Aysel K, küçük kızını cinsel istismardan nasıl korusun?

Güncelleme Tarihi:

Aysel K, küçük kızını cinsel istismardan nasıl korusun
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 04, 2013 10:16

Nefret edeceksiniz… Lanet edeceksiniz… Okumak istemeyeceksiniz… Tiksineceksiniz, mideniz bulanacak… Hatta, belki de bir noktadan sonra, bu röportajın devamını getiremeyeceksiniz... Ama hayır! Öyle yapmayın, zorlayın kendinizi! Aysel K’ye kulak verin, acısını yüreğinizde hissedin. Onun, kızı C.İ’nin ve bu ülkede binlerce cinsel istismara uğrayan çocuğun acısını…

Haberin Devamı

Çocuk cinsel istismarında, dünya ikincisiyiz! Yuh olsun bize! Bu rezilliği yapabilen adamlar, babalar, amcalar, kardeşler, abiler, dayılar -samimi hissimdir- cehennemi boylasın! Ama yaşadıkları sürece, önce cezalarını çeksinler, cezaevine mi girecekler girsinler ve oradan hiç çıkmasınlar…
Parmakla gösterilsinler, alınlarına yazılsın: “Bu adam, küçük bir kıza bunu bunu yaptı. Onun ruhunda onarılmaz yaralar açtı! Bu küçük kız büyüdü, hiçbir zaman sağlıklı bir ilişki kuramadı, bir erkeğe güvenemedi, anne olamadı. Hepsi, bu insan müsveddesi yüzünden!”

KİM DEMİŞ BABALAR YAPMAZ!
Ve lütfen, toplum olarak, “Babalar yapmaz!” algımız değişsin. Çünkü bal gibi yapıyor bazı babalar. Bu fiili sevmiyorum, ama ‘kıyıyorlar’ kızlarına.
Hayatlarını mahvediyorlar. Aysel K’nın kızı C.İ, iki buçuk yaşında uğruyor cinsel tacize. Abisi ve öz babası tarafından. Baba, varlıklı bir adam.
Eli, kolu uzun. Milyon dolarları çok, korkusu yok. Dava sürdüğü ve gizlilik kararı olduğu için ismini veremiyorum ama isterdim, Aysel de konuştuğum annenin gerçek ismi değil…

Ama olay, yüzde 100 gerçek.Öğrendiğim pek çok ayrıntıyı da buraya yazamadım, yazılacak gibi değildi, gazeteyi elinizden atardınız, o kadar feci, insanlık dışı ayrıntılardı…Ama “Bütün bunlar oldu da bu adam ne ceza aldı?” derseniz… Şimdilik hiçbir şey! Bu röportajda bahsi geçen küçük kızın, cinsel istismara uğradığına dair tam 11 rapor var. Hem de Çapa’dan, Cerrahpaşa’dan Adli Tıp ana bilim dallarından… Dahası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden koruma kararı var… Konunun uzmanlarından ve C.İ’ye rapor verenlerden biri gelecek hafta, bu sayfalarda konuğum olacak…
O röportajı da dehşetle okuyacağınıza eminim.

Haberin Devamı

BÖĞÜRE BÖĞÜRE AĞLADI
Aysel K. bütün röportaj boyunca böğüre böğüre ağladı. İnanılmaz içim acıdı.
Sadece ona değil, onu çaresiz bırakan sisteme de…
Resmen isyan ettim!
Okuyun, siz de edeceksiniz.
Şimdi de adalet aradığı hukuk sistemi, onu suça teşvik ediyor. Asla kızını o babaya vermeyeceğini söylüyor. Vermiyor diye bu sistem, onu suçlu da ilan eder.
Günün birinde tutuklarlar da...
Ama söyleyin…
Böyle bir durumdaki hangi anne, bile bile çocuğunu verir?
Huzurlarınızdan ayrılmadan…
Tabii ki ben de şüpheciyim, Aysel K.’yi dinledikten sonra şeytanın avukatı görevini üstlendim, ‘karşı taraf’ın iddia ettiği gibi, “Ya bütün bunları, zengin kocadan para sızdırmak için yapıyorsa? Ya küçük kız vasıtasıyla iftira atıyorsa, ya küçük kızın ağzına laflar veriyorsa…” diye düşündüm.
Ve İ. Ü. Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanı Profesör Dr. Şevki Sözen’le konuştum.
Zerre kadar şüphem kalmadı.
Sizin de olmasın…
Gelecek haftayı bekleyin…

Haberin Devamı

Adınız?
- Aysel K.

Sizin başınıza gelen nedir?
- (Ağlıyor) Çok korkunç şeyler yaşadım, yaşıyorum. Tek çarem, olan biteni, sizin aracılığınızla kamuoyuyla paylaşmak. Fakat dava devam ettiği ve gizlilik kararı olduğu için ismimi veremiyorum…

2.5 YAŞINDAYKEN
Anlatın lütfen…
- 2 buçuk yaşındaki kızım, üvey abisi tarafından cinsel istismara uğradı. Biz, olay sadece abisiyle sınırlı zannederken, öz babasının da işin içinde olduğu ortaya çıktı. Baba, çok varlıklı ve güçlü. Herkesi etkileyebilecek kadar güçlü. Tonla dava açtık, nafile! Çapa ve Cerrahpaşa’dan tam 11 tane, “Cinsel istismara uğramıştır ve geri dönüşü olmayan travma yaşamıştır” raporu almamıza rağmen, mahkeme görmezden geliyor. Hâkimler, “kızlık zarı bozulmadı” diye, ortada delil olmadığını düşünüyorlar. Üniversite hastanelerinin adli tıp uzmanlarına, cinsel istismar konusunda uzman olan koca koca profesörlere itimat etmiyorlar. Oysa kızıma yapılanlar, tecavüzden bin beter! Raporu veren adli tıp profesörlerinden biri, mahkemeye gelip iki buçuk saat anlattı, vız geldi, tırıs gitti. Bu ülkede genel anlayış, “Küçük kızlar, flört etmeyi ve cinsel oyunları sever” yönünde. Dört senedir hukuk savaşımız sürüyor. Kızımın mahkemeye gelip ona yapılanları anlatmasını istiyorlar. Uzmanlar, bunun daha da korkunç bir travma yaratacağını söylüyor. Böyle bir şeye izin veremem. Kızımın yaşadığı acıları size anlatamam. Babasının ve abisinin adını taşıyan insanların isimlerini bile duyduğunda travmaya giriyor. Yürürken sürekli arkasına bakıyor. Sabahlara kadar kâbuslar görüyor. “Bizi öldürecekler” diyor. Evinin dışında tuvalete gidemiyor, kimsenin kendisine dokunmasına izin vermiyor. Kızım böyle belalı sorunlarla başa çıkmak zorunda ve henüz 6 yaşında. Elimizde AİHM’den, cinsel istismar riskinden koruma kararı var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye için verdiği ilk cinsel istismar riskinden koruma kararı. Buna rağmen, ağır ceza, “2 buçuk yaşındaki bir çocuk, cinsel istismarı algılayamaz, ayrıca şikâyet geç yapıldı” diyerek, babayı beraat ettiriyor ve mahkemeler, babayla görüşmesinin devam etmesini uygun buluyor. Cinsel istismarı yapan kişiyle! Perişan vaziyetteyim. Kızımı, onun hayatını kaydıran, onun ruhunu öldüren, o adama teslim etmek istemiyorum. Onu, babasından korumak istiyorum. Fakat ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyorum...

Haberin Devamı

GÜYA AİLEYDİK
Hikâyenizi baştan dinleyelim. Eski eşinizle ne zaman tanıştınız?

- 2002’de.

Kaç yaşındaydınız?
- 39. Evlenip, ayrılmıştım. İlk evliliğimden bir oğlum vardı. Bir daha da evlenmeye niyetim yoktu…

Neden?

- Çünkü erkeklere güvenim kalmamıştı. İlk evliliğim güya aşk evliliğiydi ama aldatıldım.

Peki sonra n’oldu da yeniden evlenmeye karar verdiniz?
- Yakın bir komşumuz aracılık etti, “Y.Z diye bir bey var. İlk evliliğinden iki çocuğu var. Kızı 20, oğlu 5 yaşında. Onlara annelik yapacak birini arıyor. Evlenmek istiyor. Biz seni düşündük. Ne dersin?” dedi. Olurdu, olmazdı derken, internet üzerinden yazışmaya başladık…

Mantık birlikteliği yani…

- Tamamen. Zaten 39 yaşından sonra âşık olacak halim yoktu. “Maddi durumu da iyi” dediler, “Namaz da kılıyor…” Benim de manevi inançlarım kuvvetli. “Hem eş olurum hem de evlatlarına bakarım” diye düşündüm. Hayat beni hırpalamıştı, yorulmuştum, artık güvenli sularda yüzmek istiyordum. Bunları da açık açık kendisine söyledim.

O kaç yaşındaydı?

- Benden 6 yaş büyük. Üstelik geçmişimizde ortak bir nokta da vardı, o da eşi tarafından aldatılmıştı. Derken telefonla görüşmeye başladık, hatta telefonda beni annesiyle tanıştırdı. Birbirimize uygun olduğumuzu düşündük, buluştuk. Sonra da evlendik. Belki yanlış bir düşünce ama benim için belli bir yaştan sonra evlilik; yıldızınız tutuyorsa, aynı evi paylaşmak, aile olmak demek. Biz de aile olmuştuk. Kızımız doğana kadar, her şey mükemmeldi…

Sorunlar ne zaman başladı?

- Kızımız, 2 buçuk yaşına geldiğinde…

Ne oldu?

- 13 yaşındaki abisi, ona ‘cinsel sataşma’larda bulunmaya başladı.

Haberin Devamı

CİNSEL SATAŞMA
‘Cinsel sataşma’ derken, neyi kastediyorsunuz?
- Elle dokunma. Kızı kanepenin arkasına alıyor, sürekli elleri üzerinde. Denizde, uzak yerlere götürüyor, orasına burasına dokunuyor. İkaz ediyorum, “Bu tarafa getir” diyorum. Getiriyor. Ama beş dakika sonra aynı şey. Yazlıktaki iki katlı evde, kızımı sürekli alt kata indiriyor. Ben de onların peşinden iniyorum. Öbürü de evladım, bir şey de diyemiyorum, konduramıyorum da…

Ama durumda bir tuhaflık olduğunu hissediyorsunuz…
- Hissetmez miyim? Annelerin hissetmemesi mümkün mü? Alıyor kızımı tuvalete götürüyor, “Yapma oğlum!” diyorum. Bir gece babasına, “Bana yardımcı ol, lütfen sen de uyar!” dedim. Bağırdı, çağırdı, “Sen ne diyorsun ya, onlar kardeş!” dedi, “Sadece oynuyorlar!” Ama abinin bu sataşmaları giderek arttı. Bacaklarını açarak oturuyor, kızım koşarak ona doğru geldiğinde, kafasını bacaklarının arasına bastırıyor. “Oğlum yapma, bu yanlış bir hareket” diyorum, “Tamam anne” diyor. Mutfağa gidiyorum, geri döndüğümde, bu sefer eli poposunda. Bir gün resmen, 2 buçuk yaşındaki kızımın dudaklarına yapıştığını gördüm. O, bardağı taşıran son damla oldu. Eşimle tartışmamız, şiddete dönüştü. Bana fiziksel şiddet de uyguladı. Jandarmayı aramak zorunda kaldım. Sonunda, “Boşanmak istiyorum!” dedim…

Peki eşiniz kabul etti mi?
- O istemedi, barışmak için araya aracılar soktu. “Hayır” dedim çünkü beni duvardan duvara vurmuş bir adamdan söz ediyoruz. Öfke kontrolü yoktu. Ama bütün bunlardan daha önemlisi, ben kızımı abisinden korumak zorundaydım çünkü babası önlem almayı reddediyordu. Boşanma aşamasında hâkim, kızımın, haftada üç gün babaya gitmesine karar verdi. Çok canım sıkıldı çünkü kızım yine abisiyle aynı ortamda olacak, aynı sıkıntıları yaşayacaktı. Ve bir gün, korkunç bir şey oldu…

Haberin Devamı

HUKUK SAVAŞI
N’oldu?
- Kızım, “Abim, elini hep burama sokuyor!” dedi. Mahvoldum! Müthiş bir öfke, kızgınlık, mide bulantısı, her şeyi birden hissettim. Korktuğum başıma gelmişti. Demek ki şüphelerimde haklıydım. Ama paniğimi, kızıma çaktırmamaya çalıştım, “Çiş yapıp yapmadığına bakmıştır abin” dedim. Fakat dünyam karardı. Çaresizlik içinde kıvranıyordum. Baba da ısrarla almaya devam ediyor çocuğu. “N’olur ikisini yalnız bırakma” diyorum, resmen yalvarıyorum, “Tamam” diyor ama kızım döndüğünde, “Biz evde abim, babam, ben yalnızdık” diyor. Sonra bir gün, daha da korkunç bir şey söyledi: “Halının üzerinde oturuyorduk, abim elime ip verdi, orana sok” dedi. Bunu duyunca ölmek istedim! Korunmasız, küçük bir kız. “Ben de yaptım. O da beni seyretti. Bu aramızda bir oyun” demesin mi? Nefesim kesildi, “Peki baban n’aptı?” diye sorabildim ancak, “Salonda gazete okuyordu” dedi. Hemen babaya telefon ettim, “Nedir bu ip rezaleti?” diye çığlık çığlığayım. “Saçmalama, ip-mip yok” deyip telefonu suratıma kapattı. Bir gün gene gitti babaya, eve döndüğünde poposunu yıkıyorum, baktım kızarıklık var. “Kızım ne oldu, bir yere mi çarptın?” diyorum, hiçbir şey söylemiyor. Hemen avukatı aradım. “Bu konu, hukukla çözülmez. Önce sizi kurtaralım. Çünkü baba inatlaşır boşanmaz. Sonra da çocuğu da kurtarırız” dedi…

Sonra…
- Boşanma işlemimiz gerçekleşti, anlaşmalı ayrıldık, velayet bende kaldı. Baba da kızını belli sürelerde görebilecekti. Geldi, yaz tatili için yine aldı. Alırken, sözler verdi, “Diğer yazlığa götürüyorum. Yanımızda büyük kızım, yengesi ve iki bakıcı olacak, oğlan gelmiyor bizimle” dedi. Yine de sürekli bir itiş kakış ve stres. Ne dese güvenmiyorum ama avukatlar da “Verin çocuğu, vermezseniz zorla alır. Babası o” diyor. Kızımı arıyorum, “Kim var yanında, bakıcı ablalar mı?” diyorum, “Yok” diyor, “Abim, babam ve ben. Başka hiç kimse yok!” Eski eşimi telefona istiyorum, “Niçin böyle yapıyorsun! Beni delirtmeye mi çalışıyorsun!” diyorum, “Bunda ne var ki, benim kızım o!” diyor. Döndüler geldiler, yine çocuğu teslim etmiyor. “Üç gün daha kızımla tatil yapacağız, otelde kalacağız. Merak etme, ben kızımla aynı odada yatıyorum. Oğlanla, ablası da yana odada” diye beni yatıştırmaya çalışıyor. İşte o tatil dönüşü, kızımda bir tuhaflık da hissettim. Nitekim, “Babam beni abimle aynı yatakta yatırıyordu” dedi. Babanın yanına gittim, bağrış, çağırış kavga ediyoruz. Buz gibi bir ses tonuyla, “Olacak olan yazlıkta olmuştur! Boşuna uğraşıyorsun! Biz orada, üçümüz hep yalnızdık” dedi. “Sizi, savcılığa şikâyet edeceğim!” dedim. O da “Hiçbir halt edemezsin! Ben paramla her şeyi hallederim” dedi. O, kızımın, babasını son görüşü oldu. Hukuk savaşı başlattık...

Öz babası, kendi kızına, olamaz, yapamaz… Dedim ama…
Bir anne olarak, kızınızda fark ettiğiniz tuhaflıklar neydi?
- (Ağlıyor) Ablam, yurtdışından ona bir bebek getirmişti. Sürekli bebeğin cinsel organına bir şeyler batırıyordu. “Ne yapıyorsun kızım?” dedim. “Anne, o hasta. Onu iyileştiriyorum. Ona aşı yapıyorum” dedi. Sonra kafasını kaldırıp bana baktı, “Abim de bana yapıyor. Kimseye söyleme ama. Bu aramızda bir sır...”

Aman Allahım!
- Evet. Karşınızda bunları saf saf anlatan bir çocuk var. Bebek daha. Daha neler neler anlattı, öldüm, öldüm, dirildim. Bunların hepsi mahkeme tutanaklarında yer aldı, doktor raporlarında da. “Biz abimle doktorculuk oynuyoruz” dedi, “Külotumu çıkarıyor. Beni üstüne oturtuyor. Sonra elimi kolumu bağlıyor. Fotoğraflarımı çekiyor. Oramı elliyor, gıdıklanıyor musun?” diye soruyor. Kızımın anlattıklarını dinliyorum ama çaresizlikten de delirmek üzereyim. “Peki baban neredeydi kızım?” diyorum. “Bazen yürüyüşteydi” diyor, “Bazen de evde.” Başka bir şey de söylemiyor...

TAM 11 RAPOR
Siz n’aptınız peki?

- İçimden can çekildi. Suçum olmamasına rağmen, kafamı duvarlara vurmak istedim. O küçücük korunmasız kıza, neler yapmış abisi diye. Hemen kızımı bir pedagoga götürdüm. “Beni aşan bir durum. Boyutları hakkında endişeliyim. Lütfen konunun uzmanlarına götürün” dedi. Ben bu arada, babadan nefret ediyorum ama bu rezilliğe dahil olduğunu filan hiç düşünmüyorum. Adalet Bakanlığı’nın ‘Çocuk Koruma Bölümü’ denen bir birimi var, orayı aradım. “Hemen şikâyetçi olun” dediler. Sonra kızımı Çapa’ya götürdüm...

Onlar neler söyledi?
- (Ağlıyor) “Siz babadan hiç kuşkulanıyor musunuz?” dediler. Birden duyduklarıma inanamadım. “Yok” dedim, “Olamaz. Baba bu, nihayetinde kendi kızı, yapamaz!” “Ama” dediler, “Bu oyunları kendisiyle oynayan iki kişiden söz ediyor kızınız. İki isim veriyor, biri abinin ismi, diğerinin baş harfi babayla aynı ama değişik bir isim. “Ben size söyledim baba olamaz!” dedim. “Ama cinsel istismar vakalarında, çocuklar babayla ilgili duygusal bağları güçlü olduğu için onu ilk etapta saklarlar. Hemen dile getirmezler” deyince, benim bütün dünyam yıkıldı. Düşünsenize, yabancı biri bile değil, babası! Kabullenmesi o kadar ağır bir şey ki bu! Sonra kızımın terapileri başladı, bir yıl sürdü, Çapa ve Cerrahpaşa dahil olmak üzere tam 11 kez rapor aldık. Hepsi, “Cinsel istismar ve basit bir tıbbi müdahaleyle giderilemeyecek travma yaşamıştır” raporu verdi.

Kızınızın yaşadığı travmaya siz nasıl tanık oldunuz?

- Bitmez tükenmez korkuları vardı. Geceleri kâbuslar görüyor, çığlıklar içinde uyanıyordu. “Öldürecekler bizi!” diye sayıklıyordu. Saatlerce ağlıyordu, hiç susmuyordu. Her şeye, herkese güvenini kaybetmişti. Yürürken arkasına bakıyordu. Merdiven çıkamıyordu. Kapı açık kalamıyordu. 24 saat bitişik yaşadık, yan odaya çorabını almaya bile gidemiyordu. O kadar kötüydü. Kendisine dokunulunca, travmaya giriyordu. Asla evin dışında tuvalete gidemiyordu. Teyzesine, “Beni kesecekler, annemi de öldürecekler. Teyze sen bizi koru!” gibi laflar etmiş. Meğer ona bu rezillikleri yaparken, “Sırrımızı birilerine söylersen, anneni öldürürüz pislik!” demişler.

DAVAYI KAYBETTİK
Peki babanın cinsel istismarda bulunduğunu nasıl anlamış doktorlar?
- Onların yöntemi farklı. Soru sorup, cevap almıyorlar. Resimler çizdiriyorlar. Oyun odaları kuruyorlar. Günlerce, aylarca sürüyor. O yaşta bir çocuğun, babasının penisini çizmesi normal değilmiş. “Babamınki aslana, abiminki örümceğe benziyor” demiş. Bunları anlatırken ara ara fenalaşıyordu, ilaç veriyorlardı. Bu nasıl bir insafsızlıktır! Bunun bir tarifi var mıdır? Bunu ona yapanlar, insan mıdır? İnsan, evladına nasıl yapar böyle bir şeyi? Nasıl olur da mahkemeler, bu adama ceza vermez? “Babam pipisine dokunuyordu” dedi. Zannediyorsun ki, “Tuvalette” diyecek. Hayır! “Yatakta” diyor. Kızı yanındayken. Gerisini anlatmayayım artık… (Ağlıyor)

Şu an mahkeme ne durumda?
- Birinci dava, kızımla babasının görüşmesinin önlenmesiydi. Yani ‘şahsi münasebet’in kaldırılması davası. Üç yıl sürdü. Kaybettik. Mahkeme, resmen kızımı, ona bu kötülükleri yapanlara teslim etti; “Babasıdır görüşecek!” dedi. Gerekçesi de hâkimin kanaatine göre, sosyal ve ekonomik koşulları iyi ailelerde böyle şeylerin yaşanmayacağıydı. Yargıtay’da temyiz aşamasındayken, baba hakkında ceza bilgisi dosyası sunmamıza rağmen, oyçokluğuyla babayla kızın görüşmesi uygun bulundu. İkinci dava, abinin, ağır cezada yargılanmasıydı. O hâlâ devam ediyor. Babanın da cinsel istismarda bulunduğu ortaya çıktıktan sonra, yine ağır cezada, üçüncü bir dava açıldı. Ve ne yazık ki baba, uzmanların raporlarına ve tanıklıklarına rağmen, ondan da beraat etti. Gerekçesi de “Yaşı itibariyle küçük kız, cinsel istismar eylemini algılayabilecek konumda değildir.” Bizi sadece, AİHM’nin tedbir kararı koruyor. O karar yüzünden, şu an bize yaklaşamıyorlar. Ama abinin, ağır ceza yargılaması bitince, AİHM’nin tedbir kararı da kalkacak. O zaman vay halimize!

Son olarak ne söylemek istersiniz?
- Pek çok şey söylemek isterim. Kanunlar çıkarılıyor, cezalar arttırılıyor ama yetmiyor, uygulanması gerekiyor. Benim çocuğum hakkında bu kararları verenler, kendi çocuklarını bu saldırganlara teslim ederler miydi? Verirler miydi? Ben vermemenin bir yolunu bulacağım! Bu ülkede vicdanlı hukukçuların da olduğuna inanmak istiyorum…


Eğer Tanrı olsaydım...


Pink Floyd seven birine başka hangi müzisyenleri önerirsiniz? Uzunca düşündükten sonra birine “Anca Beethoven, Wagner olabilir” yanıtını vermiştim. Kim bilir kaç ülkede, kaç kişi gençliğini, çocukluğunu ayrılmalarına üzülerek geçirdi… Şarkılarını bu günlere taşıdı... Onlar gibisi çıkmadı, müzikleri hiç eskimedi. Pink Floyd’un lokomotifi Roger Waters bugün 70 yaşında. Eski çekişmeleri, tatsızlıkları
geride bırakmış. Kendini politik aktivizme
ve müziğe vermiş. Bize yeni albüm çabalarını anlattı. Adını başlıkta gördüğünüz yeni şarkısından birkaç dize okudu. İstanbullular bu akşam, yaşayan en önemli müzisyenlerden birini sahnede görecek. Başyapıtı The Wall’u izleyecek. Karşınızda, efsane Roger Waters…


Gezi Parkı hakkındaki Facebook mesajınız çok konuşuldu…
- Barışçıl protestoları hep destekledim. Anladığım kadarıyla az sayıda yeşil alandan biriydi. Otoriter bir tavırla
başka bir şeye dönüştürülecekti. Türk halkına fikri sorulmadı. Protesto bana son derece
meşru göründü. Tepedekiler kararı vermiş, diğerlerinin cehenneme kadar yolu var...
Birkaç gün izledim. Eylemlerde şiddet yoktu. Polis biber gazı kullanınca işler çirkinleşti.
Bu, polisin tüm dünyada rutin olarak
yaptığı bir şey... Halkına karşı yersiz şiddet kullananlarla daha önce de sıkıntı yaşadım. Birkaç yıl önce Şili Cumhurbaşkanı
bana düşman olmuştu.
İsmini hatırlamıyorum. Yaşlılıktan mı acaba?
Sana bununla ilgili bir
hikâye anlatayım mı?
Tabii…
- Annemi birkaç yıl önce, 96 yaşında kaybettim. 95 yaşına kadar briç kulüplerine gitti. Haftada üç kez! Arabayı hep kendi kullanırdı. Mini Cooper’ı vardı, inanabilirsen. “Kulüplerden biri o kadar berbat ki skorları bile bana tutturuyorlar” demişti. Bir oyunun sonunda, yanındaki genç adama “Ben bitirdim, gitmeliyim. Şimdi imza atmam gerekiyor, değil mi?” diye sormuş. Adam evet deyince “İyi de ben kimdim?” demiş. “Siz Bayan Waters’sınız!” diye hatırlatmış adam!
Harika! Siz de aile geleneğini devam ettiriyorsunuz…
- Aynen öyle.
Şili Cumhurbaşkanı’na ne oldu peki?
- Hâlâ başkan. Hah, adını hatırladım. Pinero! El Presidente Pinera! (Başkan Pinera) Gerçeklik konusunda çok liberal biriydi!
İyi bir politikacıda bulunması gereken bir özellik.
- Doğru, bu bir beceridir.
Konserde politik mesaj beklemeli miyiz sizden?
- İşin kendisi tamamen politik zaten.
Doğru, The Wall’dan bahsediyoruz…
- Aslında 1979’da hocalarıyla, kadınlarla ilgili sorunlarını aşamamış gencin yaptığı şey değil artık ‘The Wall’. Küresel politik meselerle daha ilgili.
Tevazu mu gösteriyorsunuz? O zaman aklınızda bunlar yok muydu?
- Bugün, o dönemde fark ettiğimden daha çok politik çağrışım görüyorum.
Müziğinizin bambaşka kuşakları aynı şekilde çekmesinin sırrı ne?
- Eskiden söz yazarları ve şarkı söyleyenler farklıydı. Sinatra hayatında tek bir nota, kelime yazmadı. Sonra devrim oldu. İngiltere’de bize sıradan hayatlarımızı yazma iznini ilk veren Beatles’tı. Belki ‘The Wall’ da insanlara kendi doğrularına inanma ve protesto etme iznini vermiştir. Evet, bence bunu sağladı.
Konserde duvara Adnan Menderes, Uğur Mumcu ve Hrant Dink’in resimlerini yansıtacakmışsınız. Bu isimleri nasıl seçtiniz? Denge kurulmuş sanki…
- Hayır, denge kurmadım. Siz karar verdiniz. İnternet sitemde insanlara soruyorum: “Fotoğraf ve kısa bir bilgi notuyla kaybettiğiniz bir sevdiğinizi yazın” diyorum. Yaklaşık 600 kişi var. Babam ve dedem de o duvarda.
İkisini de savaşlarda kaybettiniz değil mi?
- Evet. I. ve II. Dünya Savaşları’nda. Geçen yıl ailemle birlikte anıtlarını ziyarete gittim. İlk kez. Çok sarsıcıydı.
Uzun süre beklemişsiniz.
- Pişmanım, doğru. Ama kendimi hırpalamıyorum. Hayatta becerebildiğim şeylerden biri bu. Sağ omzumda oturan küçük yargıca “Yürü git” diyebiliyorum. İki oğlum ve kızımla yaptığım Fransa ziyareti beni çok etkiledi. Gözyaşı döktüm.
Acı, sanat için gerekli mi? Babanız bu şekilde ölmeseydi aynı müziği yapabilir miydiniz?
- Bilmiyorum. Bahse girecek olsam -ki gerekmiyor- birkaç şilini ‘evet’e basardım. “Anne ya da babasını erken kaybetmemiş ya da duygusal trajedi yaşamamış biri sanat üretmekten alıkonmalı mıdır?” diye sorarsanız, ben buna cevap veremem tabii. Eleştirmen değilim.
Kendinize yakın bulduğunuz grup ya da müzisyen oldu mu?
- Beatles’ı söyledim. Bob Dylan kesinlikle, Leonard Cohen, Neil Young… 10-15 şair ya da besteci daha vardır. Neden bahsettiğini anladığım şarkıları severim. Anlamak için pürdikkat dinlemeye gerek bırakmayan… The Band’in büyük hayranıydım. Levan Helm’in grup dağıldıktan sonra yaptığı solo işler muhteşemdir.
Ya bugün? Artık dünyayı değiştirmeye yeltenen müzik pek yok gibi…
- Şimdi daha zor.
Neden?
- Büyük kurumlar, şirketler kontrolü iyice ele geçirdi. Daha bugün iğrenç, b.k gibi bir müziği kapamak için en yakın arkadaşlarımdan biri deli gibi hoparlörleri arıyordu. Tüm dünyada, her gün rezil müzikler çalıyor. Bir de iğrenç cover’lar yapıyorlar. Çünkü ucuz. Hakları satın alıyorlar, ortalığı kirletiyorlar. Bayılacak gibi oluyorum. İyi müzik yapabilecek bir gençsen, eskisi gibi plak şirketleri bulamazsın. Çünkü bu işte para yok. Gençler her şeyi bedava istiyor. Bilgisayara yükle, kopyala, çal. Standartlar düşüyor. MP3’ler o kadar iğrenç ki! Bir şey dinliyorsam, sesin iyi olmasını isterim. Gerçi fark etmiyor, o kadar sağır oldum ki artık.
Nota bilmiyormuşsunuz. Mimari okurken nota sistemi yerine müzikte mimari bir diagram sistemi kurmuşsunuz. Bu doğru mu?
- Kim söyledi bunu?
Eski menajeriniz Andrew King sanırım...
- Andrew King mi? 40 yıldır görmedim. İnsan hafızası eşsiz bir şey. Neler yaratabileceğine hâlâ şaşırıyorum.
Söz yazarken Foucault, Camus, Nietzsche’den etkilendiniz mi? Şarkılarınızdaki felsefi göndermelerle ilgili akademik kitaplar var.
- Hayır, inan hiçbir şey okumadım o yıllarda. Şimdi okuyorum. Şu anda elimde Montaigne’in hayatı var. Müthiş, insanı uykudan uyandıran bir kitap. Luteranlar, Katolikler... Tanrı’nın cevap vermesi gereken çok soru var. Sekiz iç savaş yapmışlar. Birbirlerini kesmişler. 16. yüzyılda! Peki biz ne öğrendik? Biz seninle konuşurken Irak’ta Şiiler ve Sünniler birbirlerinin arabalarına bomba koyuyor. Onları bölen ne? Peygamberin ailesiyle ilgili yüzlerce yıl önce yaşanmış sorun mu? Bunun için mi birbirlerini öldürüyorlar? Hayır, daha temel bir sebebi olmalı. Kuzenle kuzeni birbirine bu şekilde öldürten nedir?
Müziğinizle buna cevap veriyor musunuz?
- Ben, ortaya bir iddia atıyorum: Bu yaptıklarının delilik olduğu iddiasını! ‘Onların’ diyorum çünkü ben bunun parçası değilim. Katolik kilisesiymiş, Hıristiyanlıkmış, benim bunlarla ilgim yok. Ama onlar insan ve benim kardeşim. Andrew King’in uydurduğu şeye bak! Bu sadece 40 yıl önceydi. Diğer meselelerin nasıl çarpıtılabileceğini hayal etsene!
40 yıl önce, müzik yapmaya başladığınız dünya mı daha umut doluydu, bugünkü mü?
- Temel soru şu: Biz insanlarda hukukun üstünlüğüne teslim olacak cesaret var mı? İnsanlar geri alınamaz haklarla doğar. 1789 Fransız Devrimi, Amerikan Anayasası, 1948 Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi bu hakları onayladı. Ben bunlara kökten bağlı olmak gerektiğine inandım. ABD’de şu anda yapılan tartışma bu. Kendilerini savaşta oldukları fikrine inandırmışlar. Hukuku manipüle ediyorlar.

Bir fikirle savaş halindeler: Terörizm fikriyle. Anayasayı askıya alıyorlar, hukuk ortadan kalkıyor. Yürütme istediği her şeyi yapıyor. Bir şarkıyla uğraşıyorum bir süredir. Yeni bir albüm mü yoksa?

20 yıldır yeni bir albüm yapmanın yollarını arıyorum. Çok şarkı yazdım ama beni tatmin edecek bir iş çıkaramadım. Daha yeni, seyahatte yeni bir şarkı yazmaya başladım. Belki bu bir eserin çıkış noktası olabilir. Adı: “Eğer Tanrı olsaydım.” İkinci bölümü şöyle: Yabancı göklerde uçan bir insansız hava aracı olsaydım eğer…

Yol bulmama yarayan elektronik gözlerimle Ve sürpriz şekilde Birini evde bulmaktan korkardım Belki fırının başında bir kadın Ekmek yapıyor, pilav pişiriyor ya da sadece kemik kaynatıyor. Eğer, insansız bir hava aracı olsaydım… (If I were a drone patrolling foreign skies with my electronic eyes for guidance
and the element of surprise I would be afraid to find someone home maybe a woman at a stove baking bread, making rice, or just boiling down some bones
If I were a drone...)

Bu benim Amerikan dış politikasıyla ilgili ne hissettiğimi anlatıyor. Onlara göre yabancı ülkelere gidip insanları paramparça etmekte sorun yok. Bence var.
Avlaki ve oğlunun da (ABD’nin insansız hava aracıyla Yemen’de öldürdüğü 16 yaşındaki genç. Bir El Kaide liderinin oğluydu) en az bizim kadar hukuka hakkı var. Ya savaştasındır ya değilsindir. Savaşın ne olduğunu Lahey Sözleşmesi tanımlamalı. Bu, halk tarafından anlaşılmalı ve onaylanmalı. Tepki de Cenevre Sözleşmesi’ne uygun olmalı. Ama bu ekip bunları takmıyor. Dehşet verici. Neyse ki iyi gazeteciler ve avukatlar var. Çok yakın bir arkadaşım Guantanamo’da savunma avukatı. Müthiş mücadele veriyorlar. Gizli kapaklı Beyaz Saray’da, gizli hükümetin, gizli polisinin gizli örgütüyle mücadele ediyorlar. Kafalarına esen her yere bomba atmasınlar diye. Bir aktivistsiniz.


- Evet. Öyleyim.

Sean Penn gibi. Roma’da onunla buluşmuşsunuz. Başbakan’ı eleştirdikleri mektup çok konuşuldu burada bu hafta.

- Roma’da konserime geldi. Ona büyük saygı duyarım. Ama bunu anlatmadı. Eğlenceli geceydi. Çok adrenalin ve çok içki vardı.

Ne içtiniz? İyi bir İngiliz gibi skoç ya da cinci misiniz yoksa?
- Hayır. Ben beyaz şarap içiyorum.

Mutlu musunuz?
- Kesinlikle. Büyük mod değişimleri yaşamıyorum. Bu benimle yaşayanlar için büyük şans. Montaigne Epikürcülerden, Stoacılardan söz ediyor. Hep denge tutturmuşlar. Coşku patlamaları, derin hezeyanlar yaşamıyorlar. Bunu deniyorum. Stoacılar ölüme her an hazır oldukları bir mental duruma ulaşmaya çalışırmış.
Bu tuhaf. Sokaklarda insanlara bakıyorum. Ölümle ilgili hiçbir kaygıları yok gibi. Benim var, itiraf etmek gerekirse. Gördüğüm herkes 100 yıl sonra ölmüş olacak. Belki şu arkadaki küçük çocuk dışında. O 103 yıl filan yaşayabilir.

O yaşa geldiğinde sizi nasıl hatırlamasını istersiniz?
- Beni çok ilgilendiriyor mu, emin değilim.
Bilincin ölümden sonra varlığını sürdürmesi bana çok düşük bir ihtimal gibi görünüyor. Bu çok da korkunç değil. Biliyor musun, annem ölümünden altı ay önce ne dedi bana: “En sevdiğim, en zevk aldığım şeylerden biri uyumak.”


Müziğinizin hatırlanması sizin için önemli mi?
- Evet, bence bunda bir sorun yok. 15 yaşında filandım. Gecenin körü… Arkadaşlarımla oturmuş, caz dinliyorduk. ‘Georgia on My Mind’ın Ray Charles versiyonu
çalıyordu. Şunu düşündüm: “Bir gün, birine bu şarkının bana şu anda hissettirdiğinin 20’de birini hissettirebilirsem, bu benim için yeterlidir.”

Pink Floyd’un film gibi hikâyesi
Önce üzgün, melankolik bir adam vardı: Syd Barrett. 1965’te kurduğu Pink Floyd’un dâhisi, ışığı oydu. Hassas ruhunu, aklını koruyamadı, çekildi.
Sıra Roger Waters’daydı. Grubu ayakta tutmak ona düştü. 20’nci yüzyılın en sıkı söz yazarlarından biri olacağını kendisi de bilmiyordu. Syd’in yerine gelen David Gilmour da sakin, dramatik gitar sololarıyla Nick Mason ve Richard Wright’a katıldı. Dörtlü yola devam etti. Dünyayla bağını iyice koparan Syd Barrett’ın bir konserin başından sonuna kadar yerine geçen David Gilmour’a gözlerini diktiği söylenir. 1973’te çıkardıkları ‘Dark Side of the Moon’ 741 hafta Billboard ilk 200 sıralamasında kaldı. Yani tam 15 yıl. Albüm 50 milyon sattı. ‘Wish You Were Here’, ‘The Wall’ ile Pink Floyd, müzik tarihine geçti.
Roger Waters sanatının doruğundaydı ama coşku ve öfkesiyle diğerlerine nefes aldırmıyordu. 1985’te grup dağıldı. David Gilmour, Mason ve Wright “Biz
Pink Floyd’uz, devam edeceğiz” dediler. Waters bunu beklemiyordu. Yıllar süren davalar, karalamalar…

20 yıllık dostluk, eşsiz müzik kirlendi. Hayranları yıllarca barışmalarını bekledi ama geri adım atmadılar. Waters, kendisi olmadan iyi müzik yapabileceklerine inanmadı, yanıldı. ‘A Momentary Lapse of Reason’, ‘The Division Bell’ geldi. Pink Floyd eskisi gibi değildi ama hâlâ Pink Floyd’du.
Waters’ın solo albümleri onlarınki kadar tutmadı. 2005’te Roger Waters 20 yıl aradan sonra ilk kez Pink Floyd ile sahneye çıktı. Ama birleşme olmadı.
Altı yıl sonra, Mayıs 2011’de Roger Waters Londra Live 02 Arena’da The Wall konseri veriyordu. Sıra David Gilmour’un bestelediği ‘Comfortably Numb’ şarkısına geldi… Waters sahnedeki dev duvarın önünde şarkıyı söylüyordu: “Is there anybody out there?” (Orada kimse var mı?) Işıklar söndü, muhteşem gitar sesi
duyuldu. Spotlar duvarın ta en üstündeki gitariste çevrildi. Onun David Gilmour olduğunu bazıları hemen, bazıları biraz sonra anladı. 200 bin kişi sevinç çığlıkları atıyor, kendinden geçiyordu. Enfes gitar solosu, sakin gücüyle David Gilmour geçen yüzyılın en iyi şarkılarından birini çalarken, Waters duvarın aşağısında kollarını ona açmış dans ediyordu.


Bu tür unutulmaz birkaç an dışında grup asla bir araya gelmedi. Son bir turne için yapılan 400 milyon liralık teklifi reddettiler. Waters “Düşmanlıktan filan değil, bunu gördük, yaptık. Bir daha yapmaya gerek yok” diyordu. Pink Floyd’un birleşmesi rüyası, müziklerinin değdiği kimsenin aklından çıkmadı.
Şarkıları hiç eskimedi. Dünyayı değiştirmek isteyen, kötü bir hayata, kötü müziğe teslim olmayacak milyonlarca özgür ruha marş oldu. Daha iyisi çıkıncaya dek kuşaktan kuşağa aktarılacak. Eğer daha iyisi mümkünse.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!