Güncelleme Tarihi:
BİZE YAZMAK İÇİN TIKLAYIN...
1. BÖLÃœM İÇİN TIKLAYINÂ
2. BÖLÜM İÇİN TIKLAYIN...
3. BÖLÜM İÇİN TIKLAYIN...
4. BÖLÜM İÇİN TIKLAYIN
Süheyla töre cinayetinden "tesadüfen" kurtulabilmiş az sayıdaki kadından biriydi. Ölümden, öldürülmekten kurtulması yetmiyordu ama yaşaması için. Hayatta kalabilmek ve sonra da hayata tutunabilmek için çok uzun bir yolu vardı. Çünkü öldürülme riski hala devam ederken, korunma ihtiyacıyla birlikte, bir yandan da geçim derdi, psikolojik sorunlar, sosyal handikaplar yaşıyordu.
Ve bu sorunları yaşayan vatandaşlarını korumak, kollamakla yükümlü devlet, ortada yoktu. Olduğu zamanlarda da Süheyla'nın ihtiyaçlarına cevap vermiyordu.
Oysa onu korumak, devletin ve onun desteklemesi gereken resmi ve sivil kurumların işiydi.
Batıda, o çok girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği ülkelerinde böyleydi.
Oralarda devlet böyle sorunlar yaşayan kadınları daha karakol aşamasında korumaya alıyor ve sadece can güvenliğini sağlamakla kalmıyor; kendi ayakları üzerinde durup hayatlarını kurana kadar, maddi ve manevi açılardan destekliyordu.
Türkiye'de öyle değildi; üstelik ölüm tehdidiyle yaşayan, bu yardımları alamadığı, bir telefon bile edemediği için gencecik yaşında öldürülen yüzlerce kadınla doluyken... Bu cinayetler yıllardır lanetleniyor, ama bir türlü engellenemiyordu.
Süheyla "şanslıydı", kurşunlar onu öldürmemişti. Sonra kendisine yardım eli uzatabilecek insanlara rastlamıştı.
Ama sonuç değişmedi. Süheyla hala, kendisini öldürmek için peşinde olan kocasının akrabalarına her an rastlayabileceği sokaklarda dolaşıyor.
Hükümet, en tepelerindekiler başta olmak üzere "aile içi şiddete son vereceğine" dair antlar içerken o sokakta bir kamyon kasasında sabahladı çok kere. Herhangi bir köşeyi döndüğünde, canını isteyen akrabalara defalarca rastladı. Geceliği 10 YTL'lik, soğuk otellerde, kapısı zorlarınken çok uyumaya çalıştı...
Neyse, hikayeyi baştan anlatmayayım; bu sayfalarda yayınlandı, dileyen okuyabilir. Süheyla bu sürecin bir yerinde, görevim nedeniyle karşılaştığımda bir ateş gibi düşmüştü avucuma... Tek ben değildim, İstanbul Valiliği İnsan Hakları İl Masası Başkanı Avukat Vildan Yirmibeşoğlu ve televizyoncu bir arkadaşımız daha, üçümüz bir yıldan daha uzun bir süredir, Süheyla'ya önce can güvenliği, sonra iş, sonra yiyecek, sonra ev, sonra kira yardımı, sonra psikolojik destek, sonra giyecek, sonra hukuki destek vesaire, sağlamaya çalışıyoruz.
Oysa bunların hiçbiri bizim görevimiz değil.
Kahraman ya da "enayi" olduÄŸumuzdan yapmıyoruz bu devletin ve onun desteklemesi gereken resmi ve sivil (ve profesyonel) kurumların yapması gereken ÅŸeyi. Sadece, elimize ateÅŸ gibi düşen, bıraksan öldürülecek ya da kendisi ölecek bir kadını sokaÄŸa bırakamayacak kadar vicdana sahip olduÄŸumuzdan yapıyoruz. BaÅŸka türlüsünü yapamadığımızdan. Bir de nasıl yapılacağını bilip, yapılmadığında isyan ettiÄŸimizden.Â
Ne yapsaydık? Biz de herkes gibi, "elimden bir şey gelmez" deyip, onu sokaklarda bırakarak sıcak evlerimize mi dönseydik? Dönemedik, dönmedik. Şimdi Süheyla derdiyle yanan yalnız bir kadın değil; dördümüz birden onun derdiyle yanıyoruz.
Çünkü elde ettiğimiz sonuç sıfır!
Biz, bir telefonla en önemli kişilere ulaşabilecek mesleklerde üç kadınız. Bütün olanaklarımızı seferber ettik Süheyla için. Bazen çocuğumuzla ilgilenmedik, onunla ilgilendik. Cebimizden verdik. Onun travmalarını içselleştirdik, geceleri korkuyla uyuyamadık. Her yeri aradık. Herkese anlattık. Sadece üçümüz değildik üstelik; bütün bu "kadın meselesi"ni bilen, yolunun yordamının farkında, her fırsatta anlatan, belki yüzlerce kadını da tanıyoruz.
Yine de beceremedik; Süheyla'ya güvenli bir yer bulamadık.
Bunları da uzun uzun anlatmayacağım... Anlatacağım, artık sözün bittiği yerde, son birkaç söz...
Son aranan yerlerden biri bir Belediye Başkanlığı'ydı. Koltuğunda Türkiye'nin tanıdığı ünlü biri oturuyordu. Devletin şiddete uğrayan kadınlar için sığınma evi kurma görevini verdiği belediye başkanlarından biri. Bu görevi yerine getirmek için henüz bir adım atmamasına rağmen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü gelip çattığında, kameralar eşliğinde kadınlara sarı güller dağıtmaya pek meraklı bir belediye başkanı. Her konuşmasında "duyarlılığının" altını çizen bir belediye başkanı.
Yardımcıları aracılığıyla ona Süheyla'nın hikayesini ilettiğimizde -ve sadece bir yıllığına güvenli bir ev tuttuğunda kirasını karşılamasını istediğimizde- hemen cevap verdi: "Tamam" dedi.
Havalara uçtuk. En çok da Süheyla. Bu zaman içinde belki ona bulduğumuz işte ücreti artar, bir yıl içinde kendini toparlar, kendi kirasını ödeyecek duruma gelebilir, sokaklardan kurtulabilirdi.
Başkan bizi hemen falan filan müdürlerine yönlendirdi; onlar "onu da yaparız, psikolojik destek de veririz, eşya yardımı da yaparız" diye öyle ballar damlatıyorlardı ki ağızlarından, Süheyla etekleri uçuşarak gitti ve kendine güzel bir ev buldu. (Kirası da 450 YTL'ydi)
Ama o günden sonra başkan beyden bir türlü haber çıkmadı; her aradığımızda kapılar, telefonlar, elektronik posta kutuları kapalıydı.
Böyle dört hafta geçirdik. Ha oldu, ha olacak diye...
Sonunda Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, İstanbul Valiliği İnsan Hakları Masası İl Başkanı Avukat Vildan Yirmibeşoğlu'na, "Ben böyle bir söz vermedim, başınızın çaresine bakın" dedi.
Sözünden dönerken, kabalık etmeyi de ihmal etmemesi ilginçti. Yıllardır, valiler, belediye başkanları, hakimler, savcılarla çalışan Yirmibeşoğlu, hayatında ilk kez şöyle bir söz duyacaktı, onun ağzından: "Siz zaten bu kafayla giderseniz, hiçbir şey yapamazsınız."
Hangi kafayla gitmemiz gerektiğini ona sormak istemiyorum ben. Çünkü aklıma hemen onun yaptığını yapmayı kastetmiş olabileceği geliyor: Süheyla'ya "başının çaresine bak" demek...
İşte Süheyla'nın hikayesinin sonu. Sözün sonu. Bunca emeğin sonu. Bu ülkeye olan umudun sonu.
Bu sonu, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'le birlikte, hepimiz, bütün toplum yazmış olduk.
Bu yüzden artık Süheyla ne yapsın, diye de sormayacağım. Zaten kimse cevap vermiyordu. Ama sessizlik, Sarıgül'ün cevabından daha iyiymiş galiba, hiç değilse umudu barındırıyordu içinde...