Oluşturulma Tarihi: Temmuz 26, 2010 00:00
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un dört mevsimini anlatan yazı dizimiz yaz mevsimiyle sürüyor. Önceki hafta Refik Durbaş ve Gencay Gürsoy yaz mevsiminin Anadolu Yakası’ndaki, Boğaziçi’ndeki izlerini anlatmıştı. Bu hafta sıra Avrupa Yakası’nda. Tuna Kiremitçi, şehrin sokaklarında, meydanlarında kısa bir yolculuğa çıkıyor.
İstanbul’un Anadolu Yakası’nın daha “Avrupai” olduğu, genel kabul gören bir tespit. Kentin barındırdığı yüzlerce yaman çelişkiden biri bence de bu. Anadolu Yakası daha planlı geliştiğinden, daha bayındır ve “medeni” bir görüntü arz ediyor. Ev kiraları,
trafik akışı, suç oranı da her daim daha makul.
AVRUPA YAKASI NEDEN DAHA SEKSİ
Bütün bunlara rağmen Avrupa Yakası’nı daha “seksi” kılan nedir peki? Niye insanlar aynı parayla diğer yakada paşalar gibi yaşayabilecekken Avrupa Yakası’nın kümesvari evlerine dünyanın kirasını ödüyor? Gezi ve eğlence hayatının daha çok orada mevzilenmesi mi? Şehrin çokkültürlü yapısını yansıtan demografisi mi? Sırtını yaslamış olduğu tarihsel katmanlar mı? “Ekmeğin” orada oluşu mu yoksa?
Hiçbiri ya da hepsi... Ama benim gözümde, Avrupa Yakası bir “küçük Türkiye” olduğu için önemli.
Uzun yıllar sürmüş göçün yarattığı yeni kültürel katmanlar sayesinde, ülkenin minyatür bir modeline dönüşmüş Rumeli Yakası: Türkiye’yi tanımak isterseniz birkaç gününüzü ayırarak yapacağınız bir geziyle amacınıza ulaşabilirsiniz.
Bebek’e gittiğinizde başka bir İstanbul çıkıyor mesela karşınıza, Eyüp’ten geçtiğinizde başka... Fatih başka bir kültürün, Yeniköy ise bambaşka bir dünyanın giriş kapısı.
Bırakın aynı şehirde olmayı, Çarşamba Mahallesi’yle Teşvikiye’nin aynı ülkede olduğuna bile kim inanır?
Bu arada, İzmir’le Siirt’in aynı ülkede olduğuna kim inanır o da ayrı bir konu ama, yazımızın formatına uymadığından şimdilik girmiyorum.
BEN BİR PERA, TARİHİ YARIMADA GEZGİNİYİMKültürel kodların izini sürmeyi bilenlere enikonu derin bir imkânlar dizisi sunuyor Avrupa Yakası: Hangi açıdan bakarsanız size öyle gözünüyor ve ülkenin bütün çelişkilerini dar alanda buluşturup nükleer tepkimelere yol açıyor.
Şehrin enerjisi bu yüzden Boğaziçi’nin bu yakasında yoğunlaşıyor ve özellikle yaşlı kıta Avrupa’dan gelen turistlerin ülkelerinde bulamadıkları bir adrenalini yaşamasına yol açıyor.
Kendi payıma, bir Pera ve tarihi yarımada gezginiyim. Surların içine çekildiğimde ya da Beyoğlu’na çıkınca, kendimi şehrin binlerce yıllık tarihiyle temas halinde hissediyorum. Bu da göçmen ruhumuzun aradığı yer-yurt sahibi olma ve aidiyet ihtiyaçlarına birebir karşılık veriyor. Kendimi İstanbullu hissediyorum.
Şehrin hangi merkezden doğup çevreye doğru genişlemiş olduğunu, yol boyunca izlediği konak yerlerini tek tek anlıyorsunuz.
Öte yandan, “medeni” olduğunu bilmekle birlikte, Anadolu Yakası’nı “güzel bir komşu şehir” olarak gördüğümü de itiraf etmek isterim. Kadıköy fanatiği arkadaşlarım Kaan Çaydamlı ve Mehmet Öztekin’in duygularını çok iyi anlıyorum ama onların delikanlı ruhu bile hissettiğim deplasman duygusunu gidermiyor.
NOBEL GETİREN RENKLİ MANZARAVelhasıl, binlerce parçalı bir yapboz olarak görüyorum Avrupa Yakası’nı. Üstelik, Borges öykülerinde olduğu gibi, her defasında başka bir şekilde bir araya getirip yeni bütünler elde edebildiğimiz bir parçalar toplamı. Ele avuca sığmaz bir oyun bahçesi ya da.
Hiçbir haritada yer almayan, eğri büğrü yokuşlarında nefes alıp verirken, Nobel edebiyat jürisi tarafından ödüllendirilen şeyin belki de bu pitoresk manzaralar olduğunu düşünmeden edemiyorum: Kara çarşaflılar ve Aylin Aslım hayranları, stilettolarıyla sokakların tozunu atanlarla kavruk delikanlıları Anadolu’nun, kiliseler ve sinegoglar, “uygarlıklar çatışmasına” şöyle şık bir cevap veriyor aslında: Bizlere de en kolayı mı en zoru mu bilinmez, bunun edebiyatını yaratmak kalıyor.
“Başka İstanbul yok” diye bir söz vardı eskiden. Şimdiyse başka, bambaşka İstanbullar var koyun koyuna yaşayan: Bazen dövüşüp bazen de sevişerek.
Avrupa Yakası da bütün bunlara evsahipliği yaptığı, bizi karlı karşıya getirdiği ve birbirmizi tanımamızı sağladığı için değerli benim gözümde.
Dünya görüşünüz ya da yaşam tarzının ne olursa olsun, onun sokaklarında her gün irili ufaklı şoklar yaşıyorsunuz ve bu da sizi diri tutuyor.
Sonuçta uygarlıkların buluştuğu, zaman zaman itişip kakıştığı, çeliştiği ve bu çelişkilerin enerjisiyle insanın başını döndüren bir demografiden bahsediyoruz.
Hani “benim şiirim Doğu’yla Batı’nın çelişkisidir, birleşimi ya da uzlaşması değil” demiş ya şair ve düşünür Cemal Süreya, aslında İstanbul’un Avrupa Yakası’nı tarif etmiş belki de: Uzlaşmayan ama çelişmekten de vazgeçmeyen, vazgeçemeyen farklı İstanbulların prizmasını.