Güncelleme Tarihi:
“Bizans’ı ölüme götürmek için, kendi yaşama iradesi kadar güçlü ve kararlı bir iradeyle bu ölümü isteyecek bir düşman gerekliydi. Onun Türklerde uyandırdığı o korkunç, o sınırsız isteğin yarattığı irade gücü gerekliydi.” Emmanuel Berl, Avrupa-Asya
*
“Ben Avrupalı olsam, kimseyi parmakla göstermezdim”
Ben bu satırları yazarken Yaser Arafat kötü durumdaydı. Şuurunun kapandığı, günlerinin sayılı olduğu söyleniyordu. İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un en büyük hayaliydi, Filistin liderinden “kurtulmak!” Ama ölüme bile eyvallah demez Arafat, eski topraktır...
Amos Oz da İsrailli, diyor ki, Avrupalılar’ın zannettiğinin aksine “İsrail-Filistin çatışması bir western filmi değil. İyi ile Kötü arasında bir mücadele değil. Daha ziyade, eski anlamıyla bir tragedya bu coğrafyada yaşanan: İkisi de haklı iki dava çatışıyor Ortadoğu’da...” (1)
Amerikalı yazar André Dubus de, “Amerika’yı ve toplumdan dışlanmışları” anlattığı son romanından bahsederken, “didaktik kurgudan nefret ettiğini, siyah-beyaz değil, gri alanlarda gezinen, tereddütlere yer veren romanı tercih ettiğini” söyleyerek diyor ki: “Her birimizin içinde hem Karanlık, hem de Nûr vardır ve her birimiz, her an (iyiyle kötü arasında) tercih yapmak zorundayız.” (2)
Bakalım tarih Yaser Arafat’ı nasıl hatırlayacak?
*
Paris-Match’ın son sayısında Türkiye’de yapılmış bir röportaj yer aldı. Daha, “Avrupa’nın gelecekteki Doğu kapısına hoş geldiniz!” diyen başlığı bile ağırımıza gitti bizim. Derginin iki muhabiri, Michel Peyrard ve fotoğrafçı Bernard Wis, iyi gazetecilik yapmışlar, Hakkari-Şemdinli’nin, İran ve Irak sınırlarına en yakın, yani Türkiye’nin en güney-doğusundaki iki köyüne, yeni adlarıyla Günyazı ve Tekelli’ye gitmişler. Yazdıklarına, yorumlarına, basın olarak çok kızdık.
Bölgeyi iyi bildiğim için dikkatle okudum. “Kürt lafını bile yasaklamadık mı, insanlarımızın ana dilini kullanmasına, şarkılarına türkülerine hapis getirmedik mi, okul götürebildik, Türkçe öğretebildik mi, koyun yahut da uyuşturucu kaçakçılığından başka ekmek kapısı bıraktık mı bu insanlara, karınları tok mu, ısınmak için tezek yakmıyorlar mı gerçekten?” diyecektim... Ama Fransız meslektaşlarım, iyi başladıkları gazeteciliklerini “ucuza” kapatmışlar. Atatürk’ü “Kürtlerin mezarını kazan lider” olarak anmışlar mesela. PKK’dan terörist diye bahsetmeye dilleri varmamış, tırnak içinde yazmışlar. Bölgenin adı yazı boyunca Kürdistan. Neticede, Paris-Match, Türkiye’nin AB’ye girişini destekliyor bu yazıda, ama pozitif değil tamamen negatif bir gerekçeyle. Şöyle dedirtiyor gazeteci iki ayrı Kürt’e “Herşey size bağlı. On sene içinde Avrupalı değilsek, bağımsız Kürdistan için tekrar silahlara sarılırız.” Ve, “Tek umudumuz Avrupa’nın koruması. AB (Türkiye’yi) reddederse, askerin hıncını Kürdistan’dan almasından endişe ediyoruz.” (3)
*
Viviane Forrester, eylül ayında piyasaya çıkan Le Crime Occidental (“Batının işlediği cinayet”) adlı kitabında açık açık diyor ki, “Beni hedef alan kötülük, Avrupalıydı.” Avrupa’nın Suçunu, (büyük ‘S’ harfiyle ile Suçunu) yani Shoah’yı tartışıyor Forrester. “Shoah sadece Naziler’in eseri değil, bütün Avrupa’nın suçuydu...” (4)
“İsrailliler ve Filistinliler, şimdiki tarihlerine, bugünlerine ne kadar yabancı olduklarını acaba idrak ediyorlar mı? Birbirlerinin kurbanı değil de, her ikisi de, güya geride kalmış bir başka tarihin, burada, Ortadoğu’da, sürekli yeniden ateşlenen, onları yapay bir çatışmaya sürükleyen kararsız, askıda kalmış bir geçmişin kurbanı olduklarının farkındalar mı acaba? Bugünkü her iki toplumun, hiçbir şekilde, kurban ya da cellat olmadığı bir Avrupa tarihinin...” (4)
Özetle, Avrupalı Yahudiler’i hedef alan soykırım Naziler’in eseriyse, bu katliam büyük demokrasilerin dostluğu (yaltaklanması) ve pasifliği sayesinde mümkün oldu. Hele hele, “Yahudiler’i imha planı” ortaya çıktıktan sonra, katliamın “bu boyutlara” varabilmesi, aksi takdirde mümkün değildi. Tarih boyunca Batı dünyasının Yahudiler’i “hor gören” bakışının neticesidir bu. Viviane Forrester’ın kitapta yer alan tezi bu.
ABD’nin Avrupa’daki Yahudi mültecilerin durumunu görüşmek üzere topladığı, ama daha davetiyelerinde bile “Yahudiler’in durumunu tartışmak için toplanacağız , fakat hiçbir devletten, şu an yazılı kanunlarının izin verdiğinden fazla Yahudi göçmen kabul etmesi istenmeyecektir” yazan Evian Konferansı (Temmuz 1938), büyük devletlerin Yahudiler’i kaderleriyle başbaşa bıraktığını gösterdi.
İki ay sonra bu kez Münih Konferansı (Eylül 1938), aynı büyük demokrasilerin, “Yahudi soykırımı konusunda elini serbest bıraktığı” Hitler’in, ilhak politikasına da göz yumacağını gösterdi.
Ardından yaşananları hatırlatmaya gerek yok.
“Sonuçta” diyor Forrester, “Nazizm yenilip savaş bitince, Batı aceleyle elini boşalttı, hâlâ kafalar sömürgeci olduğu için, Batılı büyük güçler toplu iflasını “ihraç” ederek İsrail Devleti’nin kurdu.” (5)
*
Amos Oz, İsrailli barış adamı, şöyle diyor adı geçen kitabının arka kapağında:
“Ben, şahsen, artık kendimi hiç mi hiç Avrupalı hissetmiyorum, belki içimde hâlâ anamın, babamın, ecdadımın çektiği acılardan bir iz vardır, düş kırıklığıyla sonuçlanmış, karşılıksız bir Avrupa sevgisinin genetik izleri... Ama hâlâ bir Avrupalı olsaydım eğer, kimseyi parmakla işaret etmemeye özen gösterirdim. Ve İsrailli şöyledir, Filistinli böyledir diyeceğime, bu iki halka yardım etmek için elimden geleni yapardım. Niçin mi? Çünki bu iki toplum, şu sıralar, tarihlerinin en acı veren kararlarını almak zorunda...”
(1) Amos OZ, Help Us To Divorce: Israel And Palestine, Between Right and Right
(Vintage, 2004)(2) André DUBUS III, House of Sand and Fog
(Vintage, 2000)Not: Serdar Devrim imzalı bu yazı, 31 Ekim 2004’te Referans’ta yayınlanmıştır.