Güncelleme Tarihi:
Tam 10 yıl sonra 2 Mayıs 2011’de düzenlenen ‘Geronimo’ adlı gizli operasyonla Bin Ladin’in öldürüldüğü ilan edildi. Yıllarca hafızalarımıza kazınan gürüntülere yenileri eklendi haliyle. Başta TIME, Bin Ladin’in fotoğrafının üstüne ‘kanla’ kırmızı bir çarpı işareti atarak yeni imgesel anlatımlar sunmuştu...
Şöyle bir baktığımızda 11 Eylül 2001’den beri önce medya aracılığıyla, sonrasındaysa pek çok sanat dalıyla 11 Eylül imgeleşmiş ve yeni imgelerini/simgelerini doğurmuştu. Enis Batur, ‘Geronimo’nun Ölümü’ isimli yeni kitabında, Bin Ladin’in ölümüyle beraber 11 Eylül olaylarını ve bütün sürecin ‘imgesel’ serüvenini irdeliyor. Batur’la 11 Eylül ve Bin Ladin’in öldürülmesi sonrası yaşanan imge bombardımanını ve yeni kitabını konuştuk...
Geronimo’nun Ölümü, alıştığımız Enis Batur denemelerinden biraz farklı başlıyor aslında...
- Bunun nedeni olayın çok uzakta değil, herkesin evinde cereyan etmesi, birkaç saatlik zaman farkıyla! Kitabın kıvılcımı oradan çıktı: Neden her köşeden mahremimize bu kadar yoğun bir imge bombardımanı yapılıyor, neden buna izin veriyoruz, bize gösterilmek istenen bütün ‘film’lere boyun eğiyoruz? ‘Seyretmek’ fiili amansız biçimde hayatımıza yön veriyor, herbirimizi kesintisiz bir ‘hipnoz’ haline sürüklüyor.
‘Geronimo’ mühim bir simge. ‘Kızılderili kırımı/kıyımı’ yeni kurulan bir ülkenin başlangıcını simgeliyordu. Usame Bin Ladin’in öldürülmesi de yeni bir yapılanma olabilir mi sizce?
- Kodlama biçimi çok yanlıştı. Geronimo bir mazlumdu, Bin Ladin ise bir zalim. Yeni bir yapılanma çıkamaz buradan. Terör hiçbir biçimiyle yüceltilebilecek bir kavrama dönüştürülemez, haklılık payı barındıramaz.
Usame Bin Ladin’in öldürülmesinden öncesine, olayların başlangıcına gitmekte fayda var. 11 Eylül’de “Böyle olacağı belliydi” cümlesi kurduğunuzu itiraf ediyorsunuz. Böyle olacağı gerçekten belli miydi?
- “Böyle olacağı belliydi”nin içinde “Bir gün birşey olacağı belliydi” önsezisi duruyor. Pek çok kişi Derrida’nın deyişiyle ‘hayta devlet’lerin bedel ödeyeceği düşüncesine ve duygusuna sahipti. Daha da önemlisi, Amerikan sinemasının olayı önceleyen dönemde ortaya koyduğu senaryolardı: Neredeyse yol gösterdiler! Seyir kültürünün yaydığı şiddet yeterince yargılanmıyor: Televizyon ve sinema endüstrisi hemen hemen şiddet dershaneleri işletiyor, diyebiliriz. Seri katillerin herkesten daha zeki ve kültürlü olduğu Hanibal’vari figürler dolduruyor ekranları.
11 Eylül 2001, önemli Amerikan simgelerine yönelik bir saldırıydı. Ancak daha sonra gerek medya gerekse diğer görsel sanatlar aracılığıyla yeni simgeler doğurdu. Kulelerin yıkılmasına dair görseller, illüstrasyonlar, Bin Ladin’in fotoğrafları videoları...
- Tam da bu amaçla masama sıcağı sıcağına oturmak istedim: İmge sağanağı altında, her an, hangi acı kuyusuna düşüyor, düşürülüyoruz? Başkalarının acılarını, örneğin 11 Eylül kurbanlarının ya da şimdi Suriyelilerinkini, seyretmeye nasıl oluyor da alışıyor, alıştırılıyoruz... Elden ne gelir? Beckett’in dediği gibi, benim elimden yazmaktan başka bir şey gelmiyor ne yazık ki.
KENDİ HALKINA YALAN SÖYLEMEYEN TEK BİR DEVLET VAR MI YERYÜZÜNDE
11 Eylül’ü ABD’nin kendisinin planladığını söyleyenler oldu, sonra Bin Ladin’in öldürülmesinin yalan olduğunu anlattılar. Buradan bakınca sizin daha önce dile getirdiğiniz üzere Amerika büyük bir şaka mı gerçekten?
- Amerika mı asıl şaka, bence dünyaya egemen olan düzen berbat bir şaka. Bütün aklıbaşında insanlar bunu görüyor, biliyor ama hiçbirinin değiştirme yeteneği ve gücü yok. Düzen üstümüze gerçekleriyle olduğu kadar yalan dolanlarıyla çöküyor. Kendi halkına yalan söylemeyen tek bir devlet var mı, olmuş mu yeryüzünde? Yapabileceğimiz tek şey bu şakaya gülmeyi reddetmek.
Enis Batur kitaplarının özelliğidir, kendisi kadar okura da sorular sordurur. Buna ilaveten bu kez, kitabın yazılış güncesine de yer veriyorsunuz, hattâ Enis Batur nasıl yazar onu da açıklıyorsunuz.
- Geronimo’nun Ölümü, konu hangi açılımları barındırırsa barındırsın bir yazın metnidir, aman bunu unutmayalım! Colette, bana bir konu verin hemen onu romanlaştırayım dermiş. Benim için bu olay sonuçta bir ‘bahane’, bir tür ‘vesile’ydi: İmge-Seyir-Şiddet üçgenine ilişkin bir metin kurma isteğime denk geldiği için yazdım kitabı. Sorun, bütün bireylerin sorunu bugün. Benimkisi bir versiyondur, okur metni katederken kendi versiyonunu yanda kuracaktır. Kişisel olarak metne nasıl yaklaştığıma veya genel olarak yazarlık ‘durum’larına değinmem ise, biliyorsunuz: Ben hep öyle yapıyorum.
KİTAPTAN
(...) Amerikan sinema endüstrisi 11 Eylül’ü bir ölçüde öngörmüştü. Kollektif imgelemde çoktandır büyük terör tehdidinin alanı genişlemiş, ‘düşman’ psikozunun toplumsal zeminde sürekliliğini beyaz perdenin baştan beri sağladığına tanık olunmuştu. Hollywood, western klâsikleriyle kızılderili portresinden başlattığı öteki figürünü, zaman içinde Pearl Harbor kamikazelerine, Kore’ye, Vietnam’a, Afganistan’a, Irak’a, İran’a transfer ederek, karşıkefede bir kahraman figürünü semirtti. Bobinler bu savaşların, savaşımların görüntüleriyle dolu. John Wayne’den Stallone’ye, Indiana Jones’tan Bruce Willis’e geçerken, ortalama Amerikalı makaraları birbirine karıştırmaya koyulmuş, bir aktörü başkan, ötekisini vali seçerken, kurmacayı hakikattan ayıramaz hale getirilmişti.