Güncelleme Tarihi:
Ömür öyle hızlı geçiyor, hayat öyle hızlı akıyor ki, hızına bile yetişmekten âciziz. Rivayettir, anlatılır: Bin seneden fazla yaşayan Hazret-i Nuh'a sormuşlar: ‘Dünyayı ve hayatı nasıl buldun?’ ‘İki kapılı bir han gibi gördüm’ demiş, ‘Bir kapıdan girdim, öbür kapıdan çıkacağım.’ Bin sene yaşayan Nuh Aleyhisselâm böyle derse, bize hiçbir söz kalmıyor.
Ama, diyor yazar, bize kısacık gelen bu ömrü iyi değerlendirerek uzatabiliriz, önerisi şöyle:
SONSUZLUK YOLU
Ömür kısa olmasına kısa ama bir de tam olarak değerlendiremiyoruz. Faydalı, verimli ve kazançlı bir hale getiremiyoruz. Bunun için en kısa yol, en kestirme çare: Bir: Ömrü, Verenin yolunda kullanmak İki: Onun isteği doğrultusunda geçirmek. Üç: Onun rızası dairesinde yaşamak. Ömür kısa, bunun için üzülmeye gerek yok. Uzatırsınız gider. Nasıl uzatmalı? Biz de ömrümüzü bâki, ebedve sonsuz yapabiliriz. Gerçek anlamda Allah yolunda bir saniye geçirecek olsak, bir dakika yaşayacak olsak, ebedi bir hayatı kazanmış ve sonsuz bir ömrü elde etmiş olacağız. Kendi hayatımızı Allah'ın sonsuzluk aynasına yansıtırsak, elimizdeki aynaya yansıyan güneş gibi hayatımız sonsuzlaşır, bakileşir ve ebedileşir inşaallah!..
İnşallah! Bu da bir yol elbette.
Aynı sayfanın altında (Gönül Erleri kutusunda) bir de hayat dersi verilmiş. Şöyle ki:
Bir fıçı zeytinyağı
Aylaklıktan usanan mirasyedi bir adam, ülkesinin kralına çıkıp, dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi. Kral adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi. Bunu tek bir damla bile dökmeden şehri dolaşmasını, bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyledi. Yanına da kontrol için yalın kılıç iki gözcü verdi. Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekasını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir bağından öbürüne götürdü. Sonra geri döndü. Görevi yerine getirdiğini söyledi. Kral adama sordu: ‘Şehirde ne gördün, neye şahit oldun?’ O gün şehirde pazar kurulduğu, iğne atılsa düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü. Buna rağmen adam şu cevabı verdi : ‘Efendimiz, ucunda can kaygısı da bulunduğundan yağı dökmemek için öyle bir dikkat içindeydim ki, bir an bile çevreme bakamadım. Ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya şahit oldum!’ Kral bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı: ‘İşte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen, Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın.’
*
Bilge kralın vermesi gereken ders bu mudur?
Hayat, ‘başını işinden gücünden kaldırmadan ölene kadar çalışmak ve her an boynunun vurulabileceği korkusuyla titremek’ mi olmalıdır? Kutsal kitaplar böyle mi anlatır? İnsanoğlu bu dünyaya yaşamamak için mi gelmiştir?
Ben en radikal dinlerin bile bu kadar acımasız olabileceğine inanmıyorum; bu, ‘insan unsurunu’ gözardı etmek olurdu ki, dinler ve dinleri kuranlar, insanoğlunun gücünü ve zaafını çok iyi kullanırlar.
Doğrusu ben, Arap bilgenin hayat dersini tercih ederim, Paolo Coelho’nun anlattığı masalı:
Hani bir tüccar, ‘mutluluk nedir?’ sualine cevap bulsun diye oğlunu dünyanın en bilge adamının yanına gönderir. Yaşlı adam çöllerin ötesinde, bir kalede yaşamaktadır. Delikanlı, mistik bir ortam beklerken, kalenin avlusunda büyük bir canlılıkla karşılaşır. Satıcılar, alıcılar heyecanlı heyecanlı konuşmakta, bir köşede çalgıcılar hafif bir müzik çalmakta, ortada kuş sütü eksik bir masa, yaşlı bilge herkesle tek tek ilgilenip, uzun uzun konuşmakta. Çocuk, ancak 2 saat sonra bilgenin yanına ulaşabilmiş.
‘Şu anda sana mutluluğu anlatacak zamanım yok’ demiş beriki, ‘istersen bu arada kaleyi gez dolaş... Ama senden bir isteğim var!’
Çocuğun eline, içinde 2 damla zeytinyağı olan bir çay kaşığı tutuşturmuş yaşlı bilge, ‘Kaleyi gezerken bu kaşığı elinde tut ve dikkat et, bir damlasını bile dökmeyesin!..’
Delikanlı, elinde dikkatlice tuttuğu kaşık, kalenin kulelerine tırmanmış, mahzenlerine inmiş, bahçelerini gezmiş ve iki saat sonra, yaşlı bilgenin bir köşede oturduğu odaya geri gelmiş.
Sormuş beriki, ‘Yemek salonunun duvarlarını süsleyen İran halılarını gördün mü? Dünyanın en iyi bahçıvanının yaratmak için on senesini verdiği bahçeleri beğendin mi? Kütüphanemdeki muhteşem parşömenleri okudun mu?’
Başını öne eğmiş delikanlı, utana sıkıla itiraf etmiş, ‘Gözümü kaşıktan ayıramadığım için doğrusu bir şey görmedim!’
’O zaman git, kaleyi bir daha gez’ demiş bilge adam, ‘Dünyanın bu güzelliklerini gör! Evini görmediğin bir insana güvenemezsin...’
Delikanlı, elinde iki damla zeytinyağı dolu kaşık, yeniden başlamış gezmeye. Bu sefer duvarlardaki harika sanat eserlerini tek tek incelemiş, cennet gibi bahçeyi ve tepeleri gezmiş. Yanına döndüğünde hayranlığını yaşlı adama uzun uzun anlatmış.
Sormuş dünyanın en bilge adamı, ‘İyi de, sana emanet ettiğim iki damla zeytinyağı nerede?’
Birden hatırlamış delikanlı, elindeki kaşığa bakmış ama ne çare, zeytinyağı dökülüp gitmiş.
‘Eveeeet, işte sana edebileceğim tek nasihat budur evladım’ demiş yaşlı bilge, ‘Mutluluk, dünyanın bütün güzelliklerini görmek, ama kaşıktaki zeytinyağını da dökmemektir!’
(Simyacı, Paolo Coelho - Serdar Devrim’in aklında kaldığı şekliyle...)