POLİSİYE YAZARI CÜNEYT ÜLSEVER ADLİ BİLİMCİ PROF. DR. SEVİL ATASOY’A ANLATTI
Oluşturulma Tarihi: Nisan 27, 2008 00:00
Geçen hafta, beni baştan çıkaracak bir kitapla karşılaştım. Yazar Cüneyt Ülsever’den ve raflarda yerini alan son polisiye romanı "Hisarüstü Cinayetleri"nden söz ediyorum. Vakit darlığından, gerçek suç öykülerine dayanmayan polisiyeleri pek okuyamıyorum. Ancak bu kez durum farklı.
Harvard Üniversitesi’nden doktoralı, insan kaynakları uzmanı bir iktisatçımız ısrarla polisiye yazıyor. Üstelik kitabın arka kapağında bunun, önceki "Hacı" ya da "Topal Devrimci Cinayeti"nden farklı olarak, klasik anlamda bir polisiye roman olduğu kayıtlı. Polisiye yazmak kolay iş değildir. Okur, katilin kim olduğunu bulmakta zorlanmalıdır. Hisarüstü Cinayetleri’nde polisler var ama cinayetleri çözen polisler değil; deliller var, ama suçluyu bulduran deliller değil. "Ülsever, belli ki kendine çok güveniyor. Örneğin aklına, matematik bilgisine" diye düşündüm. Haklıymışım. "Ülsever, mesleki başarısına rağmen polisiye yazarak kime, neyi kanıtlamaya çalışıyor?" ya da "Ülsever bu kahramanlardan biri ama, hangisi? Keto, Maho yoksa Taho mu?" gibi sorular kafamı kurcaladı. Varsayım yürütmektense, kendisine sorayım dedim.
Önce basitinden başlayalım. Ne zamandır asıl mesleğinizden farklı bir alanda yazıyorsunuz?
- İlkokul 1. sınıftan beri. Annem beni Ankara’da Devlet Tiyatrosu’na götürmüştü ve ben ilk hikayemi o tiyatro oyununu seyrettikten sonra yazmıştım.
Polisiye roman, ölüm demek. Sevda üzerine yazıp mutlu olmak varken, ölüm üzerine yazarak mutlu olmak nasıl bir duygu? Hatta son romanınızda birden çok cinayet var, bolca kan var, zaman zaman insanı ürperten sahneler var. Ayrıca suç delillerini bulan, suçluyu yakalayan bir meslekten de gelmiyorsunuz.
- Yazarken mutlu olduğum doğru. Zaten evvel emirde kendimi mutlu etmek için yazıyorum, eğleniyorum, zamandan kopuyor, hoş vakit geçiriyorum. Tamamen hayale dayanan roman yazarken kendime bir dünya yaratıyorum. Romandaki karakterlerimin tümü hayal ürünü. Olayları istediğim gibi şekillendiriyorum. Bunların çerçevesinde yarattığım insanları sevindiriyor, üzüyor, seviştiriyor, kavga ettiriyor, ister yaşatıyor, ister öldürüyorum.
Can verip, can almak?
- Haşa huzurdan, o sanal dünyada sanki Yaradan’ın yerine geçiyorsunuz.
Kimin öleceğine karar vermek kolay mı?
- Karakterler benimle birlikte yaşıyor. Yönlendirmek için gayret sarf ediyorlar. Derken bir şizofreni başlıyor, onlarla konuşmaya, tartışmaya başlıyorum. Örneğin, roman gereği ölmesi gerekiyor ama ölmek istemiyor. Neden ölmeleri gerektiğini izah etmeye çalışıyorum. Hisarüstü Cinayetleri dördüncü romanım. Şizofrenik gel-gitleri dört romanda da yaşadım. Belki de roman yazarken sevmediğim, işime gelmeyen gerçeklerden de kaçmış oluyorum.
İyi polisiye, iyi kurgudur. Akıl ve matematik işidir. Akıllı olduğunuzu mu kanıtlamak istiyorsunuz?
- Akıl oyunları oynamak ezelden beri ilgimi çeker. Polisiye, daha doğrusu adli olaylara dayanan romanlar kurguya, akıl oyunları oynamaya çok müsait. Onun için polisiye romanlar veya adliyeye intikal edecek olaylar yazmayı seçiyorum.
HAYATIN ESTETİĞİ MATEMATİK ÜZERİNE KURULU
Matematik, bunun neresinde?
- Hayatın estetiği büyük çapta matematik üzerine kuruludur veya biz hayatın estetiğini, matematik dediğimiz düşünce sistematiğiyle algılarız. Kurgu, matematiğin romanda şahikasına ulaştığı bir alan. Kurgu, çok sayıda bilinmeyenin çok sayıda denklem içinde ve bir arada çözülmesine dayanır. Ne kadar çok, eninde sonunda mantıkla çözülebilen denklem kurabilirseniz, roman o kadar estetik kazanır.
Matematik üzerinde neden bu kadar duruyorsunuz?
- Doktora hayatında bana sosyal olguların bile matematikle kavranabileceği öğretildi. Daha doğrusu Amerikan eğitim tarzı bana matematiğin ekonomiyi de, sosyal hayatı da yönlendirdiğini öğretti.
Sanki bu işi bildiğinizi, polisiye roman yazarak birisine kanıtlamak istiyorsunuz?
- Sanırım haklısınız. Hayat boyu rakibim olan ve saf bir "raziye (matematik) düşkünü" babam vardı. Babam için sadece matematikten aldığım notlar önemliydi. Matematik notlarımı da ona bir türlü beğendiremezdim. Belki, bir ömrü kendimi ona ispat etmeye adadım. Rahmetli öldü gitti ama hálá kendimi ona kabullendirme gayretinin peşinden koşuyor olabilirim.
Sizi çok iyi anlıyorum. Bu gerçekle yüzleşmek sizi rahatlatmasın ve sakın polisiye yazmaktan alıkoymasın. Sizinle saklambaç oynamak pek keyifli çünkü.
- Polisiye romanların özel bir okur kitlesi var. Yazar romanın içine saklanıyor ve okura "Gel beni bul!" diyor. Okur yazarı ne kadar çok değişik yerde arar ve yazar ne kadar çok sayıda labirentte kaybolursa, okur romandan o kadar zevk alır. Ben okurun beni Hisarüstü’nde aramasını bekliyorum.
NORMAL İNSAN İLGİMİ ÇEKMİYOR
Ailenin tek çocuğuydum. Annem beni kolay kolay sokağa salmazdı. Ben de zihnimde oyun arkadaşları yaratırdım. Ama oyun arkadaşlarım hep aynı kişilerdi. Onlar da zamanla derinlik kazanırdı. Kimi huylu, kimi huysuz, kimi güzel, kimi çirkin olurdu. Galiba hálá zihnimde sanal arkadaşlarım var. Mesela yolda bir kişi görüyorum, ilgimi çekiyor. Ona bir bakış atıp zihnime yerleştiriyorum. Sonra onu zenginleştirip roman karakteri yapıyorum. Haliyle veya psikolojik yapım gereği, normal olan ilgimi çekmiyor. Az bulunan, nadir görülen ilginç oluyor. Onun için de marjinal kişiler yaratmayı daha çok seviyorum. Normal insan zaten çoğunlukta. Marjinaller ancak romanlarda çoğunluk olurlar.
Bıçakla işlenen cinayet muhteşem görüntüler verir
Bir de şu bıçakları anlatın. Neden katilleriniz hep bıçak kullanıyor?
- Sessiz sedasız bir cinayet ancak bıçakla mümkündür. Bir evde maktulü, ucuna susturucu takılmış bir tabancayla öldürmek bile hem yakalanmak için büyük ipuçları verir, hem de o tabancayı taşımak zordur. Üstelik, ateş edersiniz, maktul hiçbir estetik görüntü arz etmeden ölür, gider. Öte yanda, bıçak hem sessizdir, hem taşıması daha kolaydır, hem de bıçakla hunharca işlenen cinayetler muhteşem görüntüler verir.
Nasıl yani?
- Maktulü baştan aşağı yararak işlenen, kanlı iç organlarının beyaz bir zemin üzerine boşaldığı, kan gölünün beyaz mermer üzerinde kendine su yolları yaptığı cinayetler ancak bıçakla işlenir. Bıçak cinayete görsellik ve derinlik katar.
Hisarüstü Cinayetleri’nde sempatiyle baktığınız polisler var, ama cinayetleri çözen polisler değil.
- Polislere sempatiyle bakıp bakmadığımın farkında değilim. Ama başkaları da bana, romanı okuduktan sonra "baban polis miydi," diye sordu. Polis cinayet romanlarının ana malzemesi. Bir memur çocuğu olarak hangi zorluklar altında çalıştıklarını tahmin edebiliyorum. Son yıllarda da çok iyi eğitim almış, sohbetleri büyük keyif veren genç polis arkadaşlarım oldu. Ama onlarla cinayetleri değil, siyaseti ve ekonomiyi tartışıyoruz.
Hisarüstü Cinayetleri’nde deliller de var, ama suçluyu bulduran deliller değil. Zaten yazdığınız bazı inceleme yöntemleri de gerçekte yok. Matematiğin gücüne öylesine inanmışsınız ki, elinizdeki delilin bilgisini kullanarak bazı olasılık hesaplarının yapıldığını ve suçlunun bulunabileceğini sanıyorsunuz. Suçlunun kim olduğunun anlaşılmasında, kriminalistik yerine kriminal profillemeyi tercih ediyorsunuz. Yani, şimdilerde pek revaçta olan CSI: Miami gibi televizyon dizilerinin temelini oluşturan, bilimsel delillerden yola çıkmak yerine, suçlunun profilini çizmeyi tercih ediyorsunuz.
- Adli bilimler konusunda uzmanlığım olmadığı için teknik bulgular ile çözülecek cinayetler yazmam çok zor. Bizzat delillerin çözdüğü cinayet romanları bana uzak düşer. Öte yanda, kendimi psikoloji alanında bir nebze daha yeterli hissediyorum. İnsanları hangi olgular marjinal yapar, suça iter, katile çevirir, suçlunun ruh hali nedir, katil neler hisseder, bunlarla ilgili, hayali seviyede de olsa, yazmak bana daha yakın ve daha zevkli geliyor.
Hangi olaylar size ilham veriyor? Yeni bir roman üzerine çalışıyor musunuz?
- Önce bir şekilde "ilham" geliyor. Ana konu gelişigüzel zihinde oluşuyor. Ama ipin ucu tesadüflerle yakalanıyor. Bir konu üzerine karar verdiğim an hemen o konuyla ilgili okumalar yapıyorum. Örneğin, şimdi bir teröristin düçar olduğu aşkı anlatan bir roman kurguluyorum. Bunun için teröristlerin psikolojisi üzerine kitaplar okuyorum. "İnsanlar neden terörist olur?" sorusuna cevap arayan vaka analizlerini temel alan kitapları didik didik ediyorum. Ayrıca, kadın üzerine de okuyorum. "Kadın nasıl düşünür, olguları nasıl algılar, nasıl hissseder?" Bunu da anlamaya çalışıyorum. Ayrıca, yaratacağım teröristin bağlı olacağı terör hareketinin tarihini de inceliyorum. Sonra, birkaç hafta kurgu yapacağım. İşte o dönemde gerçek hayattan kopmaya başlıyorum. Kurgulamanın sonunda da bölüm bölüm neler olacağını kağıda aktarıyorum. Ortaya romanın iskeleti çıkıyor. Bu meyanda uydurulan karakterleri de; fiziki görünümleri, huyları, sularıyla notlar halinde detaylandırıyorum. Sonra olayların matematik ölçümleri yapılacak, olaylar mümkün olduğunca girift ve önceden tahmin edilemez ilişkiler haline getirilecek, en son da roman yazılmaya başlanacak. Anlayacağınız, benim için roman yazmak iki yıllık bir süreç.
HİSARÜSTÜ SEMTİNİN DOMUZ ÇİFTLİĞİ ETRAFINDA YÜKSELMESİNİN TANIĞIYIM
Romancı döneminin şahidi olarak tarih mahkemesine çıkmak ister. Ben 1967 ile 1974 arasında İstanbul’da, Bebek tepesinde, Hisarüstü’nde Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’nde okudum. Evimiz Etiler’deydi. Yedi yıl Etiler’den okula yürürken Hisarüstü semtinin domuz çiftliği etrafında yavaş yavaş gecekondulaşmasını, şimdi İstanbul’un en pahalı apartmanlarının yükseldiği o zamanın çamurlu arazilerini gözlemledim. Anadolu’nun İstanbul’u nasıl işgal ettiğini, İstanbul’un da o insanların bir kısmını kendi dişlileri arasında nasıl parçaladığını gözlerimle gördüm. Hazine arazisi işgal edenlerin İstanbul’un en pahalı semtlerinden birisini nasıl yarattığının en iyi şahitlerinden birisiyim. Hisarüstü davasının tarihteki duruşmasına şahit yazılmam bundandır.