Güncelleme Tarihi:
Kaç gündür evde Nükhet Duru’nun son albümü “Tam Zamanında”yı dinliyorum. Özellikle Mithat Can’ın sözlerini yazdığı “Menekşe”ye bayıldım.
Nükhet de albümün gördüğü ilgiden memnun. “Bunca yıl sonra albümümü listelerin başında görünce gözlerim yaşardı” diye ifade ediyor duygularını.
Ama bir başka Nükhet var Nükhet’ten ‘içerü’... İçindeki o ikinci kadını aradım röportaj boyunca. Neşesinin, kahkahalarının altındaki hüznün, burukluğun nedenlerini sorguladım...
Tam olarak becerebildim mi bilemem ama yine de değişik bir Nükhet Duru portresi çıktı ortaya. Bakalım siz ne diyeceksiniz...
Yazı
----
Asıl ismin Müberra Nükhet Durum’muş. Niye iskontoya uğradı bu ad?
- Soyadımız aslında Duru. Nüfus memuru yanlışlıkla Durum diye yazmış, onu çocukken düzelttirdik. Ben Müberra’yı da çok severim. Ama Nükhet Duru olarak ünlü olunca resmi kağıtlarda hep başım ağrıyordu. Birinde Müberra var, birinde yok. En iyisi işi kökünden çözmek dedim; mahkeme kararıyla kaldırıverdim o ismi.
Ben de o kadar uzun bir isim neonlara sığmaz diye adını kısalttın zannetmiştim...
- Sahneyle hiç alakası yok. Zaten Müberra olduğumu bilmiyorlardı bile.
Nükhet Duru’ya gelmeden Müberra Nükhet’ten bahsedelim biraz.
- O zaman çocukluğu 11 yaşında biten, 14 yaşında kendisini sahnede bulan bir kızın hikâyesini dinlemeye hazır mısın?
Neden bu kadar erken bitti çocukluğun, çok genç yaşta mı serpildin?
- Annemle babam ayrılınca benim de çocuk olma hakkım bitti. Kimseye nazlanamadım, kimseden bir şey isteyemedim. O yüzden serpilmeye mecbur kaldım desem daha doğru olur.
BABAM, ANNEME “KIZIN TRAFİK KAZASINDA ÖLDÜ” DEMİŞ
Aslında nazlanmanın tam zamanı. Seni üzmemek için ne istersen yapmaları lazım...
- Yok, bizimkiler daha çok kendi dertlerine düşkün oldukları için ben ortalarda kalakaldım.
Bu ayrılık seni bayağı etkilemiş galiba...
- Tabii ki. O ayrılık gördüğün bu Nükhet’i yarattı, hep hüznünü saklamak için neşeli görünmeye çalışan kadını.
Neden ayrıldılar? Dur tahmin edeyim, şiddetli geçimsizlik mi?
- Hani debdebeli aşklar vardır ya, önce kavga eder, beş dakika sonra sevişir; ben bunu filmlerden önce onlarda gördüm. Zaten babam da biraz tuhaftı.
Ne iş yapardı?
- Alarko’nun ilk kurulumlarını yapan yüksek elektrik mühendisiydi. Çok zeki biriydi. Ama hayatından içki, kumar, kadın hiç eksik olmadı. Annem onu terk edince, ben kaldım mı babamla baş başa!
Sana karşı tutumu nasıldı?
- Annemi cezalandırmak için beni ona göstermiyordu. Sadece okula gidip gelebiliyordum, bir çeşit ev hapsindeydim. Annem de hastanelere düşüyor, beni arayıp bulamıyor diye. Çok sonradan öğrendim ki babam ona “Kızın trafik kazasında öldü” demiş.
KİBRİT UÇLARINI SUYA
KARIŞTIRIP İNTİHARA KALKIŞTIM
Nasıl yani, annen seni öldü mü zannetmiş?
- Evet, 13 yaşına kadar öyle bildi. Ta ki ben intihar edene kadar.
İntihar mı? Nükhet inan kafam karıştı...
- Çocukken Türkay kibritleri vardı. “Sakın bunları ağzına sokma, zehirlenirsin” derlerdi. Ben de kibritlerin uçlarını önce suda erittim ama içemedim. Tadı iğrençti. Karnım açtı, bulgur pilavının içine kibrit suyunu döktüm, bir güzel yedim. Üstüne de ecza dolabında ne kadar ilaç varsa hepsini içtim.
Ciddi ciddi kararlısın!
- Tabii canım, her şeyi planlamıştım. Abdestimi aldım, namazımı kıldım, annemin bembeyaz geceliğini giydim, bakire olarak rabbime kavuşacaktım.
Sen de tünelin ucundaki ışığı görenlerden misin?
- Dalga geçme! Gerçekten kitaplarda dedikleri gibi oluyormuş. Bir anda annem gözümün önünde belirdi, üzerinde de benim giydiğim beyaz gecelik. Sanki benim yansımamdı. “Kızım seni bekliyorum, gel” dedi. Ona ulaşmak için can havliyle ayağa kalktım, kapıyı açtım.
Kimse yok muydu evde?
- Babam Ankara’daydı, evde yalnızdım. Karşı komşumuz kapıyı açık görünce “hayırdır” deyip içeri girmiş. Bir bakmış ki yerde yarı ölü vaziyetteyim.
DOKTORLAR ÖLDÜM SANIP
BENİ HASTANEYE ALMAMIŞ
Gitti gidiyor diyorsun yani...
- Böyle devam edersen birazdan gidecek olan sensin (gülüyor).
Tamam tamam sustum...
- Neyse, beni apar topar hastaneye götürüyorlar. Doktorlar “Artık çok geç, bu ölmüş, yapılacak bir şey yok” deyip almıyorlar.
Nasıl geri döndün aramıza?
- Komşum doktora demiş ki; “Kız bu konuda kararlı, evinde namazını bile kılmış, seccadesi açıktı. Bu yüzden ölse bile temiz gidecek, midesini yıkayacaksın.” Üç gün komada kalmışım. Ama bu yüzden hayatım boyunca karaciğer ve böbrek rahatsızlığı çektim.
Demek komşular kurtardı hayatını...
- Galiba annem kurtardı. Bana görünmeseydi kalkıp kapıyı açamayacaktım, komşular da beni bulamayacaktı.
Babanın tepkisi ne oldu?
- Deliye döndü. “İntihar edip beni nasıl rezil edersin!” diye acayip kızdı. Sonra da Alman Lisesi’nden alıp Kandilli Kız Lisesi’ne yazdırdı beni.
Herhalde artık okulda uslu durmuşsundur.
- Ben mi? Ayol teneffüslerde konserler verirdim, beni dinlemeyip derse giren kızlarla kavga ederdim hep. Bir de yatılı okuyorum, hafta sonları bile almaya gelmiyor bizimkiler beni. Ortalığı birbirine katıyorum. Bir gün müdüre hanım çağırdı.
“Sesin çok güzel” demedi herhalde?
- “Evladım seni çok seviyoruz, sıkıntılarını da anlıyoruz ama burası bir okul, konservatuvara git, sen de kurtul bizi de kurtar” dedi.
MAHMURE YANIMDA
SÖNÜK KALIR
Anlayışlı kadınmış, hiç olmazsa ceza vermemiş.
- Vermez olur mu? Millet takdir alır, ben sürekli tekdir alıyorum. Ama ben de az değildim, mesela müsamerelerdeki kıyafetlerimi çıkarmadan süslü püslü girerdim derslere.
Süslenmeye hep böyle meraklı mıydın?
- Hep... 3 yaşında bir fotoğrafım var, kulaklarımda annemin küpeleri, elimde çantası. “Onlar olmadan fotoğraf çektirmem” diye tutturmuşum. O yaşlarda tükenmez kalemle makyaj yapardım. Benim ruhum böyle, revü yıldızı gibi.
Evde de “Rastık çekerek Mahmure gibiyim” deme bana.
- Ooo Mahmure yanımda sönük kalır. Hatta sokağa daha sade çıkıyorum, insanlar süslü kokona demesinler diye. Evde arkadaşlarla film izlerken aktrisler benden daha süslülerse hemen gidip küpelerimi takıp makyajımı yapıyorum, en frapan halimle izliyorum filmi. Onlardan eksik kalır mıyım ayol?
Bırakalım kirpiği küpeyi de, anneciğinle vuslat nasıl oldu, onu anlat.
- Hastaneden çıktıktan sonra yemedim içmedim, komşularımıza “Madem hayatımı kurtardınız, bir de yardım edin de annemi bulayım” dedim. Meğer o da babamdan kaçmak için sürekli ev değiştiriyormuş.
O zamanlar Müge Anlı da yok tabii. (Gülüyor) Sonra şans eseri anneannemin bir komşusu sayesinde buldum annemi. Ayıldı bayıldı beni görünce.
16 YAŞINDAYKEN 4 YERDE
BİRDEN SAHNEYE ÇIKIYORDUM
Peder bey de bayağı yaramaz bir adam galiba.
- Aynı anda yedi-sekiz kadını idare ederdi. Ben de cici annelerimi birbirine karıştırmadan hepsine iyi davranmaya çalışıyordum, anlayacağın tam bir halkla çelişkiler durumu! (Gülüyor) Yaramaz olmasına yaramaz ama bir o kadar da fırlama ve şeker bir adamdı.
Şeker adamın lanetinden nasıl kurtuldun?
- “Yeniden taşınalım, baban seni burada da bulabilir” dedi annem, başka bir eve geçtik.
Sürekli ev değiştiriyorsunuz, para bol galiba...
- Yok canım nerede! Annem tam bir salon kadınıydı, o yüzden çalışmasını istemiyordum. Okulu bitirip para kazanmaya kalksam, o zamana kadar annem mahvolur dedim.
Kısa yoldan köşeyi dönme planları...
- Öyle ama bir yandan da bütün gün evin içinde ciyak ciyak bağırarak şarkı söylüyorum. Komşumuzun oğlunun bir orkestrası var. Bir gün “35 lira versek bize solistlik yapar mısın?” dedi.
Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.
- Aynen... Ama annem kıyametleri kopardı. “Anne” dedim; “Yaz tatilinde millet çocuklarını torna tesviyeye veriyor da, ben neden üç ay bir aile kulübünde şarkı söyleyemiyorum?”
Valide sultan ne dedi?
- “Katiyen olmaz anneannen kahrolur” dedi. “Tekrar intihar ederim” diye tehdit ettikten sonra lacivert eteğim, kurdelelerim ve beyaz bluzumla kendimi Florya Deniz Kulübü’nün sahnesinde buldum.
Allah ne zaman “yürü ya kulum” dedi?
- Deniz Kulübü’ne Zeki Müren’ler, Ajda Pekkan’lar, Gönül Yazar’lar, ne kadar ünlü varsa gelirdi. Bir gün şöhretlerin menajeri Zeki Tükel de beni dinledi. “Seni Bebek Belediye’nin kadrosuna alayım mı?” dedi. Sonra aldım başımı gittim. Bir ara gecede dört yerde birden çıkıyordum. Düşünsene 16 yaşındayım, kulaklarımdan para fışkırıyor sanıyorum.
BABAM İHBAR EDİNCE POLİS
ÇALIŞTIĞIM KULÜBÜ BASTI
Annen ne yapıyor bütün bu keşmekeş sırasında?
- Orkestra şeflerine şık gömlekler alıp beni gözetsinler diye rüşvet veriyordu. Onu da bir görsen; gazinoya kürklerle geliyor, kontesler gibi. Doğal olarak insanlar da diyor ki; “Ne diye bu zengin kadın kızını sahnelere atmış?” Tabii nereden bilsin millet kürklerin eskiden kalma olduğunu.
Gencecik güzel bir kızsın, herhalde sana asılanlar falan da oluyordur...
- Anneme bakmaktan kimse beni görmüyordu ki. Daha 35 yaşındaydı o zamanlar. Herkes ben yoldan çıkacağım diye korkarken az kalsın annem gidiyordu elden. Baktım ona ilgi büyük, kıskanıp yasakladım işe gelmesini.
O kadar tanınmış gazinolara çalışıyorsun, babanın kulağına gitmedi mi sahneye çıktığın?
- Babam o sıralar İngiltere’deydi. Döndüğünde bir gece Gülizar’da çalışırken polisler kulübü bastı. Babam ihbar etmiş. Aldılar beni, Zeytinburnu’ndaki müteferrikaya götürdüler. Orada bir sürü pavyon kadını var. Yanıma yaklaşıp “Sen nereden geldin?” diyorlar. “Gülizar’dan geldim” diyorum. O kadar çok utandım ki, gazinoda kötü bir şey yapıyormuş gibi hissettim. Halbuki tek derdim plak yapmak ama bir türlü şarkı beğenemiyorum.
Dört gazinoda çıktın diye şarkı beğenmiyorsun sen de; havalar 1500...
- Ne 1500’ü, 10 bin! (Gülüyor) Önüne gelen “harikasın” diyor. Gala Kulüp’te çalışırken bir gece Fikret Şeneş bile “Tek Başına’yı Ayten Alpman’dan daha iyi söylüyorsun” demişti. O anı hâlâ unutamam.
Bir de üzerine plak çıkınca...
- Çıktı ama asıl parlamam Mehmet Teoman’la tanışmamla başladı. Mehmet o zamanlar Tanju Okan’a “Kadınım”ı yazmıştı. Gazinoda onu görünce hemen yanına koştum; “Ben böyle şarkılar söylemek istiyorum, beni bir dinlemelisiniz. Bildiğiniz gibi değilim” dedim. Egodan öleceğim.
MS’İ NASIL YENDİM?
Şarkıcı değil iddia makamısın mübarek...
- (Gülüyor) Ama iddia işe yaradı. Bütün hayatımı anlattım Mehmet’e. Beni çok iyi anladı; “Sana şarkılar yaparım ama dilinin onlara uyması için çok kitap okumalısın” dedi. Maksim Gorki ile başladık eğitime. Okuyorum okuyorum anlamıyorum, “O zaman baştan” diyor Mehmet. “My Fair Lady” gibi bir durum yani. İşte “Anılar” şarkısı bu dönemde çıktı.
“Size borcum yok artık anılar, en güzel yıllarımı verdim hepinize...” Ne güzel şarkıydı be!
- Çok güzeldi ama maalesef daha borcum bitmemiş. “Anılar”dan sonra “İlk Aşkım”ı ve “Beni Benimle Bırak”ı yazdı Mehmet. Ama felç olduğum için albümü bitiremedik. Altı ay yataktan çıkamadım. 42 kilo kalmıştım. Kuran okuyorlardı başımda gidiciyim diye. Meğer felç değil, MS’mişim.
MS’i nasıl yendin?
- O dönemde kimse bilmiyordu ki MS’in ne olduğunu. Ben de bilsem kim bilir belki de kalkamazdım ayağa. Zaten geçmiyor ki bu hastalık, hayat boyu kalıyor. O yüzden böyle titrek Naciye’yim! (Gülüyor) Ama MS beni öldürmedi, daha da güçlendirdi. “Yeniden kalkıp albüm yapacağım” diye söz verdim kendime. Bu arada hastayken az kalsın yaptığımız şarkılar da kaçıyordu elimden.
AJDA “BENİ BENİMLE BIRAK”I
BEĞENMESİN DİYE DUA ETTİM
Hayrola kim kaçırıyordu?
- Ajda o aralar yerli beste arıyormuş. “Beni Benimle Bırak”ı ona götürmüş Mehmet. Ne dualar ediyorum, ne totemler yapıyorum sırf Ajda beğenmesin diye. Ajda “Daha hoş bir şeyiniz yok mu çocuklar” diye reddedince şarkı bana kaldı Allah’tan.
Artık polis baskınları, parasızlık günleri bitiyor, sonunda istediğin şarkıları söyleyebileceksin...
- Şarkılar tamam da, polisten yakayı kolay kolay kurtaramadım.
Neden, yine ihbar mı var?
- Evet ama bu sefer emir büyük yerden. Üstelik komünizm propagandası yapmaktan atıldık içeri.
Hoppalaa, sen ve komünizmi bir arada düşünemiyorum.
- Tam terörün tırmandığı dönem, 1977... Sokaklarda adamlar vuruluyor, biz de Ali Poyrazoğlu, Korhan Abay ve Mehmet ile birlikte Gala Kulüp’te kabare şov yapıyoruz. Mehmet, Nazım Hikmet’in şiirlerinin hem Fransızcasını hem Türkçesini ezberletiyordu kafama vura vura. Bir gün “Madem ezberletiyorsun, bu şiirler gibi anlamlı bir şarkı yaz bana” diye karşısına dikildim.
KOMÜNİST PROPOGANDASI YAPIYORUM
DİYE TANTAN’IN KARŞINA ÇIKTIM
Bakıyorum sizin kabarenin Liza Minelli’ninkinden farkı yok.
- Yok valla, bir tek dönemlerimiz farklı. Mehmet “Harp ve Sulh” diye bir şarkı yazdı. O zaman şimdiki gibi sahnede led ekranlar yok. Topladığımız üç-beş kuruşla eski bir film makinesi aldık; Stalin’in falan resimlerinin önünde, üzerimde Deniz Gezmiş parkasıyla “Bombalar düşmesin gül bahçelerine” diye şakıyorum. Bir gece aniden polis bastı, aldılar götürdüler. İstikamet siyasi şube...
Arkadaşların arkandan bakakaldılar herhalde...
- Olur mu? Onları da aldılar. Ama sen beni görsen, gözümde kocaman boyalı kirpikler, saçım desen sepet gibi; hiç komüniste benzer halim yok. Parkanın içinde de şıkır şıkır bir tuvalet. Hani Selda’yı (Bağcan) alıp götürseler anlayacağım. (Gülüyor) Neticede tatlım, kendimizi şubede buluverdik.
Hem de tuvaletle?
- Üstelik şıkır şıkır bir tuvaletle... Karşımda da Sadettin Tantan. Bir bana bir parkanın içindeki süslü tuvalete bakıyor. Onun fırtına gibi estiği zamanlar. Adamın komünizmin k’sini bile duymaya tahammülü yok. “Nereden getirdiniz bunu?” dedi.
Gülizar Gazinosu’ndan deseydin?
- Hakikaten güler misin ağlar mısın? Şarkının sözlerini duyunca “Bu kadın kesin komünist” diye ihbar etmişler. Asıl işin komiği, şubede sorgu devam ederken bir uykum geldi sorma... Masanın üzerinde başka operasyonlardan ele geçirilen silahları elimle şöyle bir ittim, kıvrıldım orada uyuyakaldım. Uyandığımda bir baktım, silahlar yastık olmuş... Sabah da Ali’nin avukatı Burhan Apaydın gelip bizi çıkardı.
Yine parka ile sahneye çıkmaya devam ettin mi?
- Tabii... Bende tam bir katır inadı var. Bir gün sahnedeyim, adamın biri sürekli aynı şarkıyı istiyor. Okumam diye tutturdum. Bir baktım ki silahını çekmiş, karnıma dayamış. “Hayatım silahını çeker misin? Kendi repertuvarımın dışında şarkı söylemem” dedim silahı sakince iterek. Sen düşün artık inadımı.
Ne yaptı adam?
- O da şaşırdı. Sonra “Senin gibi delikanlısını görmedim” diye bir takıldı peşime, her programda en ön masada.
Millet bir şişe şampanyaya istek söylüyor, sana silah dayıyorlar okumuyorsun.
- Tabii ki okumam... Benim var oluş sebebim, hayattaki tek tutanağım şarkı söylemek. Şuurumu bile kaybediyorum sahnede.
ŞARKI SÖYLERKEN
AŞIRI DİŞİ OLUYORUM
Seni kategorize etmek de çok zor. Türk hafif müzik şarkıcısı demek hafif kalıyor...
- Zaten bendeki delilik kimsede yok, bir değil 1648 ruhluyum mübarek! (Gülüyor) Ama Müzeyyen Senar’ın sesi, Sevim Çağlayan’daki revü yıldızı ışığı, Zeki Müren’in Türkçesi ve pırıltısını her zaman kendime örnek aldım. Pırıltı benim için çok önemli. Sokakta yürürken bile bana dönen bir ışık görsem “Aaa takip ışığım yanmış” diyorum. (Gülüyor)
Şarkı söylerken neden o dudakların hep öpücük gönderirmiş gibi?
- Şarkı söylerken ve dans ederken aşırı dişi oluyorum ama hiçbir zaman müstehcen olduğumu zannetmiyorum. Bazen eski fotoğraflarıma göz atıyorum da öyle dekolteler giyinmişim ki ben bile utanıyorum.
Bir de şu zelzele efektli göbek atışın var.
- O göbek değil aslında, bir şükür duası. Hastalıktan sonra ayağa kalktığımda kendi kendime uydurduğum tarz o. Biraz yam yam, biraz oryantal, biraz İspanyol...
ANNEM KENDİNİ BENİM
KIZIM ZANNEDİYORDU
Hassas bir konu ama sormadan da edemeyeceğim. Annenin hastalığı seni nasıl etkiledi?
- Annem Alzheimer olduktan sonra kendi dünyasında mutluydu. Ta ki acı çekmeye başlayıncaya kadar. Her gün başka bir ruh haliyle uyanıyordu zavallım. Bir sabah kendini gelin zannediyor; babamla düğününe hazırlanıyordu. Ertesi sabah da benim kızım oluyordu.
Sen nasıl dayandın bu duruma?
- Bununla baş edebilmek için her şeyden elimi ayağımı çektim. O kadar zor kararlar vermek zorunda kaldım ki, artık yerlerde sürünüyordum. Bir yandan onun acı çekmesini istemiyordum, diğer yandan da doktorlar “Ameliyat etmezsek hastalık büyüyecek” diyordu. Üstelik morali bozulmasın diye hep neşeli görünmek zorundaydım.
Hayatının en büyük rolü.
- Hem de ne rol, Oscar’lık... “Bu gün canım sıkılıyor” diyordu; ben gidip o günkü televizyon programımda içim kan ağlarken maskaralık yapıyordum sırf o gülsün diye. Zaten aşırı neşem dahil yaptığım her şey o öyle zannetsin diyeydi.
Ve seni sarar melankoli...
- Sarmaz mı... Hayatta tek dayanağımdı annem. Yıllarca her şeyi o beğensin diye yaptım. O izin vermeden sanatçı oldum diye borçlu hissediyordum kendimi. Bikinili fotoğraf çektirdiğim zamanlar hastanelere düştü, nasıl borçlu olmam ki? Ve maalesef bir yıl önce kaybettik. Ardından ben de kendimi kaybettim; oğlum Cem’in bir cümlesine kadar...
Neydi o cümle?
- “O senin annense, sen de benim annemsin” dedi. Cem o günlerde kalktı Londra’dan geldi. “Albüm mü yapacaksın, sokağa mı çıkacaksın; kalk toparlan artık sana ihtiyacım var” dedi ve beni hayata döndürdü.
Sen annenin annesi, Cem de senin baban gibi davranmış...
- Evet, çünkü çok olgun bir çocuk. O da anne-baba ayrılığı yaşadığı için her şeyi kendi üstlendi. Şahsiyetini çok geliştirdi, birçok arkadaşı bile yıllar sonra öğrendi benim oğlum olduğunu.
Nasıl yani?
- Bir seferinde arkadaşlarını kahvaltıya çağırmıştı, ben çıkınca arkamdan annesini beklemişler, beni misafir zannetmişler. Düşünsene tüm kahvaltıyı ben hazırlamışım. Zaten ben de şöhretimi ona yükleyip oğlumun bu sorumluluğu taşımasını hiç istemedim. Çünkü hayatım boyunca hiç hatırım sorulmadı, hep soru soruldu.
Cem’in babası Dikran Masis ile hâlâ görüşüyor musunuz?
- Hayatta en çok sevdiğim insanın, canımın, tek evladımın babası o İzzet. Ama biz iki kuvvetli karakter bir ipte oynayamadık, evliliğimiz bitti işte.
Kutu 1
------
ALBÜMÜMÜN KAPAĞI YAPILIRKEN
SEZEN TUVALETE GİTMEYİ BİLE UNUTTU
Zor dönemini anlatırken hep Cem’den bahsettin, Sezen’i (Aksu) neden es geçtin?
- Onu es geçer miyim hiç... Biz göz göze konuşabilecek eskilikte arkadaşlarız. 37 yıl insan hiç birbirinin kalbini kırmaz mı? Nerede kaldı böyle dostluklar? Ama millet bir tuhaf. Bizi rakip olarak görüyorlar, sonra nasıl böylesine dost olduğumuza şaşırıyorlar.
Peki hiç kıskançlık olmadı mı aranızda?
- Olmuştur tabii olmaz mı? Ama Sezen öyle sevimlidir ki, belki bu yüzden ben onu daha çok kıskanmışımdır. Ama bizim kıskançlığımızın bile bir asaleti vardı.
Nasıl oluyor ki kıskançlığın asaleti?
- Birbirimizin kuyusunu kazmak yerine daha iyi şarkılar için koştururduk hep. Son albümümde Sezuşumun yaptıklarını hiç unutamam. Düşünsene, albümümün kapağı yapılırken Sezen 10 saat tasarımcının başından ayrılmadı. Bir ara bir gittim, “Huuu hemşire bari bir tuvalete gitsen” dedim. “Aaa iyi ki hatırlattın” deyip koştu, tutarmış meğer yavrum.
Kutu 2
------
TOM FORD’A TELEFONDA
KONSER VERDİM
Son fotoğraflarına bakıyorum da, sana sihirli bir değnek değmiş gibi. Daha mı şıksın, daha mı ışıltılısın çözemedim doğrusu...
- Eee Tom Ford farkı.
Yani ondan mı aldın yeni elbiseleri?
- Yok canım o gönderdi.
Nasıl yani?
- Zuhair Murad’ın yanında çalışan Türk stilist, Tom Ford’un arkadaşıymış. Bir gün son albümümü dinlerken, Tom kapaktaki illüstrasyonumu görmüş, sonra da internete girerek bütün fotoğraflarımı incelemiş. “Ne güzel kadın” demiş.
Eee, zevkli adam tabii.
- “Diana Ross gibi neoklasik bir kadın bu, küçük elbiseler ve çizmeler giyip saçlarını da Catherine Deneuve gibi mizampli yapmalı” demiş bizim Türk’e.
Ve Tom Ford kadını baştan yarattı!
- Dur daha bitmedi, küçük klasik elbiseler ve tuvaletlerden oluşan hediye bir koleksiyon gönderdi bana.
Siz bayağı kanka olmuşsunuz.
- Sık sık telefonla konuşuyoruz, Beverly Hills’e bile davet etti. Ben de milli değerlerimizden nazar boncukları, Türk kahvesi filan gönderdim. Bir de albümlerimi.
Adam Türkçe şarkılardan ne anlayacak, neden yolladın ki albümleri?
- Sen öyle san. Albümü dinledikten sonra bir daha aradı. Mithat Can’ın sözlerini yazdığı “Menekşe” şarkısına bayılmış. Tutturdu “Buna hemen bir klip çekin” diye. Bir de özel bir isteği oldu...
Adana kebap mı?
- İlahi İzzet. Telefonu kapatmadan bana “Albümdeki Milyoner şarkısını okur musun” dedi. Ben de telefonda Tom Ford’a canlı canlı mini bir konser verdim.
Eh milyoner adam Milyoner şarkısını ister tabii...,