Güncelleme Tarihi:
Hırsız, anarşist, eşcinsel, gayrımeşru bir çocuk, asi, Sartre’ın kaleminden bir ‘aziz’, büyük yazar ve bembeyaz bir zenci... Bilhassa ‘Hırsızın Günlüğü’ romanında hayatına dair birçok iz bulunan ve sonrasında yazdığı romanları açıkça “önemsemediğini” belirten Genet, yaşarken efsaneye dönüşen isimlerdendi.
70’lerin ortalarında Genet’nin yakınındaki belki de tek edebiyat insanı Faslı yazar Tahar Ben Jelloun’du. Jelloun’la büyük bir insanî ve edebî dostluk kuran Genet, Jelloun’a büyük bir açıksözlülükle yaklaşıp, hem sorularını cevaplamış, hem dostluğunu paylaşmış hem de hocalığını yapmıştı. Bizim tanımadığımız Genet’yi en yakından gören ve gözlemleyen Tahar Ben Jelloun, onun ölümünden sonra kaleme aldığı ‘Jean Genet: Yüce Yalancı’ kitabıyla vefa borcunu ödemişti. Sel Yayıncılık’ın Türkçede yayımladığı kitaptan Jean Genet’ye dair ipuçlarını sizler için derledik.
EFSANEYLE TANIŞMA
Benimle telefonda konuşmuştu. Onu gözümde canlandırmakta güçlük çekiyordum. Amerika’daki Kara Panterler’le bir resmini görmüştüm yalnızca. Boksör burnunu ve kel kafasını hatırlıyordum. Sokakta rastlasam tanır mıydım, emin değildim. Amerika’daki Siyahi mahkûmlardan yana tavır alışı sırasında ondan söz edildiğini işitmiştim. Temmuz 1969’du; başkent Cezayir’deki birinci Pan-Afrika Festivali’nde. İnsanlar Ay’da yürümüştü ve biz kül yutmazlar, başlarında Angela Davis’in olduğu siyahi militanların yanında olmayı tercih ediyorduk. Genet’nin adını ilk kez orada, 1973 yılında başkent Cezayir’de homoseksüel diye öldürülen, asi diye öldürülen, şiirden, özgür düşünceden, yaratıcı hayal gücünden nefret eden sert askeri rejimi rahatsız ettiği için öldürülen, Cezayirli olmuş Fransız şair Jean Sénac’ın ağzından işitmiştim.
“Benim adım Jean Genet, siz beni tanımazsınız, ama ben sizi tanıyorum, yazdıklarınızı okudum ve sizinle tanışmak istiyorum... Birlikte yemek yemeğe vaktiniz var mı?” Kendi kendime, şaka bu, dünya tersine döndü, diyordum. Fransız edebiyatının bir miti beni yemeğe davet ediyor!
HOMOSEKSÜELLİK
Homoseksüel olduğunu nasıl keşfettiğini sordum ona. Gülümsedi ve yalnızca kendisinin uydurabileceği bir hikâye anlattı. Belki de gerçekti. “On dört yaşındaydım, hastaydım, hastaneye kaldırılmıştım. Bir hemşire bana sempati göstermişti. Şeker getiriyordu. Koğuşun diğer ucundaki bir oğlan çocuğunu fark etmiştim. Melek yüzlüydü. Birbirimize bakıyorduk ve sanırım anlaşıyorduk. Şeker paketini yanımdakine veriyordum, o alıyor ve yanındakine uzatıyordu, böylece herkes birbirine veriyordu, ama arkadaşıma yetecek şeker her zaman kalıyordu. Bana teşekkür etmek için göz kırpıyordu. Ayağa kalkabildiğimde, gidip onun yatağına girdim. Doğaldı bu. Sessizce, soru sormadan sevişiyorduk. O zamandan beri ancak erkeklerle sevişebileceğimi anladım. Bu öyle açıktı ki asla en ufak sorun olmadı.”
İHANET
Genet’in gerçek bir dostluk duygusuna hiç sahip olmadığını anlamam zaman aldı. Hırsızın Günlüğü’nü okurken, ihanete övgüsünü keşfettim; ama buna ahlaki olmaktan çok estetik bir değer veriyordum. Genet, uzun süre bağlı kaldığı birçok kişiye ihanet etmişti. Örneğin sinemacı Nico Papatakis. Edmund White, Genet biyografisinde şu anekdotu anlatır: “Koyu renk tenli ve mavi gözlü yakışıklı bir erkek olan Papatakis [...] Solange Sicard’ın derslerine girip drama sanatı öğrenimi görüyor ve Mireille Trépel’le birlikte yaşıyordu. Genet onu Café de Flore’da tanımıştı. 1944 yılının bir günü, iki adam, parasız ve aç bir halde, Nico’nun bir tanıdığının evini soymaya karar verdiler. Bir süre sonra, Nico, yayıncısından önemli bir miktar para almış olan Genet’nin karşısına çıktı. Paraya umutsuzca ihtiyacı olduğundan, son suç ortağını elindeki parayı paylaşmaya zorlamak istemişti. Ama Genet, Papatakis’in dediğine bakılırsa, koşarak Abbaye Sokağı’ndaki polis komiserliğine girmiş ve ona karşı koyması için içerden bir polisle çıkmıştı.”
FİLİSTİN
Kara Panterler’in saflarına kabul edilen tek Beyaz olmaktan gurur duymuştu, ama siyah renge beyaz renk karşısında herhangi bir üstünlük atfetmiyordu. Mart 1971’de, George Jackson üzerine bir konuşmada, “Siyahları kurtarmak için suç işlemeye, Beyazları öldürmeye çağırıyorum” dediğinde, kelimeler düşüncesini aşmaktadır ve bu provokasyon bir kusurdan fazlasıdır, ciddi bir hatadır. Zaten o dönemde onu kimse ciddiye almadı; özellikle de savunduğu militanlar. Neyse ki, bu hatayı ikinci kez, Filistinlileri savunmak için Yahudilere karşı işlemedi; yoksa temeldeki düşüncesine kesin bir şekilde ihanet eder ve Filistin davasına da tahayyül edilemez bir haksızlık etmiş olurdu. Filistinlilerin yanında yer aldığında, “Arap yanlısı” denen bazı Batılılarda görüldüğü gibi, örtülü bir anti-semitizm uygulamak için değil, kendi hikâyesi gereği, ancak topraksızların yanında olabileceğini düşündüğü için yaptı bunu. Zaten, Filistinlilerin kendi devletleri, orduları ve polisleri olduğunda artık onlarla ilgilenmeyeceğini söylemekten hoşlanıyordu. “Topraksız bir halk, ailesiz bir çocuk” gibidir.