“Bana yer silmek daha güzel geliyor”

Güncelleme Tarihi:

“Bana yer silmek daha güzel geliyor”
Oluşturulma Tarihi: Eylül 04, 2009 01:00

İkinci klibini ‘Ağladın Ya’ya çeken genç şarkıcı Meyra ile albümü, kayınvalidesi, eşi, bebek hayalleri ve sevdiği ev işlerine kadar pek çok konuda konuştuk. Şarkıcılığının yanı sıra çok iyi bir eş ve ev hanımı olan Meyra, en sevdiği ev işinin yer silmek olduğunu söylüyor.

Haberin Devamı

MEYRA FOTOĞRAFLARI   

İlk albümünüzü 18 yaşında çıkardınız. Ardından Amerika’da yaşadığınız 5 yıl süresince müzik kariyerinize New World School of The Arts’ta akademik opera eğitimiyle devam ettiniz. Bu dönem size neler kattı?

Amerika benim kendimi tamamen bulduğum yer, mekan ve zaman dilimi. O beş sene hayatıma çok şey kattı. İngilizcem yoktu, ki artık dünyada en geçerli lisan herkesin bilmesi gerekiyor. İngilizce öğrendim. Müzikten kopmam mümkün değil. İçimde bir ateş yanıyor. İlk etapta bir şan hocası buldum. “Mutlaka konservatuara girip opera şan eğitimi almalısın, çünkü senin böyle bir potansiyelin var” dedi.  Bana birkaç arya öğretti. Konservatuarın o seneki sınavına girdim ve kazandım. Kendimi ‘Carmen’ operasının bir aryasını ve ‘Phantom of the Opera’ müzikalinin çok önemli bir şarkısını söylerken buldum. Okulda opera şan eğitimi alarak soprano bir sesim olduğunu fark ettim. O eğitimi alırken, müzikalleri aryaları öğrenirken, bir yandan da öğrendiğim müzikallerin gerçeklerini Broadway’de seyrettim. Bir yandan söylemek, bir yandan görmek çok şey kattı. Kısa sürede kendimi farklı bir dünyada buldum. Bir dönem var ki hiç pop müzik dinlemedim. Sadece klasik müzik ve opera dinlediğim dönemde Andrea Bocelli ile Sarah Brightman’ın ‘It’s time to say goodbye’ şarkıları patladı. Tüm dünyada meşhur olan bu parça ile ilk defa klasik müzikle popun karışımını fark ettim. Günümüzde artık bu tarz çok uygulanıyor. Birçok müziğin karışımıyla yeni soundlar ortaya çıkartılıyor. Klasik müzik gibi ama aynı zamanda bir pop duruşu da var.  O beş sene her anlamda kendimi bulduğum, geliştirdiğim bir dönem oldu. Mesela Sarah Brightman’ın konserini seyrettiğimde o kadar etkilenmiştim ki konserin sonunda eşime dönüp “Ben böyle olmak istiyorum bir gün” dedim.
O gün sanki bir idol bulmuştum. Bugün ne yapıyorsam, Mario Frangoulis’le konser verebiliyorsam, aryalar söyleyebiliyorsam, bir Meyra tarzı ortaya çıkabiliyorsa, bunların gerçek temeli o günlerde atıldı. Tabi ki benim müzikle tanışmam on yaşında oldu ama klasik batı müziğiyle tanışmam 20’li yaşlardan sonra oldu.

Profesyonel bir arya yorumcusu olarak Türkiye’deki sesleri nasıl buluyorsunuz?   

Estağfurullah, bunu değerlendirmek bana kalmaz. Şöyle düşünüyorum; herkes kendi kapasitesinin en üst noktasına gelmeye çalışmalı. En önemli şey bu. Ben opera sanatçısı değilim. Ben çok çalışarak kendimi geliştirdim. Tabi ki Allah’ın verdiği bir şey var. Ama hakikaten hâlâ şan dersleri alıyorum. Örneğin Amerika’da akademik opera şan eğitimi almış olmam yeterli değil; ölene dek bu böyle devam etmeli. Dünyada da bakıyorum, bir Sarah Brightman belki 45, belki 47 yaşında ama hâlâ şan dersi alıyor. Celine Dion keza öyle. Yani profesyonel olarak şarkı söylemeye devam ettiğiniz sürece kendinizi geliştirmeniz gerekiyor. Türkiye’de çok beğendim sesler var. Hep örnek veriyorum, Betül Demir’in sesini çok beğeniyorum. Şebnem Ferah, Sertab Erener, Burcu Güneş ve Sıla’yı da beğeniyorum. Bu isimlerin hepsi de müziği çok seven, müziğe gönül vermiş kişiler. Bu bence çok önemli. Ama tabi ki konservatuarlarda, opera şan bölümlerinde okuyan bir sürü değerli ses de var. En önemli şey “Ben oldum” dememek. Sürekli ‘Daha iyi ne yapabilirim? Daha iyi nasıl şarkı söyleyebilirim?’ felsefesi gütmek işin formülü. Böyle olunca başarılı da olunuyor diye düşünüyorum.

Klasik müzikle ilgilenmek Türkiye gibi pop müziğin ağırlıkta olduğu bir ülkede sizin için dezavantaj yaratıyor mu?

Tanıtım aşamasındayken zorlandığımız noktalar olmadı diyemem. Ben biraz daha zor bir yolu seçtim. Yaptığım müziğin çok örneği yok, hatta şu anda hiç yok diyebiliriz. Dolayısıyla yeni bir tarz gibi algılanıyor. Dünyada bunun çok örnekleri var ama, Türkiye’de pop müzik ağırlıkta olduğu için hem avantajı var, hem dezavantajı. Avantajı, yerimde tek olmam; yani beni ayrı bir yere koyuyor olması. Dezavantajıysa insanların algılaması biraz daha geç oluyor. Hafızalarda yer etmek biraz daha zor olabiliyor. Ama şuna çok çok inanıyorum; Türk halkı her zaman iyi olanı, kaliteli olanı seçebilen, görebilen bir halk. Bu albümün başarısı da bunu gösteriyor. Çok doğru bir ekiple çalıştım, ‘benim tarzım bu’ deyip ortaya çıkmak önemli değil. Önemli olan tarzı belirledikten sonra doğru ekiple çalışabilmek. Mesela, Samsun Demir çok doğru bir prodüktör. ‘Meyra ve 4 Tenor’ konseptinin belirlenmesi, bestelerin seçimi gibi birçok aşamada doğru adımlar hep onun sayesinde atıldı. Bana inanan, çok önemli bir menajerim var. Mario Frangoulis konserlerinin oluşabilmesi için zemini o oluşturdu. Bu kişi Alp Çağrı Günal’dır. Çok önemli besteciler var. Sinan Akçıl, Mustafa Ceceli gibi aranjörler var. Ozan Doğulu, Suat Ateşdağlı, Hüseyin Karadayı gibi önemli birçok kişinin imzası var. Burak Kut, Cemil Demirbakan, Ferhat Göçer, Mario Frangoulis gibi önemli seslerin destekleri var.

‘Meyra ve Dört Tenor’ projesindeki isimler nasıl belirlendi?

Aslında oturup bir liste hazırlanmadı. Her şey biraz akışıyla oldu. Mesela Burak Kut’la olan şarkının orijinali Bulgar bir şarkı. Samsun Bey şarkıyı beğenip bana dinlettiğinde baktık ki o zaten bir düet. Şarkının orijinalinde bir kadın ve bir erkek söylüyor. Bizde o formatı bozmak istemedik. “Kim eşlik edebilir?” diye düşünürken Samsun Bey “Burak Kut olabilir” dedi. Çünkü Burak’ın sesini çok iyi biliyoruz. Kendisi çok iyi bir müzisyen. Teklif ettik, sağ olsun kırmadı. Mario Frangoulis’le olan duruma gelince... Geçen sene ağustos ayında Kuruçeşme Arena’da verdiği konserde onunla düetler yapmıştık. Konser inanılmaz güzel geçmişti. Konser sonrası bana “Senin sesine Vincero Perdero şarkısı çok yakışır. Madem albüm yapıyorsun, kullanmak istersen, iznini veririz, kullanabilirsin” dedi. Ondan böyle bir fikrin gelmesi, beni çok etkiledi. Bir nevi rüya gibiydi. Daha sonra bunun üzerine şunu teklif ettik: Vincero Perdero’yu albümümüze koyuyoruz. Acaba bizimle söyler misin? Düet yapar mısın? Sağ olsun bizi kırmadı destek oldu. Ferhat Göçer’e gelince. Ben kendisiyle üç dört sene öncesinden tanışıyorum. Hep bir şeyler yapalım diyoruz, ama bir şey yapmak kısmet olmamıştı. ‘Son Sevdiğim’ isimli şarkıyı sorduğumuzda “Tabi ki” dedi. Hiç kimseden olumsuz bir şey duymadık. Aynı şekilde Cemil Demirbakan’la da böyle oldu. Fakat Cemil’le şöyle enteresan bir şey oldu. Ferhat Göçer, Burak Kut ve Mario Frangoulis olarak baktığımızda hep klasik müzik eğitimi almış, aynı zamanda pop da söyleyebilen, tarz olarak daha yakın olduğumuz kişiler. Cemil Demirbakan ise daha rock tarzında şarkıları yorumluyor. Açıkçası orada ortaya nasıl bir şey çıkacak diye merak ediyordum. Kayıt yapıldı. Şarkıyı dinledik. Hepimiz çok beğendik. Çok farklı bir kimya oluştu. Güzel ve enteresan bir sentez çıktı ortaya.

Müzik sektöründe güzel bir kadın olmanın avantajları ya da dezavantajları neler?

Teşekkür ederim. Güzellik çok göreceli bir şey aslında. Bugün güzel dediğimiz şeyin yarın daha güzelini gördüğümüzde fikrimiz değişebilir. Güzellik böyle bir şey, dezavantaj olmuş mudur? Bazen, belki. Görsellik ön plana geçtiği zaman sanki bazı şeyler daha arka planda kalıyor. Sonuçta ‘show business’ yapıyoruz, konserlere çıkıyoruz, ekrana çıkıyoruz, klipler çekiyoruz. Mesela bir klipte görsellik en önemli şey, insanların klipe bakması daha muhtemel oluyor. Ama düşünsenize karga gibi bir sesiniz var. Ne kadar güzel olursanız olun o klip seyredilmez, ya da insanlar kulaklarını tıkayıp izlerler. En güzeli ikisinin de bir arada olması. Dezavantaj olarak, dediğim gibi ilk etapta görsellik ön plana geçerse insanlar sizin sesinizi şarkılarınızı belki sonradan algılayabilirler. Bir gölge oluşturabilir ama bu da zaman içinde aşılır.

2007 yılında ‘Şöhret Okulu’ ve ‘Ateşten Koltuk’ isimli iki televizyon dizisinde rol aldınız. Şu sıralar dizi ya da sinema teklifleri alıyor musunuz?

Aldım,  hatta albüm çıkartmadan önce almıştım. Fakat dizi çok yorucu bir şey, hepimizin bildiği gibi bu da bir aşk istiyor. Dürüst konuşmak gerekirse oyunculuk için içimde büyük bir aşk yok, ama müzik için çok büyük bir tutku var. İkisini kıyas bile yapamam. Tercihim müzikallerden yana olur, ama Türkiye’de maalesef şu an için müzikal olmadığından ki, onun üzüntüsünü de yaşamıyor değilim. Ancak, senaryoyu okuduğumda kendime yakın bir karakter gibi hissedersem, işin içinde bir şekilde müzik olursa... Belki bir müzik öğretmeniyimdir, belki şarkıcı olmak isteyen bir kızımdır rol icabı, böyle bir şeyler işin içine girerse bir şekilde oyunculuk aklıma düşebilir. Tabi ki yapımcı firma kim? Yönetmeni kim? Ama ben şu anda tüm enerjimi konser yapmaya yeni şarkılar üretmeye harcamak istiyorum.

Burak KUT,  Cemil Demirbakan,  Ferhat Göçer,  Mario Frangoulis gibi ünlü isimlerle çalışırken bu isimlerin albümün önüne geçeceği gibi bir endişeniz oldu mu?

Böyle bir endişem olmadı. Çünkü dünyada da bu tarz düetler çok yapılıyor. Tam tersi şöyle düşündüm; çok güzel bir enerji oluşabilir ve bu enerji insanlara büyük bir keyif verebilir. Örneğin Ferhat Göçer ile yaptığımız düette, opera şan eğitimi almış olduğum için şan tekniğiyle söyledim. O da başka bir tını yarattı. Bu tını onun daha önce yaptığı hiçbir düette yok, dolayısıyla ben şuna inandım. Yakalayacağımız uyum, harmoni mutlaka bir şekilde insanlara farklı gelecek. Hem bir erkek sesi, hem bir kadın sesi bu klipte de görsel anlamda da bir renk katıyor. O yüzden albümün önüne geçer diye bir şüphem hiç olmadı. Açıkçası, belki bu kendime olan güvenimle de alakalı olabilir. Yani ben kendine güvensiz bir insan değilim, bu yüzden de böyle bir düşünce açıkçası aklımdan bile geçirmedim.

“Bana yer silmek daha güzel geliyor”

Yunan bir tenorla çalışmanın iki ülke arasındaki dostluk ilişkilerine bir katkı yapacağına inanıyor musunuz?

Aslında iki yakada dostluk içinde, biz sadece bu dostluğun pekişmesini sağlayabiliriz ki, hem Mario Frangoulis hem ben şunu düşünüyoruz: Var olan bütün problemler politik sebeplerden oluyor. İnsan olarak baktığınızda hepimiz insanız. Mario Frangoulis’in bir sözü var çok hoşuma gidiyor, “Hepimiz aynı gökyüzünün altındayız ve hepimiz aynı alandayız. Aramızda ufacık bir mesafe var ve birbirimize çok yakınız.” Bu çok önemli bir tarif. Bugün başımıza bir şey gelse ilk nereye gideriz?  Komşumuza, en yakınımıza gideriz. Kültürlerimiz zaten aynı, aynı kültürü paylaşıyoruz. Yemeğimizden tutun da, tarihi şeylere baktığımızda hep aynı. O halde neyin savaşı? Neyin problemini yaşıyoruz? Bunlar hep politikacılar tarafından üretilen şeyler.

Haberin Devamı

RÖPORTAJIN DEVAMI HAFTASONU DERGİSİNDE    


 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!