Başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk kuramazsın

Güncelleme Tarihi:

Başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk kuramazsın
Oluşturulma Tarihi: Ekim 20, 2013 01:25

Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden Ahmet Ümit’in yeni kitabı ‘Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’ yarın çıkıyor. Hikâye, kentsel dönüşümün yapıldığı Tarlabaşı’nda geçiyor ve yine bir cinayetle başlıyor. İşte romandan bir bölüm...

Haberin Devamı

Bahçeye bakan bir masada oturuyordu, bakışlarını ay ışığında daha bir kederli görünen erik ağacına dikmişti. Gül kurusu hırkasına sarınmış, bir tanıdığı gözler gibi süzüyordu ağacı...
“Yaşlandı,” diye mırıldandı bakışlarını ağaçtan ayırmadan. “O da bizim gibi yaşlandı. Biz ayrılırken dikmişti bu erik ağacını Niko. Mürdüm eriği bu. Diktiğimiz senenin sonbaharında göçtük Atina’ya. 1964’ün Ekimi’nde... Kurur diye düşünmüştüm, kurumamış, ama çiçek de açmamış. Evet, tam on üç sene çiçek açmamış... Biz İstanbul’a ilk ziyaretimizi yapıncaya kadar.” İç geçirerek bana çevirdi gözlerini. “Tam on üç yıl gelmedik İstanbulumuza... Korktuğumuzdan değil, kırgınlıktan. İlk meyvesini biz geldiğimizde verdi bu ağaç, ilk çiçeğini o sene açtı.”
Nasıl da özlemle, kederle konuşuyordu.
“Kurtuluş’ta mı oturuyordunuz? Yani Atina’ya gitmeden önce...”
“Yok be kuzum, Kalyoncukulluğu Caddesi’ndeydi evimiz... Tarlabaşı’nda... Bilir misin o caddeyi?”
Tarlabaşı yine çıkmıştı karşıma.
“Bilirim,” dedim sanki hısım çıkmışız gibi içten bir ifadeyle. “Tam yedi yıl görev yaptım orada...”
Yüzünde yabancı bir esinti belirdi.
“Sezgin’i de tanır mısın? Komiser Muavini Sezgin Göçerli’yi...” Neşesi kaçmıştı, belli ki iyi bir yerlere bağlanmayacaktı bu hikâye.
“Yok, tanımam...” dedim anlamaya çalışarak. “Beyoğlu’nda mı görev yapmıştı Sezgin?”
İçinde kabaran duyguları bastırmaya çalışıyordu.
“Tarlabaşı’nda... Senin görev yaptığın binada. Ahbabımızdı... Çocuklarına babam bakardı. Dünya tatlısı iki kızı vardı. Birinin adı Ayşe, ötekininki Neşe... Çocuk doktoruydu babam. Aynı sokaktaydı muayenehanesi. Bir arada yaşardık, Türkler, Rumlar, Ermeniler, kim varsa mahallede... Kırgınlıklar da olurdu arada, kendini bilmezlerin sataşmaları filan, ama Komiser Muavini Sezgin hep korurdu bizi, hep dostluk gösterirdi. Ne zaman başımız sıkışsa yardımımıza koşar, meselemizi çözerdi. Ta ki o meşum sonbahara kadar... O günleri duydunuz mu?”

Haberin Devamı

Başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk kuramazsın

Haberin Devamı

HAYATIMIZIN EN GÜZEL GÜNLERİNİ MAHVETTİLER

6-7 Eylül Olayları’ndan bahsediyor olmalıydı. Bu şehrin yaşadığı en büyük utanç günlerinden....
“Duydum,” dedim bakışlarımı kaçırarak. “Korkunç olaylar olmuş...”
“Korkunç...” Gözleri nemlendi... “Evet, korkunç... Doğru kelime bu olmalı; korkunç. Halbuki ne kadar güzel bir yaz geçirmiştik. Hayatımın en mutlu mevsimiydi... Yirmi yaşındaydım... Yeni âşık olmuştum. O temmuzda nişanlanmıştık Niko’yla... Büyükada’da Teo Amca’nın dut bahçesinde... Nasıl sevinçliydik, nasıl mutluyduk.” Hayal kırıklığı içinde başını salladı. “Hayatımızın en güzel günlerini mahvettiler...”
“Sizin evler de yağmalandı mı?” Yaşlı gözlerinde tazeliğini hiç yitirmemiş bir acı belirdi. “Yağmalanmaz mı? Talan edildi, talan... İnsanları öldürdüler, tecavüz ettiler, mezarlardan ölüleri çıkardılar. Bize de saldırdılar tabii. Sanki karşılarında düşman varmış gibi... Kapılarımızı kırdılar, evlerimize zorla girdiler, odalarımızı darmadağın ettiler... Bütün eşyalarımızı sokaklara saçtılar, çamaşırlarımız kaldırımları süsledi günlerce... Öyle acımasız, öyle alçakça...”
Ne diyeceğimi bilemiyordum, sanki o sırada aynı karakolda görev yapıyormuş da üzerime düşeni yerine getirmemişim gibi bir suçluluk duygusu çökmüştü yüreğime... “İyi ki size zarar vermemişler,” dedim teselli olsun diye. “İyi ki canınıza zarar gelmemiş.”
“Gelebilirdi...” Sanki o anları yaşıyormuş gibi tedirginlikle ışıldıyordu mavi gözleri. “Evet, gelebilirdi. O korkuyla gitmişti babam Komiser Muavini Sezgin’e... ‘İstiklal Caddesi’ndeki dükkânlar talan ediliyor, insanlıktan çıkmış sürüler sokak sokak halka saldırıyor, bizim de evlerimizin kapısına siyah boyalarla haç yapmışlar, canımız tehlikede yardım edin,’ diye. Ama hiç oralı olmamış Sezgin...”
Abartıyor olabilir miydi yaşlı kadın?
“Nasıl yani?” diye söylendim. “Sokakta kıyamet koparken görmezden mi gelmiş devletin polisi?”
Buruk bir ifade belirdi görmüş geçirmiş yüzünde.
“Sen sahiden iyi bir insansın Nevzat. Evet, görmezden gelmek bile insanın içinde bir merhamet duygusu olduğunu gösterir. Hayır, Sezgin görmezden gelmemiş, olanı biteni gördüğü halde, ben bu işe karışmam demiş. Çok sonra, evler, dükkânlar yağmalandıktan, insanlar tartaklandıktan, taciz edildikten çok sonra, olaylar yatışınca anlattı babam. ‘Sezgin’i daha önce hiç böyle görmemiştim,’ dedi. Sanki babamı tanımıyor gibiymiş. Sanki küçük kızı Ayşe ateşler içinde yanarken gece yarısı kapımızı çalan adam o değilmiş. Öyle soğuk, öyle uzak durmuş. ‘Bizi öldürecekler Sezgin,’ demiş babam. ‘Canımız, ırzımız, evimiz tehlikede.’ Hiç umursamamış komiser muavini. ‘Kusura bakma Mösyö Leonidas,’ demiş. ‘Ben bugün polis değil, milli şuura sahip bir vatanseverim. Rumlara yardım edemem.’ Anlatırken gözleri dolmuştu babamın. Bu ülkenin namuslu vatandaşlarından biriydi. Vergisini düzenli öderdi, askerliğini başarıyla yapmıştı, yükümlülüklerini yerine getirmişti, ama vatandaşlarını korumakla görevli olan bu devletin memuru, karşısında insanlık dışı bir mahluk varmış gibi, bugün görevimi yapamam, çünkü sen Türk değilsin demişti ona...”
Aklıma Diyojen geldi... O da aynı soruyu sormamış mıydı bana? ‘Bugün polis misin, yoksa milliyetçi misin,’ diye. Acaba o zavallı da aynı nefretle mi karşılaşmıştı? Aynı barbarlığın kurbanı mı olmuştu?
“Halbuki hep Türk saymıştı babam kendini,” diye dert yanmayı sürdürüyordu Fofo. “Gençliğinde kilise korosundaymış. Oradaki tecrübesinden olacak, öyle güzel okurdu ki İstiklal Marşı’nı... Askerde ödül vermişti komutanı bu yüzden. Bütün bu olup bitenlere rağmen ölünceye kadar övünüp durdu ödülüyle...”
Bu topraklardaki acımasızlıklarla ilgili çok hikâye duymuştum, hepsi birbirinden ürkütücüydü. Dilleri, dinleri, ırkları ayrı diye insanlar birbirlerini boğazlamışlardı. Ama bu nefreti yaşamış olanlardan dinlemek, tüylerini diken diken ediyordu insanın.
“Çok üzüldüm,” dedim çare olmayacağını bile bile. “Diyojen diye biri var Tarlabaşı’nda. Galiba o da aynı olayları yaşamış...”
“Diyojen mi? Bilmem duymadım böyle birini.”
“Aya Konstantin Kilisesi yer vermiş ona. Geçen gece karşılaştığımızda bir kadınla, bir kızdan bahsediyordu.”
“Ah!” dedi acıyla. “Ah! Andonis’ten bahsediyorsun... Zavallı Andonis’ten...” Çaresizce başını salladı. “Onun derdi kimseninkine benzemez, büyük trajedi Nevzat. Çok büyük trajedi... Ah, Tanrı kimsenin başına vermesin onu... Karısı Katerina, kızı Nana’yla birlikte intihar etti. 7 Eylül’de tecavüze uğramıştı Katerina, bir apartmanın boşluğunda. Sonra hamile kaldı, o tecavüzün neticesi mi, yoksa kocasıyla ilişkisinin neticesinde mi belirlenemedi. İsteseler öğrenebilirlerdi, sanırım ikisi de cesaret edemedi buna. Aralarındaki büyük aşk, bu meseleyi çözer zannediyorlardı, olmadı. Andonis sık sık imalarda bulunmaya başlamıştı. Ancak beş yıl dayanabildi zavallı Katerina bu suçlayan davranışlara. Zaten duygusal bir insandı. Çocukluğunu bilirim, mahallemizin kızı... Yine de elinden geleni yaptı, durumu düzeltmek için. Çok ısrar etti Andonis’e gidelim buralardan diye. Belki Tarlabaşı’ndan uzaklaşırlarsa kocası da aklındaki şüpheden uzaklaşır diye düşündü. Ama gitmedi Andonis; malı mülkü çoktu ailenin, göze alamadı gitmeyi. Kocasının aklını ve yüreğini kemiren o kuşku, ağır ağır delirtti Katerina’yı... İçten içe çürüyen bir ağaç gibi, içten içe yedi bitirdi kızcağızı. Kimse fark etmeden. Ve bir gün bu cehennem azabından tümüyle kurtulmak için kıydı canına. Ama önce, ‘Benim başıma gelen kızımın da başına gelmesin,’ diye Nanacığa içirdi uyku haplarını, çorbasının içine katarak sonra da kendi yuttu avuç avuç... Kucak kucağa yatarken bulmuşlar bir öğle sonu anne-kızı... Öylece yatağın üzerinde...”
Daha fazla konuşamadı, elini ağzına kapadı, gözyaşları yanaklarından boşanmaya başlamıştı. Kalakalmıştım oturduğum iskemlede. Aptal Nevzat, ne âlemi vardı sanki o adamcağızı sormanın.

Haberin Devamı

SENİN SUÇUN DEĞİL

“Özür dilerim,” dedim pişmanlıkla. “Seni üzmek istememiştim.”
Sağ eliyle bileğimden tuttu, içtenlikle sıktı.
“Senin suçun değil.” Sanki biraz açılmıştı. Masadaki peçeteyi alıp gözlerini kuruladı. “Senin suçun değil... ”
“Nasıl yapabilmişler bunu?” diye isyan ettim. “Mahalledeki komşuna, sokağındaki ahbabına kıyar mı insan?”
“Mahalledekiler yapmadı ki Nevzat. Onlara haksızlık etmeyelim. Başka mahalleden gelenler yaptı. Bizi, bir komşumuz kurtardı mesela... Yadigâr Hanım... Küçük oğlu Behçet veremdi. Babamın hastasıydı o da. Olanları duyar duymaz, çalmış bizim muayenehanenin kapısını... ‘Ne duruyorsunuz Mösyö Leonidas,’ demiş. ‘Madamı, kızı al, bizim eve gel.’ Bir hafta evinde ağırladı Yadigâr Hanım bizi. Yok, ben insanların kötü olduğuna inanmıyorum Nevzat. Seksenime merdiven dayadım, vardığım netice bu. İnsan ne iyidir, ne de kötü, hem şeytan vardır içimizde hem de melek. Hangisini uyandırırsak, hangisini beslersek, o ele geçirir ruhumuzu. O zamanın hükümeti, nefret aşılamasaydı vatandaşlarına, bu kötülükler olmazdı, şeytan sokağa inmez, kardeşçe yaşar giderdik bu topraklarda. Olmadı, hangi akla hizmetse, fitne çıkardılar, dini bahane ettiler, ırkı bahane ettiler, nefreti soktular hayatımıza. Varlık Vergisi’yle başladı, 6-7 Eylül Olayları’yla sürdü, en son da 64’teki Kıbrıs meselesiyle kopardılar bizi toprağımızdan. Evimiz, barkımız, annemizin, babamızın mezarları burada, gönlümüz burada ama biz sürgüne gittik. Temelli sürgüne... Peki bizi sürdüler, kovdular da n’oldu? Başları göğe mi erdi? Ülke büyük bir kalkınma mı yaşadı, bu şehir mamur, müreffeh mi oldu? Aksine, ne yazık ki daha beter hale geldi. Tarlabaşı’nın perişanlığını görüyorsun. Her türlü yoksulluk orada, yolsuzluk orada, en katmerli rezillik orada... Şehrin ortasında bir garabet. Sanki lanetlenmiş gibi canımın içi semt. Ama böyle olur işte; suçu günahı olmayan insanları yerinden yurdundan edersen varacağın yer budur... Başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk kuramazsın.”

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!