dillon, yanlış anlaşılmalar sonucu ‘gücün karanlık tarafı’na geçer ve ‘Electro’ adıyla ortalığa dehşet saçar. ‘Örümcek Adam’ bir yandan Gwen’le arasındaki sorunları halletmeye bir yandan ‘Electro’yla mücadele etmeye bir yandan da tedavisi için kanına ihtiyacı olduğu kanısındaki Harry’yi engellemeye çabalar...

En iyisi ‘Örümcek Adam 3’tü

Haberin Devamı

Raimi’nin serisinin üçüncü filmine ilişkin yazımda şu ifadeyi kullanmıştım: “Mesele aslında çok basit değil mi, her şeye vâkıfsındır ve karşındaki film, aynı masalı sana tekrar nasıl yutturmaya çalışacak, ona bakarsın...” Ki 2007 tarihli bu adımda ‘Örümcek Adam’ yapışkan bir yaratık sayesinde içindeki kötülüğü keşfediyor ve ‘bir süreliğine’ de olsa ‘Apartman çocuğu’ kimliğini terk ediyordu. Dolayısıyla Raimi bu film dolayısıyla aynı masalı farklı anlatırken bence şu ana kadar izlediğim beş ‘Örümcek Adam’ filmi içinde en iyisine imza atıyordu.
Webb’in serisindeki ikinci adımda ise Jamie Foxx’u ‘Electro’ rolünde görmek ve biraz da ‘Baba’ figürü üzerinden ‘Freudyen’ okumaları zorlamanın dışında çok da farklı bir şey yok.
Oyunculuklara gelince: Andrew Garfield’a ‘Örümcek Adam’lık yakışıyor doğrusu ama Tobey Maguire’e de yakışıyordu. Emma Stone Gwen’de sırıtmıyor, Foxx, ‘Electro’da koca New York’un elektriğini söndürürken, bizim Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, ‘Kedidir kedi’gerekçesinden daha inandırıcı. Sally Field ‘May hala’da, serinin gediklilerinden biri olarak karşımıza gelirken Harry Osborn’daki Dane DeHaan, değişik yüz fizyonomisiyle ‘Hastalıklı’ tiplemeler için gelecek vaat ediyor! Paul Giamatti de Aleksei Sytsevivich karakteriyle ‘Her filmde mutlaka kötü bir Rus olmalı’ görüşünü ve bilinçaltındaki ‘Anti-komünizm’ histerisini ete kemiğe büründürüyor.
Sonuç? Yaratıcısı Stan Lee’nin öykünün başındaki ‘Mezuniyet sahneleri’nde konuklardan biri olarak karşımıza geldiği ‘İnanılmaz Örümcek Adam-2’, özellikle ‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’nden sonra vasat bir uyarlama olarak dikkati çekiyor. Yine de ben sevenlerin arasına girmeyeyim!..

‘Baharat yolu’ sevgi dolu!..

Haberin Devamı

Ila her öğle özenle hazırladığı yemekleri sefertasına koyar, kapıya bırakır. Görevli bu sefertasını diğerlerinin arasına koyar, trene yükler, buradan kocasının çalıştığı yere ulaştırır. Oradaki görevli de dağıtımı yapar. Lakin günlerden bir gün yemek kocası yerine emekliliğine az bir süre kalmış Saajan’a gider. Akşam eşinin ona ve gönderdiği yemeğe olan ilgisizliğini fark eden Ila, çok geçmeden işin aslına da vâkıf olur. Artık yaptığı yemekler başka birine gidiyordur. Sefertasının içine duruma ilişkin bir not koyar. Çok geçmeden cevabını da alır. Bu mesajlaşma birbirini tanımayan iki kişinin arasında yeni umutların doğmasına yol açar...
Hintli yönetmen Ritesh Batra, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı ‘Sefertası’nda (‘Dabba’), olağanüstü sevimlilikle, insanı huzura erdiren, mütevazı ama her bir karakteri ve ayrıntısıyla son derece zengin bir filme imza atmış. Hindistan’ın ticari başkenti Bombay’da geçen hikâyede yaklaşık 120 yıllık bir geleneğe dayalı ve tıkır tıkır işleyen ünlü ‘Dabbawalla’ sisteminde küçük bir yanlışlığın kapı araladığı ilginç bir ilişki anlatılırken Batra, alçak perdeden son derece güçlü bir film yapmanın adeta reçetesini de sunuyor.
‘Pi’nin Yaşamı’nda Pi Patel’in yetişkinliğini canlandıran Irrfan Khan’ı ‘Sefertası’nda Saajan rolünde izliyoruz. Ila’da Nimrat Kaur, Saajan’ın tuhaf yardıncısı Shaikh’ta ise Nawazuddin Siddiqui karşımıza geliyor. Bu üç isim de muhteşem oynuyorlar. Ayrıca Ila’nın üst komşusunda -ki ona ‘Teyze’ olarak sesleniyor- ise sadece bir sesin öyküye kattığı değeri anlamak ve hissetmek mümkün (bu karaktere Bharati Achrekar sesini veriyor).
Sonuç itibariyle haftanın bence en iyi filmi ‘Sefertası’, kesinlikle kaçırmayın derim...

Haberin Devamı

New York’a değil ama kendine ‘Fransız’

Bizde daha çok ‘İspanyol Pansiyonu’yla tanınan (ki bence en güzel film isimlerinden biri olan ‘Herkes Kendi Kedisini Arar’ın yönetmenidir kendisi ayrıca) Cedric Klapisch, ‘Xavier’in Seyahatleri’ adını verdiği üçlemesinin son bölümü niteliğindeki ‘Aşk Bilmecesi’nde (Casse-tête chinois), öyküsünün ana yatağını New York’a
kuruyor.
Hikâyenin ana karakteri olan 40 yaşındaki yazar Xavier, kurulu düzeninin gözleri önünde bozulmasına şahit olurken İngiliz eşinin kendisinden ayrılıp New York’a gitmeye karar vermesiyle kendisi de ‘Yeni dünya’nın yolunu tutmak zorunda kalıyor. Çünkü iki çocuğunun yokluğuna dayanamıyor. Bu adım yazdığı roman kadar yaşadığı hayatını, ilişkilerini ve geleceğini de
etkiliyor...
Doğrusu ‘İspanyol Pansiyonu’, taze, hoş, eğlenceli bir ateşiydi. Ne var ki ‘Aşk Bilmecesi’ ise farklılıklar içermeyen, bildik şablonlara (ki yönetmenin filmdeki uzantısı olan Xavier’in bu konuda bir savunusu var; ‘Mutlu olmanın nesi kötü?’), ve kadın-erkek ilişkileri konusunda klişelere (ve de özellikle ‘Mağduru oynayan paylaşılamayan erkek’ tiplemesi alttan alta dayatılıyor) sırtını yaslayan vasat bir komedi olmuş.
Sanki Klapisch’in hayat karşısında bir yorgunluğu varmış ve bu da peliküle fazlasıyla yansımış gibi... Romain Duris, Audrey Tautou, Cecile De France, Kelly Reilly ve Sandrine Holt gibi isimler de filmi kurtarmaya yetmemiş. Nasıl derler, New York’a olmasa bile kendisine Fransız kalmış bir film olmuş ‘Aşk Bilmecesi’...

Haberin Devamı

Acının iki yakasında gezinenler...

İlk kez geçen ekimde Antalya’da seyirciyle buluşan ‘Cennetten Kovulmak’, bu hafta vizyona girdi. Halen içinden geçtiğimiz ve sonucunda hayırlara vesile olmasını istediğimiz ama özellikle Gezi’deki tutumu ve onca cana kıyan yaklaşımıyla iktidarın hayatın diğer alanlarındaki hamleleri sebebiyle pek de ikna olamadığımız ‘Barış süreci’nin uzağında, takvimlerin 2001’i gösterdiği dönemde geçen bir öyküye sahip ‘Cennetten Kovulmak’, acının iki tarafındaki yansımalarına kulak kabartıyor. Senaryosunu da kaleme aldığı bu ilk önemli çıkışında genç yönetmen Ferit Karahan temel olarak meseleye doğru noktalardan yaklaşıyor. Lakin filmin sinemasal erdemleri bakışı kadar etkileyici değil. Bunun nedeni belki de aynı kulvarda son dönemde çok sayıda film izlememiz ve Karahan’ın yapıtının, sinemasal anlamda kapanan bir kurgunun dışında sinematografik bir farklılık sunmaması. Lakin önümüze gelen çalışmanın bir ilk film olduğunu düşünürsek yönetmen Karahan adına temennimiz “Daha iyi çalışmalarda buluşmak ümidiyle” olacak. Asker kardeşini Güneydoğu’da kaybedince şirazesi kayan Ayşe’nin işyerinde bir tür sevgi-nefret ilişkisi yaşadığı Kürşat’a karşı insani ve vicdani görevini yerine getirmek için Muş’a kadar yollanması sanki Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Güneş’e Yolculuk’una selam sarkıtmak gibi olmuş. Minik Ayşe rolündeki Rojin Tekin’in masumiyet dolu performansının filmdeki en etkileyici unsurlardan biri olduğuna dikkat çekelim. ‘Cennetten Kovulmak’ Antalya’dan ‘En iyi film’
(‘Kusursuzlar’la paylaşmıştı) dahil üç ödülle dönmüştü.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!