“Dünyanın Renkleri” başlığı altında geziler düzenleyen turizmci arkadaşım Fikret Atalay ile Laponya’nın ıssız ve karlı ormanlarında bindiğimiz kızak çıt çıkarmadan kayıp gidiyordu. Bir süre sonra soğuğa alıştığımı hissettim. Belki de tümden hissizleşmiştim. Bu soğukta her şey olabilirdi. Gözlüklerimin camı donduğu için yolu görmekte zorlanıyordum. Ben camları temizleyinceye kadar Fikret yol hakkında bilgi veriyordu: “Sola dönüyoruz... Ağaca yaklaşıyoruz kafanı indir... Biraz frene bas... Köpekler zorlanıyor, in ve koş...” Onun dediklerini yaparken gözlüklerimi temizlemekte zorlanıyordum. Ya gözlüğüm elimden kayıp düşerse!.. O zaman Laponya gezisine noktayı koyardım. Gözlüksüz etrafımı göremezdim ki. İşte o an, İstanbul’a dönünce, göz bebeklerimi çizdirip, 40 yıllık dostum miyopiden kurtulmaya karar verdim.
Bir başka korkum da, kızaktan düşmekti. Fikret benim yokluğumu fark edinceye kadar köpekler alır başını gider, ormanın içinde, dondurucu soğukta kalıverirdim. Bir de yokuşları sevmiyordum. Köpekler bizim ağırlığımız taşıyamayıp duruyordu. O zaman ben kızaktan iniyor, koşarak kızağı izliyordum. Tekrar yola koyulduğumuzda, körük gibi kalkıp inen ciğerlerime nefes yetiştiremiyordum. Korkular, koşuşturmalar, düşünceler arasındaki yolculuğun ilk bölümü tam üç saat sürdü. Yolu bilen köpekler bizi bir kulübeye götürdü. Rehber, köpekleri bağlayıp bizi içeri buyur etti. Çatısında aralık, ortasında koca bir ocak bulunan karlar altında, karanlık bir kulübeydi.
KAR SUYUYLA BÖĞÜRTLEN ÇAYIÖnce belinden çıkardığı keskin bıçağı ile yongalar hazırladı. Tahtaları yontarken bir yandan da bıçağını övdü. Laponların bıçaksız asla yola çıkmadıklarını, dünyada bundan daha keskin bıçak bulamayacağımızı anlattı. Sonra ocağı tutuşturdu. Alevler yükseldikçe biz de yavaş yavaş soyunduk. Bu kulübelerden parkın içinde 47 tane bulunuyormuş. Kros yapanlar, kızakla gezenler burada ısınıp, yemeklerini yerlermiş. Kulübeyi terk ederken bir sonra gelecekler için etrafı derli toplu bırakmak zorunluluğu varmış.
Rehber, ocağın üstüne isten simsiyah olmuş, içi karla dolu bir çaydanlık koydu. Su kaynayınca bize sıcak ve tatlı bir böğürtlen çayı yaptı. Onu içince içimdeki tüm buzların eridiğini hissettim. Bu çayın konyakla daha iyi gidip gitmeyeceği konusunda Fikret’le fikir alışverişinde bulunduk. Bir dahaki sefere mataralarımıza konyak doldurmaya karar verdik.
Rehber daha sonra ocağın üstüne koyduğu simsiyah tencerede çorba pişirmeye başladı. Soğan, havuç, patates ve vahşi somon balığı... Kulübenin içine sıcak bir koku yayıldı. Bu koku beni kulübeden alıp, çocukluğuma götürdü. Birden gözümün önüne, karlı bir kış gününde, kuzinenin üstündeki çorba tenceresini karıştıran annem geldi. Evin içine yayılan çorbanın kokusunu kokluyordum sanki.
Ya biz çok acıkmıştık ya da çorba gerçekten çok lezzetliydi!.. Çorbayı kaşıklarken damağımda lezzet patlamaları oluyordu. Artık yolun ikinci yarısına hazırdık.
DEFALARCA GEÇMİŞE SÜRÜKLENDİMBatı Avrupa’nın son vahşi parkı olan Urho Kekkonen Parkı’nda, sessizliğin sesini dinleyerek yaptığımız yolculuk devam ediyordu. Giderek “kızak sürücülüğü” hoşuma gitmeye başladı. Kızakta Fikret olmasına rağmen yapayalnız hissediyordum kendimi. Sessizliğine bakılırsa arkadaşımda kendi dünyasına dalıp gitmişti. Karlarla kaplı dev kayın ağaçları bizi yalnızlığa sürüklemişti. Sadece kayınlar mı? Çam ağaçları, likenler, dalları buzdan kristallere dönmüş söğütler, ladinler de bu yalnızlığın içindeki süslerdi. Nedense aklıma hep gençlik yıllarımda izlediğim “Doktor Jivago” filmi geliyordu: Bacasından kara dumanlar püskürterek, bembeyaz karları yara yara giden kara tren. Bu kızak yolculuğunda ne kadar çok geçmiş yıllara gidip gelmiştim!..
Kızakla arada bir Nuorttijdi Nehri’nin buzlu sularının üstünden geçiyorduk. Parkın içinden kıvrıla kıvrıla giden bu nehirde altın arayıcıları, yıllar boyu umutlarını yıkamışlardı. Kalbur benzeri kaplarına koydukları suların içinden küçük bir parça altın bulma umuduyla çamurları karıştırıp durmuşlardı. Hava o kadar soğuktu ki, parkın vahşi sakinleri bile ortalıktan çekilmişti. Ayılar, kurtlar, altın kartallar, susamurları, bataklık kuşları, baykuşlar, şahinler kim bilir hangi kovuktan bizi izliyorlardı!
Aslında ulusal parkta bir çok göl vardı ama biz görmüyorduk. Buz tutan suların üstüne yağan kar onları gözlerden gizlemişti. Bu göller
balık doluydu: Somon, alabalık, turna balığı, levrek... Yazın buralarda balık avlamak mümkündü. Birden yazı özlediğimi hissettim. Bu park, aydınlık yaz günlerinde kim bilir ne güzel görüntüler sunardı. Yaz Laponyasını görebilecek miydim acaba?
ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA GECE SEFASIÜç saat sonra yolculuk bitti. Köpeklerin kafalarını okşayarak onlara teşekkür ettim. Ayakta durmak, arada bir koşturmak ve dondurucu soğuk yormuştu beni. Ama garip bir şekilde huzur doluydum. Köpeklerin çektiği bir kızağı kullanmak yaşamımdaki ilklerden biriydi. Bunu kutlamamız gerekiyordu. Fikret’le otelin barına uğrayıp, başarımızın şerefine birkaç tek Finlandiya votkası içtik. Akşam yemeğine giderken otelin kapısındaki termometreye baktım. Civanın seviyesi eksi 37 dereceye kadar düşmüştü. Onu görmek bile içimi titretti. Önden votka, ardından kırmızı şarap derken neredeyse
yemek masasında uyuyakalacaktım. Dışarıdaki soğuk jilet gibi kesiyordu. Gökyüzündeki dolunayın ışıkları karda yansıyor, her tarafı beyaz bir aydınlık kaplıyordu. Ayın etrafını genişçe bir hale çevirmişti. Böylesine geniş haleyi de ilk kez görüyordum ama benim gözüm kuzey ışıklarını arıyordu.
Lokantanın kapısında elimize birer küçük kızak tutuşturdular. 1600 metre uzunluğundaki dünyanın en uzun kızak pistinden kayarak otele dönecektik. Kızakla yokuş aşağı inerken çığlıklar atıyordum. Bu çığlıklar, çocukluğumda Ortaköy yokuşlarında kayarken attığım çığlıkların aynısıydı. Kızak beni çocukluğuma doğru götürüyordu sanki. Gece bittiğinde ben de bitmiştim artık.
DEMRELİ NOEL BABA GİBİErtesi sabah soluğu bir Ren Geyiği çiftliğinde aldık. Burada da geyiklerin çektiği kızağı kullanmasını öğrenecektik. Çiftliğin sahibi önce ipuçlarını sıraladı: Dönmek için ne yapmalı, durmak için ipi nasıl çekmeli, hızı artırmak için nasıl bağırmalı... Sonra ekledi: “Siz bunları yapın ama geyik bildiğini okuyacaktır, emir almayı pek sevmezler!..” Geyiğin çektiği kızakta kendim bir an Noel Baba’ya benzettim. Bizim Demreli Noel Baba, o sıcak Akdeniz sahilinden kalkıp bu buzlar diyarına neden gelmişti acaba?
Bir saat süren kızak keyfinden sonra, “Uluslararası rengeyiği Kızağı Sürme Ehliyeti” almaya hak kazandım. Bu da yaptığım ilklerden biriydi. Yemekte çiftlik sahibi rengeyikleri hakkında bilgi verdi: Geyikler doğada özgürce dolaşıyorlardı ama hepsinin bir sahibi vardı. Geyiklerin kime ait olduğu kulaklarındaki kesiklerden belli oluyordu. Her geyik yetiştiricisi kulakları değişik şekilde kesiyordu. Rehber, Finlandiya’da beş bin çeşit değişik kulak kesiği işareti olduğunu, bunların kayıt altına alındığını, bu kayıtlara bakarak sürülerin ayrıldığını anlattı. rengeyiği Laponya’da çok önemli bir hayvandı. Ulaşımda kullanılıyordu. Eti yeniyor, derisinden çeşitli giysiler yapılıyor, boynuzlarından ise başta bıçak sapı olmak üzere birçok eşya elde ediliyordu.
Otele dönerken yine ormanın sesini dinledim. Su sesleri geliyordu ama su görünmüyordu. Su buzun altına gizlenmişti. Dalların arasında oynaşan rüzgarın sesini duyuyordum ama onu da göremiyordum. Sadece görebildiğim ses nefesimdi. Burun deliklerimden bir duman gibi çıkıyor, bıyıklarımda donup kalıyordu.
HAMAMDA TERLEYİP BUZLU SUYA DALIYORLARSırada Fin Hamamı (sauna) sefası vardı. Finlandiya’da saunaya kadın erkek birlikte çırılçıplak giriyorlardı. Biz nedense buna cesaret edemedik, belimize birer havlu sardık. İçerisi cehennem gibi sıcaktı. Biz en fazla 10 dakika duruyor, sonra kendimizi soğuk duşun altına atıyorduk. Finlandiyalılar ise uzun uzun terledikten sonra, kulübenin hemen önündeki buzlu göle kendilerini atıyorlardı. Bu kadarı benim için fazlaydı. Çekindiğimi gören Fikret de buzlu göle girmeye cesaret edemedi. Böyle olunca da Fin Hamamı sefası yarım yamalak oldu.
Ufuk çizgisinin üstüne çıkmayan güneş, Laponya’yı erkenden terk ediyordu. Ama giderken gökyüzünü rengarenk boyamayı da ihmal etmiyordu: Gece mavisi, parlak mavi, koyu menekşe, turkuvaz, sarı, turuncu, lacivert... Birbirinin içine geçen renkleri seyretmeye doyum olmuyordu. Güneş çekilir çekilmez ortalığı beyaz bir aydınlık kaplıyor, gökyüzünde yıldızlar, gezegenler göz kırparak gecenin içinde akıp duruyorlardı. Laponya’nın soğuk gecelerine de doyum olmuyordu.
Son bölüm haftaya kaldı: Camdan İglolar, buzdan otel ve Helsinki.
FAYDALI BİLGİLER
? Laponya’nın soğuğunda fotoğraf ve video çekmek neredeyse imkansız. Çünkü makinenizi çantanızdan çıkardığınız anda aşırı soğuktan pili bitiyor. Onun için önlem almayı ihmal etmeyin. Örneğin makinenizi atkınıza sarıp bir iki kare çekebilirsiniz. Sonra tekrar ısıtmanız gerekir. Objektifin buğulanacağını da aklınızdan çıkarmayın.
? Eğer benim gibi gözlük takıyorsanız işiniz zor demektir. Daha sokağa adım atar atmaz camlarınız buz tutacak ve etrafı görmekte zorlanacaksınız. Onun için dışarı çıkmadan camlarınıza alkol sürmenizi öneririm. Alkolün derecesi ne kadar yüksek olursa donma o kadar geç gerçekleşir.
? Ayakkabılarınız ne kadar sağlam olursa olsun ayaklarınızın üşümesine mani olamayacaktır. Onun için dışarı çıkmadan önce iki kat çorap giymeyi ihmal etmeyin. Parmaklarınızın donmaması için bol bol hareket edin.
? Yanınıza mutlaka kulaklarınızı da örten bir bere veya şapka almayı sakın ihmal etmeyin. Kazağınızın ve pantolonunuzun altına termal giysiler giymeyi unutmayın. Blucin patolonla karda yürümeyi düşünmeyin bile...
? İçki içtikten sonra yürüyüşe çıkmayın. İlk anlarda ısıtan alkol bir süre sonra sizi daha da üşütür. İçki faslını kapalı yerlerde gerçekleştirin.