Güncelleme Tarihi:
Bu sefer tutturdular, “Öyle kebapçı filan olmasın, iyi bir yer olsun...” Kebapçılar da “iyidir” ama daha fiyakalı bir yere davet etmek istiyorlar... Ben de, lüzumsuz yere para vermesinler, hani Ertuğrul Özkök’ün pazar yazısında dediği gibi “boşuna kazık yemesinler” diye çırpınıyorum.
Ama lokanta filan tanıdığım yok ki benim... “Bu akşam için sekiz kişilik bir yeriniz var mı?” diye ararken, aslında “Adambaşı kaça çıkarız?” yoklaması çekiyorum. “Serdar, bir zamanlar X otelinin tepesindeki lokantaya gitmiştik, pek güzeldi, orada gitsek?” dediler. Aradım hemen, “Çok zaman oldu sizin lokantada yemedim (yalandan kim ölmüş) fiyatlar değişmiştir herhelde...” Çok sakin bir şekilde cevap verdi karşımdaki garson, “İçki hariç adam başı 80 milyon ortalama bir fiyattır efeeem!” Aaa o kadarcık mı, dedim, “Bakayım benimkiler başka bir yere rezervasyon yapmadıysa, sizi ararım.” İnsan bir kere yalan söylemeyegörsün... “Maalesef sizin söylediğiniz lokantada yer yokmuş bu akşam!”
(Babamın böyle bir sıkıntısı var, yıllardır söyler. “Şöyle eşinizi, dostunuzu alıp gideceğiniz, gürültüsüz patırtısız, tepenizde ‘bir an önce kalksa da biz yerini alsak’ diye başka müşterilerin dikilmediği, adam gibi yemek yiyebileceğiniz, fiyatları makul bir lokanta bulsak...” Birlikte epey gezdik, denedik, böyle ideal damat ölçülerinde lokanta bulamadık. Aslında aradığı, bir zamanların Abdullah Efendi’si, yahut – belki de – İstanbul Lokantası. Hünkâr Lokantası’ndan bir müjde geldi ya, deneyeceğiz.)
Neticede cumartesi akşamı yine Ortaköy’deki Ta Hncia’ya gittik. “Türkçe”si Ta Nisia. Açılışına gittiğimde de alenen reklamını yapmıştım böyle. (Gittikleri “mekânların” reklamını yapan köşe yazarlarına sataşırken, sen niye yazıyorsun, diye sorarsanız, söyleyeyim: Bu lokantalardan herhangi bir beklentim olmadığı için, genelde de aynı yere tekrar gitmediğim için, içim rahat. Hani bir daha gittiğimde bana itibar etsinler, yahut yemek parası almasınlar gibi bir beklentim yok. Altı ayda bir çıktığım için, “X barı yazayım ki, beni Y’ye davet etsinler, yahut Z’ye gittiğimde iyi ağırlasınlar” gibi bir hesabım da yok... Mesela bu sözünü ettiğim Ta Nisia’yı yerin dibine sokan, yemekleri berbat, fiyatları çok yüksek, diye b.k atan bir yazı okuyunca araştırmıştım. Çünkü kırk yılda bir, benim de yediğim, fiyatlarını bildiğim bir yer söz konusuydu. Araştırmamın sonucu gazetecilik açıdan pek de iç açıcı değildi. Geçelim...)
Sözünü ettiğimiz lokantada itibar görmek için köşe yazarı, gurme yahut da “sosyetik” olmanıza gerek yok zaten. Müşteri olmanız yeterli. Hele benim gibi patrondan ve halkla ilişkiler sorumlusundan torpilliyseniz... Mehmet Şehitoğlu yine her zamanki gibi yirmidört saat işinin başında ve her daim güleryüzlü, bizim Aslı (Kay) da ondan aşağı kalmıyor. Dedim ya toprilliyim ben... Tanıdık, bildik yer olsun, iyi yiyelim ama kazıklanmayalım diye gittik.
Ta Nisia’nın tek müşterisi biz değildik tabii ki, “mekânın ünlü konukları” da vardı herhalde. Ama maalesef yazarınız onları tanımıyor. Öyle olunca da benim masanın dedikodularıyla idare edeceksiniz bugün. İşte size “oto-dedikodu” yani kendi gecemin, kendi insanlarımın dedikodusu :
* Dedim ya ben nadiren dışarıda yerim. Ayrıca öyle “ünlü gazeteci” felan da olmadığım için, beni kimseler tanımaz elhamdülillah. Ama bu sefer durum farklıydı. Kapıdan girince önce lokantanın halkla ilişkiler müdürü gelip boynuma sarılınca, ardından patron “Serdar Abi, hoş geldiniz” diye beni öpünce... garsonlar beni “biri” daha doğrusu bir halt zannettiler, masada ağırlık bende, belki de “hesabı bu ödeyecek, bahşiş kapısı bura” da var az buçuk, kulağıma eğilip “Bir de ara sıcaklardan börek yaptırdım Serdar Bey, o kadar... karnınız doymasın” filan diye bana sahip çıkıyorlar. Garsonlar, sadece bizim değil, her masanın etrafında öylesine pervane ki, bir ara babamın “Yahu denizle aramızdan çekilseniz de...” demesini zor engelliyoruz.
* Benim anaların hası, doğma büyüme Yeşilköylü yani eski Ayastefanos’lu. Onun için Rumlar’a, Rumca’ya biraz zaafı var. Ama bir yandan da sıkı milliyetçi. Mönüdeki yemek isimlerini okurken (dolmadakia yalanci, spanaki, taramo keftedes, börekaki, biftekaki...) bir yandan İstanbul’un kaybettiğimiz zenginliği Rumlar’ı hatırlayıp gözleri doluyor, bir yandan da “Dolma, ıspanak, börek, köfte, ne zamandır Rum yemeği, Yunan yemeği?” diye celalleniyor.
* Bu arada, kayınpeder Latince-Yunanca uzmanı ya, mönüde gördüğü Yunanca kelimeleri çözmeye çalışıyor garibim. Ama bir Eski Yunanca uzmanının “dolmadakia yalanci” karşısında yapabileceği bir şey yok!
* Lokanta Reina’nın tepesinde, Boğaz’a karşı. Eylül ortası, geceler serin... Ben vahşi, Hürriyet’in 50.yılı için Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde verilen yemekte, garsonun biri gelip “Omzunuza bir şal ister misiniz, beyefendi?” diye sorduğunda irkilmiştim. “Yoksa herif beni nonoş mu zannetti?” diye. O gün öğrendim ki, şık lokantalarda adetmiş, müşterilere şal teklif ediliyormuş. Zamanla buna bile alıştık, dün tepki göstermedim. Ama “dereceli gözlük ikramı” benim için yeniydi. Hanımlar yakın gözlüklerini almamışlar, mönüyü benim okumam gerekiyor. Garson elinde bir tepsiyle yetişti, içinde muhtelif renkte plastik kutular. Hani garson masaya getirip yasladığı soğuk meze tepsisindekileri belki anlamayız diye parmağıyla göstererek sayar, ‘Tarama, beyaz peyhir, kavun, âvurdağı, patlıcan salatamızı öneririm çok güzel..’ Bizim garson da elindeki tepsiyi masaya koymuş, sayıyor: 2 numara miyop var, 2 ½ hipermetrop gözlüklerimiz var, eğer daha kuvvetli bir şey isterseniz şunu öneririm, 3 numara hipermetroptur...”
* İki babamız yanyana oturuyorlar, masanın bir ucunda. Hesabı ödeyecek olan, davet sahibi kayınpeder, “Türk usulü keleğe gelmeyeyim” diye endişeli, hani babam erken davranır da öder möder... Yapmaz benimki tabii ama... Yine de belli bir huzursuzluk var havada. Gece boyunca bana sürekli “Ben sana veririm parayı, sen ödersin” diyor. Neyse, bir ara, mutfaktan genç bir aşçı geldi, beline dolayarak bağladığı uzun beyaz önlüğü ve boru şapkasıyla, babamdan imza istedi. Televizyondan tanıdı muhtemelen. Babam da pek alışık olmadığı için hazırlıksız yakalandı, bir kağıt istedi, birşeyler yazıp imzaladı, aşçıbaşına uzattı. Kayınpeder sahneye şahit oldu, ama söylenenleri anlamadı, iyi de işitmiyor zaten... babamın çaktırmadan hesap ödediğini zannetti galiba. Babam elindeki kağıdı aşçıbaşına uzatınca, hop bir ucundan da kayınpeder yakaladı, “Hayatta olmaz, bendensin!” mânâsına birşeyler söylüyor. Aşçıbaşı şaşkın, imzalattığı kağıdı kaptırmamak için o da ucunu bırakmıyor... Neyse, kayınpederi ikna ettik ki, “Ondanız” yani kimse cebren ve hileyle hesabı ödemeyecek.
* “Habercilerden kaçmak” veya “düzeyli birlikteliğimiz duyulmasın” felan gibi endişeleri bile olmayan çok “banalll” bir grup olduğumuzdan, “mekândan” hep birlikte ayrıldık, Ferrari’mizi park etmek sorun olur diye arabasız geldiğimizden, iki taksiye tıkışıp “geceğin karanlığına karışarak gözden kaybolduk!”