Bayram mektubuyla özür diliyorlar

Güncelleme Tarihi:

Bayram mektubuyla özür diliyorlar
Oluşturulma Tarihi: Eylül 20, 2009 00:00

YÖK üyesinin suratına nasıl denizanası fırlattılar? Eski sevgili, Mustafa Sandal’ı affedecek mi? İzzet Çapa’yı parayla ezmeye çalışanlar kim? Tuna Kiremitçi nerede gariban dövdü? “Az sonraa” hepsini okuyacaksınız. Bayramların büyüsüne, birleştirici gücüne hâlâ inanan 6 cesur yürek, 6 cesur mektup kaleme aldı. Kimi ölmüş babasıyla, kimi sevgilisiyle, kimi eski dostu, kimi kendiyle helalleşiyor.

İşadamı, şarkıcı, yazar, akademisyen; en özellerini açtılar, işte herkesin önünde hatalarını kabul edip özür diliyorlar. Fakat gönlünü almanız gereken biri varsa dikkat: Cesaretleri çok bulaşıcı! Magazin okuyacağım derken siz de telefona sarılmış bulabilirsiniz kendinizi.

Ben sana küsüm İstanbul

YAŞADIĞI ŞEHRE BAYRAM MEKTUBU
POPÇU BENGÜ

Senin en büyük aşığınken ben sana küsüm İstanbul... Yıllar önce İzmir’den, yuvamdan koşa koşa geldim sana, odamın duvarlarını süsleyen yedi tepeli şehir karşımda duruyordu, hayal olmaktan çıkmıştı artık... Gencecik bir kızdım, boynuna sarıldığımda. “Beni yalnız bırakmaz” dediğimde, “şefkatiyle annemi aratmaz” dediğimde. Nitekim zorlu yollarında, başımı eğmeden, hep bana sunduklarınla varoldum. Ve geçtiğimiz hafta!

Dünyanın bu en güzel şehrini tanıyamaz oldum. Nasıl bir hayal kırıklığı, nasıl paramparça oldu kalplerimiz. Gözyaşlarımız sele karıştı. Aklımız, yüreğimiz seline kapılıp giden ve cesedi günler sonra bulunan minik Dila’da ve diğerlerinde kaldı. Yaralandık İstanbul. Yaraladın bizi... Yakışmadı sana..

Belki de çok bencilce bu duygularım. Belki yargısız infaz bu yaptığım. Biliyorum seni de dinlemek lazım İstanbul... Kimler bu hale getirdi seni? Nasıl izin verdin, nasıl gözyumdun? Ve asıl bizler nasıl bu kadar çaresiz kaldık kollarında? Taşıyamayacağın yükler verdiler belki de. Sen de kaldıramadın bu yükü...
Ben sana kızamam ki İstanbul. Sana küsemem ki... Seni bu hale getirenlere sitemim. Belki de bu bayram yaslanıp Orhan Veli’nin omzuna, sana ağlamak lazım İstanbul...

Adı İntikamdı’yı sana yazdım

SEVGİLİYE BAYRAM MEKTUBU
POP ŞARKICISI MUSTAFA SANDAL


İsmini bu satırlara yazmıyorum ama okuyunca bu cümlelerin adresinin sen olduğunu anlayacaksın. Gençtik, heyecanlıydık, belki de çok tecrübesizdik şu dünyada... Tam aramıza açılan bir kapı ve o kapının kapanmasının ardından yaşananlar beni çok üzmüştü. Yıllar sonra seninle yeniden karşılaştığımızda eski günleri unutup seni üzmüştüm. Aslında bunu yazarken, kendime de itiraf ediyorum ki, o gün seni umursamamam ve sanki sıradan biriymişsin gibi davranmam yıllarca içime dert oldu.

“Adı İntikamdı” diye bir şarkı yazdım bundan aylar önce. Şarkının sahibi bir başkası... Ama şu sözlerin adresi direk sendin:

“Hani gönül fikirden büyük ya bazen /Sığmaz ki acım sayfalara yazıp da çizsem /Belki bir yarası vardı adı intikamdı, benden çok önce... /Belki unutmak içindi çabuk geçer sandı canımı yaktı.

Sana bir özür borçluyum. Bu borcumu da şu an ödüyorum. Bayramda küslük olmaz derler. Sen şimdi çok uzaklarda olsan da bu bayram sabahı aramızdaki kırgınlığın son günüdür bilesin! Numaranı bilmiyorum ama sürpriz bir telefon bekliyorum senden. Belki ararsın, arkadan oğlumun kahkahasını duyar ve dersin ki; “Ben sana dememiş miydim bir gün çok iyi bir aile babası olacaksın diye”? Bak oldum. Sanırım büyüdük. Ve şimdi küçüklerimize örnek olup barışma zamanı?

Yavaş yavaş geldi pişmanlık /Öyle soğuk ki yalnızlık /Solgun resimler misali /Zorlasam da parlamıyor /Sakın küsme /Çok söylendim kendime /Aslında en büyük hikaye /İnsan yalancı kendine...

Tuna, dargınlığımız ne zaman başladı?

KENDİ KENDİNE BAYRAM MEKTUBU
EDEBİYATÇI VE MÜZİSYEN TUNA KİREMİTÇİ


Porsuk kıyısında yakana yapışan o azman çocuğa haddini bildirmeye korktuğun zaman mı?
Üç yaşındaki kardeşini tutamayıp başının yarılmasına seyirci kaldığında mı?
Yoksa annenle babanın acılarına merhem olamayacağını anladığımda mı?
Mahalle takımının en garibanı Muzaffer’i hata yaptı diye dövdükten sonra mı peki?
Aşkını söyleyemediğin kızların tek tek ufukta kayboluşlarına çaresiz gözlerle bakarken mi?
Ülkende akan kanı her gün okur, seyreder ve anlarken, dişlerini sıktığın için mi?
Tuna sana ne zaman küstüm?

Belki geçen yıl bugünlerde, söz vermene rağmen oğlunu sinemaya götüremediğinde...
Belki seni kullanmaya, arkandan vurmaya, tuzak kurmaya çalışanlara hak ettikleri yanıtları vermediğin ya da tam tersine, hiç hak etmedikleri yanıtlar bahşettiğinde...

Yeterince iyi yazamadığın günlerde belki... Kadınını yeterince iyi sevemediğinde... Yani hiçbir şeyi değiştiremeyen bir böcek olduğun için de küsmüş olabilirim sana, her şeyi değiştirebilen bir dev olduğun için de...

Gördüğün gibi, her şey açabilir seninle aramı. Ama bugün bayram. Müsaadenle ben de pirîm Turgut Uyar gibi yapıyor ve uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
Bir günlüğüne de olsa, seninle barışıyorum.

Fehmi, o denizanası çok canımı yaktı

AKADEMİSYEN YÖK ÜYESİ AYŞE SOYSAL
ÇOCUKLUK ARKADAŞINA MEKTUP


Ortaokul yıllarında, Galatasaray adasında denize dalıp çıkarak geçirdiğimiz günlerin birinde senin bana yaptığını hatırlıyorum:

Tramplenin altında bana pusu kurmuştun. Merdivenin tepesinde o sutopçu cüssenin bütün haşmetiyle, beni beklemekteydin. Elinde saçaklı bir denizanası... Ben tam merdivenin son basamağına eriştiğimde, denizanasını ‘şap’ diye benim suratıma yapıştırdın. Bence komik değildi ama sen çok güldün.
Denizanaları ile yakın temas, hoşlandığım bir şey değildir. Sonrasını pek hatırlamıyorum. Bir hanımefendinin topuklu tahta sandaletleri tak tak öterek, annemin yanına koştuğunu ve ona ‘Nimet, Nimet, kalk, kızın Fehmi’yi dövüyor’ dediğini duydum.

Arkadaşım Fehmi, suratıma yapıştırdığın o denizanası bayağı canımı yakmıştı. Ama inan, ben seni uzun yıllar önce affettim. Yine de, eğer bir gün sen, ben ve bir denizanası aynı yerde olursak, sana, denizanasını alıp suratına şap diye yapıştırmayacağıma dair söz veremiyorum. Bunu anlayışla karşılayacağını ve senin de beni affedeceğini biliyorum.

İŞADAMI-İŞLETMECİ İZZET ÇAPA

Paranla İzzet Çapa’yı ezemezdin dostum
ESKİ DOSTA BAYRAM MEKTUBU


Her şeyin nasıl bittiğini hatırlıyor musun?
Unutmak istemek, bugün belki ikimizin de işine geliyor. Tek bildiğim, en iyi dostum olduğundu. Boğaziçi Üniversitesi’nin o deli dolu karmaşasında sığınacak bir liman bulmuştuk. Adını koyamadığımız o dostluktu bu liman. Acıyı-tatlıyı, zenginliği-fakirliği paylaşmanın sarhoşluğunu yaşıyorduk... Fedakarlığın da... Üniversiteyi bitirmem için elinden geleni yaptın. Ben başaramadım, sen başardın.

Hatırlıyor musun? Hocamız Demir Demirgil’in verdiği sınav kağıdını benim için doldurmuştun. Ben 100 aldım. Sen, anlaşılmasın diye kendine 86’yı yeter görmüştün. Hatırlıyor musun? Cebimizdeki parayı son kuruşuna kadar paylaştığımız günleri... Okulu kırıp Bebek Otel’de içkileri yudumladığımız günleri... Yunanistan’da seks filmi seyrederken geçirdiğimiz gülme krizini...

Dostluğumuzu kimse sarsamayacaktı... Ağabeyim Celal Çapa ile iş hayatına atıldığım da nasıl da karşı çıkmıştın. Belki kendi ideallerine çekmek istedin beni... İş dünyasının görkemli cazibesine... Ama ben gece hayatından mutluydum. Can dostumdan, senden de kopmak istemiyordum. Neden beni böyle bir ikilem içinde bırakmıştın?

Hatırlıyor musun?
Yurt dışından yeni dönmüştük. Alışverişte kredi kartımın ret yanıtı vermesi üzerine buz gibi bir sesle “İşte sonun başlangıcı” demiştin: Ağabeyin paranı kesti.” Kartınla sen ödemiştin. Oysa paranla İzzet’i ezemezdin dostum. Elveda demenin zamanı gelmişti.

Ağabeyim konusunda zaman belki de seni haklı çıkardı. İdeallerine kavuştun, yükseldin. Şimdi karşılaştığımızda kuru bir selamı esirgemiyoruz birbirimizden.

Ama ben, kolejin çılgın kalabalığında dost elini uzatan o genç adamı özlüyorum...
O genci hatırlıyor musun?
Sen miydin?

Seni düğünüme çağırmalıydım

ÖLMÜŞ BABAYA BAYRAM MEKTUBU
BESTSELLER YAZAR HAMDİ KOÇ

Sevgili Aydın Koç,
Belki sevgili değil, sayın diye başlamalıydım. Baba diye başlamak içimden geldiyse de cesaret edemedim. Bunu, henüz, hakettiğimden emin değilim çünkü. Korkarım sen de bana oğlum diye hitap etmekte zorlanırdın. Sen de biliyor olurdun, bir babayla bir oğulu birbirine ait kılacak şeylerin, gülümseme dolu anıların, aramızda hep eksik kaldığını.

Hayatının son 10 yılını sen oğlunu görmeden geçirdin, ben de babasının görmediği oğul olarak. O yıllar boyunca sen beni sessizce özlemiş olmalısın ama ben seni özlediğimi ya da senin beni özleyebileceğini düşündüğümü hatırlamıyorum. O zaman henüz baba değildim. Evlat için ne hissedilir, bilmiyordum.
İstenmediğini düşünen bir baba kendini nasıl hisseder, düşünmek bile aklıma gelmiyordu. Uzun sessizliğini nasıl yorumlamam gerektiği üzerinde de durmadım. Koca adamdım, oysa; üniversiteye gidiyordum, yazar olmayı hayal ediyordum ve yazar olmaya kendi hayatım, kendi ailem, kendi eksiklerim üzerinde düşünerek başlayabilirdim -başlamalıydım. Ama bu da aklıma gelmedi. Herhalde eksiklerim yüzünden.

DÜĞÜN RESMİMİ YOLLAMADIM

Derken üniversiteyi bitirdim, hayata atıldım ve zaman daha ağır endişelerle ve daha hızlı geçmeye başladı. Evlendim ve seni düğüne çağırmam gerektiğine, beni uyaranlar olduysa da, hiç inanmadım. Düğün resimlerini akrabalarda göreceğin ve onlardan sana bir tane olsun resim vermelerini isteyeceğin hiç aklıma gelmemişti. Sonra da o aldığın tek yasak, sana gönderilmemiş resme bakarak düşüncelere dalıp gideceğini, o sırada odaya giren biri olursa gözyaşlarını saklamaya çalışacağını, yıllar sonra akrabalardan duyacağım da hiç aklıma gelmemişti.

Senin insan olduğunu, özleyebileceğini, üzelebileceğini hiç düşünmedim. Oysa içimizdeki en üzgün ve en özleyen insan senmişsin.

Daha iyisini hakediyormuşsun. Çok bir faydası yok ama şimdi biliyorum. Öğrenmem zaman aldı, yaşımın ilerlemesi gerekti ama artık biliyorum: Unutulmak bir insanın hayatta hakettiği en son şey.
Sonra zaten, zamanın senin için geçebilecek en kötü şekilde geçtiği belli oldu ve nihayet hastalığın sırasında görüştük. Az zamanın kalmıştı. Yanında olmak, artık, benim için son bir görevdi. Kalpten gelen değil, aynı soyadını taşıma gururunun verdiği, aile şerefiyle bir görev. Yine saklamayacağım, daha fazlasını hissedemedim. Herkesle beraber, bitmesini bekledim. Son gününde hastaneye ziyaretine geldiğimde yanında sadece birkaç dakika kaldım, eve döndüm. Artık birkaç saatinin kaldığını biliyordum oysa. Doktorlar söylemişlerdi, zaten sana bakınca da anlaşılabiliyordu. Yine de kalmadım. Bunu senden ve kendimden nasıl esirgedim, kalpsiz miydim yoksa korkak mı, bilmiyorum. Tek bildiğim, içimde derin bir keder olarak kaldığın.
Bu mektup o kederin sadece birazını anlatmak için. Karıma bile anlatmadığım şeyler. Önce sen bilmelisin diye düşündüm. Sonra, herkes bilsin diye.

Sen gittikten sonra seni düşünmek kolaylaştı. Bu beklediğim bir şey değildi. Kötü hiçbir şeyini hatırlamadığımı, içimde sana karşı bir öfke olmadığını, seni akrabalarınla beraber tatlı tatlı anabildiğimi farkettim. Tanımadığım insanların senin oğlun olmamı önemsediklerini, yanıma gelip bana seni anlattıklarını gördüm. Bir gece hatta, eski arkadaşlarından oluşan bir Fatsalılar toplantısına “babasını temsilen” katıldım ve senin her şeyden çok sevdiğin o geniş sofradaki yerimi aldım. Boşluğunu dolduramamışımdır elbette, çünkü senin şakalarını anlatıp durdular. Onlarla beraber güzel günler geçirmiş olman gerektiğini hissettim. Senin adına sevindim. Yaşadığını anladım. Hâlâ yaşadığını. Seninle tanışmak istedim. Zaman senden yanaymış.

SİYAH TESPİHİN BENDE

Gerisi, sevgili Aydın Koç, benim için senin oğlun olmayı öğrenme yılları oldu.
Şimdi, tanıyan hiç kimsenin unutamadığı bir adam olmanla gurur duyuyorum. Arkadaşlarından öğrendiğim şakalarını kendi şakalarımmış gibi arkadaşlarıma anlatıyorum ve onları çok güldürüyorum.
İşte böyle, baba. Eşyaların bende. Herkesin kravat taktığı zamanlara ait bir kutu dolusu siyah beyaz fotoğraf, hayatında tökezlediğin anların çiziklerini camında taşıyan ama hâlâ çalışan otomatik bir Zenith, siyah tespihin, kavisli oluşundan arka cebinde taşıdığını anladığım tarağın ve başka birkaç şey daha. Hepsine iyi bakıyorum.
Keşke sana da iyi bakabilmiş olsaydım.
Seni özlüyorum.
Senden o kadar uzak kaldığım için beni affet.
Bana dargın olmadığını söyle. Beni sev.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!