Güncelleme Tarihi:
İstanbul sıkıntısından biraz uzaklaşabilmekti tek arzum. ‘İstanbul sıkıntısı’ nedir derseniz: Tabii ki trafik, gürültü, egzoz kokusu, kalabalıklar, bir de haberler. Hepsi toplanınca ortaya koyu bir sıkıntı çıkıyordu. O zaman kaçıp uzaklaşmak gerekiyordu bir süre.
Geçen hafta öyle yaptım. Marmaris, Turunç’taki küçük sığınağımda saklandım. Orada kaldığım süre içinde önemli şeylere kalkışmadım: Yürüdüm, baktım, dinledim, soluk aldım, ıslık çaldım, balık tutmaya çalıştım. Hepsi bu kadar.
BALERİN ZARAFETİ
Gittiğimde beni sisli bir bahar karşıladı. Kışın, bahardan ödünç aldığı bir gündü sanki. Fethiye, Dalaman, Ortaca, Dalyan, Köyceğiz, Marmaris... Geçerken, üstüne beyaz bulutların çöktüğü ovaları gördüm. Belki de sisti bulut zannettiklerim. Duman kokulu beyaz bir tül de diyebilirdiniz. Bacalardan çıkan soba dumanı zeytin kokuyor gibi geldi bana. Budanmış zeytin dallarını mı yakıyorlardı acaba?
Bahçeler, yeşilli turunculuydu. Portakallar, mandalinalar henüz toplanmamıştı da ondan. Dallar yerlere değiyordu. Yol kenarındaki satıcıların tezgâhlarında da portakal ve mandalinalar dağ gibi yığılmıştı. Otomobili sıksık bu tezgâhların önünde durdurup, portakal suyu içiyordum. Bundan tazesi olamazdı. İsterseniz nar da sıkıyorlardı.
Dağlar, dağlar, etekleri bulutlu dağlar. Balerinlerin tütüsünü andıyordu bu beyaz bulutlar. Koca dağları, incecik balerine benzetmek doğru mudur bilmiyorum. Beyaz bulutlar gözüme öyle görünmüştü. Dağlar kat kat olmuştu. Öndekiler yeşil, bir sonraki sıra sisli mor, en arkadakiler duman grisiydi. Güneş arkalarından vurunca, siluetlerin görüntüsü masalsı oluyordu. Zaten dağlar hep masal anlatmaz mıydı? Görüntülerin arasında o kadar çok mısra vardı ki, şair olmadığıma çok üzüldüm.
KEKİK KOKULARI
Çam ormanlarının arasında yürüyordum. Çiçekler henüz uyanmamıştı. Ama kekikler, buram buram koku salıyordu. Ayak sesim, saka kuşlarını ürkütüyordu. Ok gibi fırlayıp, uzaklaşıyorlardı hemen. Meşe kargaları daha cesurdu. Sadece bir üst dala kaçıyorlardı.
Arada bir durup körmen topluyordum. Bu otu, komşu kadınlardan öğrenmiştim. Tadı yabani sarmısağı andırıyordu. Bir kısmını ince ince kıyıp, börek içi yapacaktım. Kalanına yumurta kırarım, diye düşündüm. Yunus Kafe’nin, mısır, çavdar ve normal unu karıştırıp, sacda pişirdiği ekmeği, yumurtaya bana bana yemek hayali bile ağız sulandırıcıydı.
Sessizliği telefonun sesi yırttı. Arkadaşım Ahmet Şenol, “balığa çıkalım mı” diye soruyordu. Hiç bir zaman “hayır” diyemeyeceğim soruydu bu. Döndüğümüzde güneş ufka kadar inmişti...
Güneş batarken bulutları hiç seyrettiniz mi? Bir kere seyretseniz, bir daha unutmazsınız. Bulutlar, açık pembe renge bürünüp, pamuk şekerine dönüşürler. Dağlar morarır. Gökyüzüne kırmızının binbir tonu üşüşür. Manzaraya dalıp gidersiniz. Sizi bu rüya gibi görüntüden kimse kopartıp alamaz. Bunların hepsini bildiğim için, gün batımlarında hep dağ tepelerine çıktım, manzarayı kuşbakışı seyrettim.
LAĞOS SÜRPRİZİ
Bayır’da, Osmaniye’de, Selimiye’de, Bozburun’da kimsesi olmayan kahvelerde çay içtim, müşterisiz lokantalarda karnımı doyurdum. Ben oradayken, kış aylarının bahardan ödünç aldığı günler bitmedi. Ben de bu armağanın tadını doya doya çıkardım.
Geziyi, Turunç’taki Yalı Restoran’da müthiş bir ziyafetle noktaladım. Dalga sesleriyle komşu olan restoranın sahibi, yörede ‘çatı profesörü’ olarak bilinen Sezgindi. Kışın dam aktarıyor, inşaat yasağı başlayınca da lokantasının başına geçiyordu. Pazar yerinde yolumu kesti, 6 kiloluk bir lağos balığı aldığını söyledi. “Zıpkın mı” diye sordum, oltayla yakalandığına yemin billah etti, akşama beklediğini söyledi.
Gittim. Balık mangalın üstüne kuzu gibi yatmış cızırdıyordu. Balığa ayıp olmasın diye mezelerden uzak durdum. Lağosun koca kafasına ağırlık verdim, yanağını, yakasını tertemiz ettim.
Artık gönül rahatlığı ile dönebilirdim. Zaten yüreğimdeki İstanbul sıkıntısı da sona ermişti.
Ava çıktık, balıkları doyurduk
Arkadaşım Ahmet Şenol’un teknesiyle Marmaris Marinası’ndan açıldık. Aldığı poğaçalar sıcacıktı. Onun için simite yüz vermedim. Limandan çıkınca, kıçtan, ucunda plastik uskumru olan oltayı saldık. Ahmet’in dediğine göre, koyda palamut oluyordu. Yakalar yakalamaz filetosunu çıkartıp kâğıt inceliğinde dilimleyecek, limon suyunda bekletip, çiğ çiğ yiyecektik. Marmaris palamutunu Karadeniz’in palamutuyla karıştırmamak gerekir. Karadenizli ne kadar lezzetliyse, Marmarisli o kadar lezzetsiz, saman gibi olur. Onun için çiğ yemekte fayda vardır.
Koydan çıkıncaya kadar, oltada hareket olmadı. Sonra Ahmet Şenol’un bildiği mercan balığı taşına gittik. Oltaya tavuk parçalarını takıp, misinayı saldık. Tık tık tık... Üç vuruşta benim yemler gitti. Tavukları tazeleyip oltayı tekrar saldım.
Kendimden pek umutlu değildim ama arkadaşıma güveniyordum. Ne de olsa dünyanın dört bir yanında balık tutmuştu. Attık, çektik, vurdu dedik, bıraktı dedik, başka yere bakalım dedik ve sonunda pes edip oltaları topladık. Birkaç dilim pastırma, birkaç çeşit peynir, iki üç tane karides, ançuez, balık yumurtası, birkaç kadeh şarap... Denizin ortasında, güneşin altında yediğimiz yemek bana bir ziyafet gibi geldi.
Tekneden inerken Ahmet üzülmesin diye, “uğursuzluk bende” dedim.