İngiltere'de çekilen ‘‘Mahremiyet’’ adlı filmde başrol oyuncuları rollerini haddinden fazla ciddiye alıp, gerçekten seviştiler. Aşık oldukları ya da kendilerini tutamadıkları için değil, senaryo öyle olduğu için. Yani sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada tuhaf şeyler oluyor. Kavramlar değişiyor, değerler değişiyor. Bizde de yeni bir takım televizyon programları dudak uçuklatıyor. Açıklayamadığımız bir şeyler yaşıyoruz. Nilüfer Göle gibi bir sosyolog bulunca da ne oldum delisi olup, soruları peşpeşe diziyorum. O da bunu klasik bale eğitimi ile donatılmış birinin kick box yapmasına benzetiyor...
Televizyonlarda mahremiyeti zorlayan programlar çoğunluk üzerinde ürkütücü bir etki yaratıyor. ‘‘Hop’’ oluyor insanlar. Siz onları nasıl rahatlatırsınız?
- Benim o insanları rahatlatabilmem mümkün değil. Alıp kitap okusunlar...
Sizi de ürküten programlar olmuyor mu?
- Çok seyretmiyorum. Ama tartışmalar ilgimi çekiyor. ‘‘Biri Bizi Gözetliyor’’ gibi programlar bu tartışmaların tam da ortasında. Fransa'da daha fazla önemsendi, Le Monde gibi çok ciddi gazetelerin baş sayfasına bir sürü yazı girdi. Türkiye'de çok daha az önemsendi.
Sebebi ne sizce?
- Çünkü Türkiye zaten gözetim altında bir toplum. Zaten herkes birbirini gözetliyor. Biz aşılıyız. Ama Fransızları sarstı. Birdenbire diğer toplumlara benzediler, üst kültürlerini tutamadılar, popüler kültürün içine düştüler. Türkiye'de de analizler yapıldı ama gündemin birinci maddesi değildi.
ŞAŞIRACAĞIMIZ ŞEY KALMIYOR
Türkiye'de ve dünyada mahremiyet ortadan kalkıyor mu?
- Bence evet. Gerçi, transparanlık, modernliğin en önemli güdülerinden biri. En mahrem duygularımızın, ilişkilerimizin mercek altına yatırılması ve ifade edilmesi. Roman da bu.
Sinema da bu. Sosyal bilim de bu. Ama bunu belli bir dille ifade etmek. Süzgeçten geçirmek. Gizli kalmış, farkında olmadığımız olayların bir şekilde kültürel haznemize girmesi. Ama öyle bir evreye girildi ki, artık aracısız yapılıyor. Doğrudan. Damardan. Ne kadar az mahremiyet, o kadar iyi! Yani artık şaşıracağımız bir şey kalmıyor. Böyle bir sürece girdik, tüm dünyada.
Batı'yla Türkiye arasında bu açıdan bir farklılık var mıydı?
- Batı'da, yaşadığınızla kamusal varlığınız arasında birebir bir samimiyet hep aranırdı. Vicdan laikliği. Bizdeyse cemaat ahlakı önemliydi. Yapıp yapmadığın değil, cemaatin bundan rahatsız olup olmadığı. Batılı eşcinselse, kendini söylemek zorunda hissediyor. Ama Doğu'da denir ki: ‘‘Madem yapıyorsunuz, bir de ortaya çıkıp söylemeyin bari!’’ Batı'da feminist hareket başka kadınlar adına değil, kendi adına başlamıştır: ‘‘Ben kürtaj oldum’’. Kendinizi sanat yoluyla ifade etmek. Bugün öyle bir yere geldik ki, bu itiraf aracısız, doğrudan yapılıyor. Televizyonla. Kamerayla.
VAR OLMAK İÇİN GÖRÜN
Nedir peki bu? Mahremiyetin tanımı mı değişiyor?
- Sürekli ışık altında kalıyor. Sınırları daralıyor. Birey kendini tanımlarken, mahremiyetini de açığa vurmak durumunda kalıyor. Daha çiğ bir ışıkta yaşıyoruz. Filtreler az. Emek yok. Duygularınızı romana dökerek yazmakla, televizyonda o anı yaşayarak itiraf etmek aynı şey değil. Anın yoğunluğu ve şamata önem kazanıyor. Halbuki diğerinde, müthiş bir emek, birikim gerekiyor. Bekleyeceksiniz. Geri çekileceksiniz. Kuluçkaya yatacaksınız. Zamanı yavaşlatacaksınız. Ama şimdi, var olabilmek için görünürlük kazanmak zorundasınız. Bu tür programlar o yüzden, yırtma, anonimadan sıyrılma, kimse olma, bir şey olma gibi algılanıyor. Sonuçta da starlarla normal insanlar arasındaki mesafe daralıyor. Şimdi herkes bir dakikalığına star.
Ne yani starlık bitiyor mu?
- Starlık da tanım değiştirecek. Değiştiriyor zaten. Türkan Şoray'la Hülya Avşar arasındaki farka bakın. Türkan Şoray'ın arkasında müthiş bir mahremiyet, maske, sinema var. Halbuki Hülya Avşar'ın kişiliği ön planda. Ne kadar samimi olursa o kadar kazanıyor. Samimiyetçi toplum yani. ‘‘Olduğun gibi gel’’. Bir ara eşofman modası vardı, herkes eşofmanlıydı. Yavaş yavaş, dışarısı ve içerisi ayrımı kaybolmaya başlıyor. Televizyon da bunun çok önemli bir ögesi...
Muhafazarlık kaybolan bir değer mi?
- Bence muhafazakarlık gerekiyor. Bugün özgürleşme idealinin sınırlarına vardık. Peki ne için özgürlük? O yüzden artık sınırları nereye koyacağımız önem kazanmaya başladı. Yani neyi ne kadar koruyacağız? Sınırlar nerede başlayacak? Öyle bir devreye gireceğimizi zannediyorum. Kolay olan kabaca yapmak, yasaklar koymak. Zor olan elemek. Birey ile öteki arasındaki ilişkide nerede durmamız gerektiğini, neyi eleştireceğimizi bilmek. Eskiden biz entelektüellerden sorulurdu. Sapla samanın ayrılmasında önemli hakemlerdik. Ama şimdi bizden sorulmuyor. Herkesten sorulur oldu.
Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi?
- İyi bir tarafı var, herkese maloldu. Bilgi artık tek bir kesimin monopolünde değil. Kötü bir tarafı var, sapla saman birbirine karıştı. Mesela sizinle söyleşi yapmam...
Yoksa utanıyor musunuz?
- Hayır ama korkuyorum. Klasik bale yapmak için yetiştirilmiş birinin kick box yapmaya mecbur edilmesi gibi bir şey. Klasik bale koreografisi bellidir. Ama bugünkü dünyada bize diyorlar ki, ‘‘Kick box yap!’’ Bu şu demek: Kendi başınasınız. Hareket her yönden gelebilir ve kendinizi ona göre pozisyonlandırmanız gerekir. Bu beni korkutuyor. Kürsüyü bırakıp, toplum içine girmek zor. Sakil olabilirsiniz, gülünç olabilirsiniz, irtifa kaybedebilirsiniz. Ama popüler kültür bu işte...
AHMET ALTAN KADINLARI DEĞİL, ERKEKLERİ ANLATIYORHerkes aştan söz ediyor. Aşka inandığını söylüyor. Herkes, İsyan Günleri'nde Aşk'ı okuyor. Ahmet Altan'ın kadınları ne kadar iyi anlattığını diline doluyor. Oysa o kitap, tamamen erkekleri anlatıyor. Ben orada kadın görmedim. 31 Mart Vakası da görmedim. Yazarın kendisinin bile bir tarih profesörü gibi konuşarak, kitabına ihanet ettiğini düşünüyorum. Kadınların hoşuna gidiyor, çünkü erkeklerin gözünde nasıl var olduklarını okuyorlar. Kadın karakterler biraz hoppa biraz zalim ya da köle. Derinliği olan erkekler. Bence o kitabın adı ‘‘Keder’’ olmalıydı. Türkiye'ye has bir keder bu kadar güzel anlatılabilir. Kitapta kederli olmayan iki kişilik var ikisi de Yunanlı. Türkiye'de tamamen kadınların yükselişini yaşıyoruz. Kadınların aşkı, kadınların konuşması. O kitabı kadınlar sahiplendiler. Kendilerini birebir buldukları için değil, erkeklerin gözündeki kendilerini buldukları için.
Şeffaflık kötü bir şey Meşhur olmak bir meslek mi oldu?
- Görünürlük paranın yerine geçti. Başarıyla bir tutuluyor. ‘‘Yeter ki görünür olayım!’’, nasıl olsa para da beraberinde gelir diye düşünülüyor.
Hiç tanınmayan Tarık diye bir adamın bir program sonrası Tarkan gibi bir starla yarışmasını ve prim yapmasını bir sosyolog olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Fırsat kullandı ama Tarkan’la bir tutmak sapla samanı karıştırmak. Zaten klasik olanda şu önemlidir, kim gidiyor kim kalıyor. Yani eleme oluyor. İnsanın görünür olmayı becerdikten sonra, yok olma ihtimali de çok. Bir anda çok kolay tanınıyorsunuz ama ikinci anda hemen yok olabilirsiniz.
Kendini gizleyen insanların hiçbir şansı yok mu?
- Mahremiyetin yeni çizgilerinde onlar değere binecek. Bir çeşit medcezir. Işığa gidildiği kadar karanlığa da gidilmesi gerekiyor. Kendi karanlığında bir eser yaratacak. Ahmet Altan, Orhan Pamuk gibi insanlar, bir anda çok görünür oluyorlar ama sonra çekilip yazıya emek veriyorlar. Ünlü olmanın her zaman başarılı olmak anlamına gelmediği önümüzdeki dönemde anlaşılacak.
Avrupalı olmaya mı çalışıyoruz yoksa bir türlü Avrupalı olmayı içimize sindiremiyor muyuz?
- Bayağı bir şekilde Avrupalı olmaya çalışıyoruz diyelim. Türkiye arkasında gürültü fonuyla yaşayan bir toplum. Kendi karanlığından, kendi sessizliğinden korkuyor. Türkiye'de bugün bir toplumsal isteri var. ‘‘Bu anı doya doya yaşayalım, göbek atalım, sürekli şamata yapalım’’. Televizyonlar açık, müzik açık. Yeter ki kendi sesimizi duymayalım.
Bir kadının aşık olduğu adama masaj yapması, aşık olmadığı bir adamla sevişmesinden daha mahrem bir şey. Bunun gösterilmesi, 60 küsur milyon insanın da kabul etmesi nasıl açıklanır?
- Sakil. Bugün etik ve estetik değerlerin nerede durduğunu bilmiyoruz.
Peki sosyologlar bilmiyorlar mı? Onların da kafası bizimki gibi karışıyor mu?
- Karışmaz mı? Bir zamanlar oryantalizm küfürdü, şimdi post modernlik küfür. Herşey mübah, hiçbirşeyin hiyerarşisi estetik değeri kalmadı. Bir gösteri toplumuyuz. Bütün kimliklerin bağlantılarını kopardığı bir toplumda yaşıyoruz.
Bu bağlantı yeniden nasıl kurulacak?
- Modern toplumlardaki esas soru bu. Ben kültür diyorum. Sanat diyorum. Bunun tek yolu eleme diyorum. Siz nasıl bu yaşadıklarımız üzerine beni zorluyorsanız, hepimizin de bunu yapması, olan biten üzerine daha fazla düşünmesi ve mesafe koyması gerekiyor.
Bundan sonra insanlar kendi değerlerini ve o değerlere atfettikleri önemi kendi içlerinden mi belirleyecekler? Ben ölçünün ne olduğunu nasıl anlayacağım? Neyin edepli, neyin edepsiz olduğunu...
- Kendi iç pusulanızı geliştireceksiniz. Ne kadar çok okumuşsanız, ne kadar çok dünyayla alakalıysanız, pusulanız da o kadar sağlam olur.
Damardan samimiyet, fazla açıklık, web cam'ler vesaire hayal gücünü yok edebilir mi?
- Evet. Çünkü hayal gücü için sürüden ayrılmak gerekiyor. Ve şiirle başlıyor. Kafanızda kurduğunuz karelerle. Ben sizi sonra düşünecek miyim? Zihnimdeki fotoğraf karesine almayacağım insanlarla ne işim var? Bir insan birini hafızasında da yaşatmaya devam etmiyorsa, sadece rakı sofralarında dirsek temasıyla birlikte oluyorsa, bu şiiri öldürür.
Bügün yaşadıklarımız, Orwell'in ‘‘Big brother’’ öngörüsünden farklı mı?
- Değil. Çok benzeri. Şeffaflık kötü bir şey. O kadar arzulanan birşey değil. Çıplaklık da değil.
Bütün bunların sonucunda mahremiyetle birlikte cinsellik de ortadan kalkabilir mi?
- Evet. Çok fazla şeffaflıkta erotizm yok ki. Erotizm olması için bir gizem, bir kapalılık gerekiyor.