Ayşe Arman Mustafa Balbay'la konuştu

Güncelleme Tarihi:

Ayşe Arman Mustafa Balbayla konuştu
Oluşturulma Tarihi: Ocak 05, 2014 02:05

İşte Ankara’dayım. Balbay’ların evi. ODTÜ ormanlarına bakıyor. Huzurlu, güzel, sakin bir ev. Gülşah Balbay’la daha önce buluşmuştum ama o zaman kocası hapisteki bir kadınla konuşmuştum… Ama bir de şimdi görün… Gözlerinden ışıklar saçıyor. Karı kocanın birbirlerine ne kadar düşkün oldukları bakışlarından anlaşılıyor. Bu mutluluk ortamında Mustafa Balbay’la, içeride yaşadıklarını, çıktıktan sonra hissettiklerini, Türkiye’de bugün yaşananlar hakkında neler düşündüğünü, kendisinin nasıl bir siyasetçi olmayı planladığını konuştuk… Bu röportaj salı günü de devam edecek…

Haberin Devamı

Hep bu anın hayalini kuruyordum. Sizin ve eşinizle evinizde röportaj yapabilmenin… Siz niye 4 yıl 277 gün içeride kaldınız? Neden aldılar sizi?

-Bu sorunun yanıtı, bugün çok daha net ortaya çıkıyor. Belki 17 Aralık yaşanmasaydı, uzun uzun, “Bu davalar öylesine bir kumpas ki, öylesine bir kurgu ki!” diyecektim. Artık gerek kalmadı. İktidarın ve cemaatin yaptığı açıklamalar, bize söz bırakmayacak şekilde, ‘yargı’nın, yeni bir devlet kurma aracı olarak kullanıldığını kanıtladı. Kendilerine engel olabilecek farklı kesimleri susturmak ve kurumları devre dışı bırakmak için yargıyı kullandılar…

Siz, esas olarak neyle suçlandınız: Darbe tezgahlayıcısı olmakla mı? Muhalif olmakla mı? Cumhuriyet mitinglerini desteklemekle mi? Gazetenizde, ‘Genç subaylar rahatsız’ manşetine yer vermekle mi?

- Neden mi içeri girdim, avukatların da fikir birliği ettiği gibi, amaç Cumhuriyet Gazetesi’ni susturmak, İlhan Selçuk’tan sonra gazetenin güçlü bir elemanı olarak gördükleri Balbay’ı devre dışı bırakmaktı…

4.5 yıldan fazla bir süre içeride kalmanızın sebebi sadece ‘iyi ve etkili bir yazar’ olmanız mı?

-Uğur Mumcu niçin öldürüldüyse, ben de o yüzden tutuklandım! Ahmet Taner Kışlalı niçin öldürüldüyse, ben o yüzden tutuklandım! Gerçi Uğur Mumcu’nun bedenini yok ettiler, ama ruhunu edemediler. Hâlâ yaşıyor. Örneğin dün Kırşehir’e gittim, 21 yaşında genç bir adam geldi, “Adım Uğur” dedi. “Nereden geliyor adın?” dedim. Gözleri dolu dolu, “Uğur Mumcu öldürüldükten bir hafta sonra doğdum!” dedi. Gerçekten de, Uğur Mumcu öldükten sonra, yüzlerce, binlerce Uğur Mumcu doğdu. Bize gelince, bedenimizi değil, ruhumuzu öldürmek için içeri attılar! Bedenimiz, ruhumuzun katili olsun istediler.

Bu 4.5 yıl nasıl geçti? İnsan, hangi duygulardan hangi duygulara savruluyor? Hiç karamsarlığa kapılmıyor mu?

-Kapılmaz olur mu? Kapılıyor! Zaten tek başıma olduğum zamanlarda bakıyordum karşımda biri oturuyor: Mustafa Balbay. “Merhaba arkadaş” diyordum, sonra kendimle yoğun bir muhabbet giriyordum. Bir anlamıyla ‘iç kazı.’ Kendi kendimle konuşuyordum…

İnsan, “Kafayı mı yiyorum?” diye korkmuyor mu?

-Hayır. Çünkü olayları tartıyorsun, değerlendiriyorsun, büyük resmi görüyorsun. Uğur Mumcu 51 yaşında öldürüldü. Ben 33’tüm ve bana çok büyük geliyordu, oysa ne kadar gençmiş! Abdi İpekçi öldürüldüğünde henüz 50 yaşındaydı…

“Bütün bu ödenen bedellere değdi mi?” diye düşünmediniz mi hiç?

-Bu ülkede yaşamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? İstiyoruz! Burası bizim ülkemiz! Vazgeçecek halimiz yok! Bütün samimiyetimle söylüyorum, bana deselerdi ki, “Edirne’de bırakacağız seni! Ülke dışına gidersen serbestsin, dönersen tutuklarız!” kabul etmezdim. Benim içimde hep kendimi ayakta tutma duygusu vardı. Diyordum ki, “Yaşadın Balbay, iyi yaşadın! 23 kitap yazdın. Cumhuriyet’in Ankara temsilcisiydin. Sevdiğin kadınla evlisin. Çocukların var. Ve Süreyya Berfen’in dediği gibi: ‘Çocuklar insanoğlunun ölüme baş kaldırışı!’ Peki bu noktadan dönüş var mı? Var. Kime bağlı? Sana bağlı. Ne zaman çıkacağını biliyor musun? Hayır. Peki nasıl çıkacağını biliyor musun? Evet! Bunu karar verecek olan sensin. Dimdik çıkabilirsin buradan ve donanımlı.” Ben de öyle olması için gayret ettim.

“Ya hastalanırsam?” diye endişelenmediniz mi hiç?

-Yok. Şu anda bedenim, içeri girdiğim zamankinden daha sağlıklı. Cezaevine girmeden, ortalama, üç gece rakı sofrasındaydım. İçeri girince dedim ki, “Rakıyı unut!” İnan hiç aramadım. Cezaevinde eltı ayda bir, tam kan sayımı ve basit bir check-up yapılıyordu. Girdiğimde dediler ki, “Karaciğerde birinci derecede yağlanma var, hatta ikinci dereceye gelmiş!” Üçüncü yılın sonunda doktor, “İnanamıyorum, bu çok zor bir şey ama karaciğerdeki yağlanma bitmiş!” dedi. İçerideyken sağlığımı korumayı temel görevlerimden biri edindim. Gazetelerin sağlık sayfalarını daha çok okumaya başladım. Kuru soğanın doğal antibiyotik olabileceğini öğrendim. Kendimce haftada iki üç gün kantinden aldığım iki kuru soğanı doğrayıp, üzerine limon sıkıp, zeytinyağıyla ilaç niyetine yedim.

Gerçekten içeride sol elle yazı yazmasını da öğrendiniz mi?

-Evet. Cezaevine girmeden sağ ile yazıyordum. Ama kitap yazarken, bir an geliyor, elin zihninin hızını yetişemiyor, dinlenmek istiyor, o zaman sağı bırakıp, solla devam ediyordum.

Bir taraftan da genç, her şeye yetişmeye çalışan bir eş ve iki çocuk… Ülkenin zorlukları mı sizi daha çok geriyordu, ailenizin yaşadığı zorluklar mı?

-Hepsi iç içeydi. Çocuklarım, toplumun gözü önünde büyüdüler. İnsan böyle bir şeyi arzu etmez ama ben de şunu düşündüm: Böyle bir acı yaşıyorsam niye saklıyorum? Binlerce ailenin de yaşadığı acılar bunlar. Aile hüznünü de, mücadele direncini de yaşa. Biri, ötekine teslim olmasın…

Cezaevi, karı-kocayı ne kadar yakınlaştırıyor?


-Biz daha çok bağlandık birbirimize. Gülşah, gerçekten olağanüstü bir kadın. Güçlü olduğunu biliyordum ama bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Yokluğumda çocuklara baba sevgisi de verdi. Sonradan fark ettim, Deniz’in kimi oyuncaklarını ben göndermişim, Gülşah hep öyle söylemiş.

Peki çocuklardan uzak kalmak nasıl bir bedel? Bu süre zarfında sizden neyi çalmış oldular?

-Ben, çocuklarımla büyümek istiyordum, bunu engellediler. Yağmur’la biraz olsun yapabilmiştim. Yağmur mesela 10’a kadar saymasını öğrenmişti. Diyordu ki bana, “Baba, ben seni 10’a kadar seviyorum!” Çünkü onun için en büyük rakam 10’du. 100’e kadar saymasını öğrendi, “Ben seni 100’e kadar seviyorum!” dedi. Onun yalın soruları ve yorumlarıyla ben de büyüyordum. Aynısı Deniz’le de yapabilmek isterdim. Olmadı.

Siz tutuklandığınızda oğlunuz Deniz, 8.5 aylıktı. Çıktığınızda 5 yaşındaydı. Birden bire karşınızda hazır bir çocuk buldunuz. Nasıl oldu Deniz’le iletişiminiz?

-Alışveriş merkezine gittik geçenlerde, “Baba, tuvalete gidelim “dedi. Önce anlamadım. Sonra çaktım durumu. Annesi onu hep kadınlar tuvaletine götürmüş. Erkek tuvaletine gidebilmek bile mühim mesele onun için. Şu anda da her yere benimle gelmek istiyor. Mümkün olsa hiç ayrılmayacak. Ve hep ya yine kaybolursam diye korkuyor.

Nasıl telafi etmeye çalışıyorsunuz? Nasıl bir yol buldunuz?

-Tümüyle telafi edeceğiz dersek yalan olur. Bir şeyler hep kalacak. Geçmişi telafi etmenin yolu yok, bundan sonrasını oturtmaya çalışıyoruz.

En ağır ne geldi size?

-Tutukluluk sürecinin çok uzayabileceğini hissedince, Yağmur’un iyi eğitim alamayacağını düşünmek. Maddi durumumuz kötüleşecek ve bir sürü problem yaşayacaktık. Küçüğün daha zamanı vardı ama kızım için üzüldüm. En ağır gelen duygu buydu. Ötesini göğüslerim diye düşündüm.

En iyi siz bilirsiniz içerdekilerin ruh haline. Siz dışarıdasınız diye suçluluk duyuyor musunuz?

-Suçluluk değil içimdeki. Onları unutursam ve onlar için bir şey yapmazsam, kendimi suçlu hissederim. Ben çıktığım gün onlar için de mücadele edeceğime yemin ettim. Ediyorum da. Cemil Çiçek’ten randevu istedim, baş başa konuştuk. Düşüncelerimi makul buldu.

Niye diğer milletkvekilleri tutuklu, siz değilsiniz?

-Şimdi galiba o iş çözülüyor. Mantıklı bir sebebi yok. Biri Diyarbakır mahkemesi, diğeri Ankara mahkemesi. O mahkeme bu kararı verdi. Oysa hukukun, net olması gerekiyor. Böylesine kabul edilemez bir hukuksuzluk var.

Kişiliğin güçlü olmazsa un ufak mı olursun içeride?

-Evet. Çünkü çürümekle, çelikleşmek arasında ortada çok fazla yer yok cezaevinde. İkisinden birine doğru gidiyorsun. Ama ben bütün arkadaşlarımın çıkacağına inanıyorum. Bu davaların kabul edilemezliğini iktidar da kabul ediyor.

Haberin Devamı

Her Allah’ın günü, yeni bir olaya uyanıyoruz. Sizce, kim kime kumpas kuruyor?

- İslami siyaset, iki ana çizgide gelişti. Biri “Devlet kurumlarında var olalım, iktidara geliriz”, diğeri “Sandıkta kazanalım, iktidara geliriz” dedi. Karşılıklı iktidara geldiler. Önce iktidarı paylaştılar, şimdi iktidarı paylıyorlar!

Sebebi ne?

-Biri, ötekinden üstte olmak zorunda. Cumhurbaşkanı’nı kim belirleyecek? İktidarın parti kanadı mı, cemaat kanadı mı? Kendilerini o güçte de hissediyorlar. Benim dediğim olsun istiyorlar. İki kanattan gelip, iktidarı ele geçirmenin getirdiği bir paylaşım kavgası var. Türkiye de, dünya da bunu gördü…

Sizce iyi mi oldu yani?

-Bizim ülkemizde sobanın sıcak olduğu, sobaya dokunup avucunun içi yanmadan anlaşılmıyor!

Sizin 4.5 sene içerine yatmanızda, paralel devletin payı ne kadar?

-Çok kadar!

Madem komploydu, siz dört buçuk yıl içeride yatarken neden iktidar sesini çıkarmadı?

-Komplo ötesi, komple bir durum var ortada… Komple komplo! Öyle bir kule ördüler ki, artık bu kulenin üstüne bir şey daha koyacak durumda değiller. Hani örersiniz, örersiniz, öyle bir noktaya gelir ki, bir tane daha koyduğunuzda bütün kule çöker. İşte öyle. Ve bu yapının evrilemediğini de gördü cemaat. Başbakan’ın demokrasiye doğru evrilemediğini... Güç, bazen insanı köreltir. Bazen de onun içinde eriyip, adım adım yapılanırsınız. Mesela Demirel’in başbakanlığıyla, cumhurbaşkanlığı dönemleri farklıdır. Erdoğan için böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını anlaşıldı. Evrilemedi Erdoğan, neyse o olarak kaldı. Küresel aktörler de, Türkiye’nin, Türkiye’ye bırakılmayacak kadar önemli bir ülke olduğunu düşünüyorlar. Ben Türkiye’nin son 20 yılı kaybettiğine inanıyorum. Ve özetle diyorum ki, doğumuzda ülkeler birbirine selam vere vere Şangay İşbirliği Örgütü’ne girdiler, batımızdaki ülkeler bize selam vere vere AB’ye girdiler. Bizse sadece birbirimize girdik!

“Ergenekon ve Balyoz’da Türk ordusuna kumpas kuruldu” laflarından sonra yeniden yargılama olabilir mi?

-“Yeniden yargılama demek, bu aşamada, kokmuş aşın tabağını değiştirelim” demek gibi bir şey. Sonuç vermez. Mevcut mahkemelerle yeniden yargılamanın bir anlamı olmaz ki. Bence önce yeniden yargı, sonra yeniden yargılama...

Sizin dediğiniz şartlarda yeniden yargılama yapılırsa, hükümetle aynı çizgide buluşmanız mümkün mü?

-Durmuş bir saat bile, günde iki defa doğruyu gösterir! Hükümetin şu andaki durumu biraz buna benziyor. Ben hükümetle aynı çizgide değilim, yeni bir Türkiye kurulmasından yanayım...

Hükümetin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? İki yüzlülük olarak mı?

-’İki’ çok az kaldı!

Egemen Bağış, “Balbay serbest kaldıysa AK Parti sayesindedir” dedi, sizce doğru mu?

-Balbay, 4 yıl 9 ay içeride kaldıysa AK Parti sayesindedir!

Yeniden yargılama lafları, içeridekilerin ruh haline nasıl yansımıştır? “Artık haklılığımız ortaya çıkacak” diye sevinmişler midir?

-Kesinlikle! Yarı özgürlük gibidir bu tür haberler. Üstelik bu kez olan, öncekilerden farklı. Umut veren bir durum. Çünkü iktidarda farklı bir bakış var. Genelkurmay’ın bir açıklama yaparak mahkemeye başvurması da ilginç. Genelkurmay, sonraki üç dört adımı görmeden bu ilk adım atmaz diye düşünüyorum.

Hükümetin ‘paralel devlet’ suçlamalarının yolsuzluğu ört bas etmek için olduğunu söyleyenler de var. Sizce doğru olabilir mi?

-Olabilir. Sayıştay’ı ortadan kaldırdılar. Yani denetim mekanizmalarını. Her şeyi müsait hale getirdiler. Anadolu’da eskilerin kullandığı güzel bir laf vardır, “Kontrol, itimada mani değildir,” Yani “Sana çok güveniyorum ama yaptığını bir kontrol edeceğim…” Burada artık böyle bir şey yok.

Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Hüseyin Gülerce ürkütücü şeyler yazmış, “Giderek Türkiye daha fena karışacak” diye…

-O tür senaryoları biraz ‘gülerce’ izliyorum! Yeni bir umut yaratmaktan yanayım. Burası Türkiye, bu topraklarda çılgın Türkler, yılgın Türkler’den fazladır! İçeride Türkler üzerine okuduğum bir kitapta şöyle bir tespit vardı, hoşuma gitmişti: “Yeryüzünde tam keşfedilmemiş iki şey var. Biri Kutuplar, biri Türkler…” Ben hâlâ umutluyum.

İkinci dalga operasyonun Bilal Erdoğan’a uzanacağı söyleniyordu, birden Türkiye karıştı. Siz ne diyorsunuz bu konuda?

-Sosyal medyada bu konuyla ilgili bana ilginç gelen başlıklardan biri, ‘Bir Bilal uğruna Yarab..!’tı. Bizim İlhan Taşçı üç, dört yıl önce bir kitap yazdı, başlığı, ‘Babam Sağolsun’du. Bunlar sır değildi yani. Ama şimdi sorun haline getirilme kararı alınmış görünüyor. Bu da bana samimi gelmiyor. Bunlar, ‘cepte’ duruyordu…

O zaman başka şeyler de cepte duruyor…

-Elbette. Ergenekon’da çok tartışılan konulardan biri biliyorsunuz gizli tanıklardı. Bizim güçlü duyumumuz o ki, emniyet arşivleri, hükümet ve cemaatin aleyhinde kullanılabilecek pek çok gizli tanık ifadeleriyle dolu. Cephanelikler hazır! Biz bunu iki yıl önce duyduk. Çünkü bizim gizli tanıklar çok tartışılmaya başlanınca dediler ki, “Bunlar da bir şey mi! Arada bir silah niyetine çekecekler işte. O gizli tanık şunu söyledi, bu gizli tanık bunu söyledi…” Bence bu çok vahşi bir şey. Gizli tanık öyle bir şey ki, her şeyi söyleme hakkını buluyor kendinde. Yalancı tanıklığın meşrulaştırılmış hali…

Peki sizce ortada bir yolsuzluk yok mu?


-En azından kural dışı bir şey var. O 4.5 milyon doların açıklanması gerekir. Bize ne dediler? “Bu haberi niye yaptın?” “Haberdi. Haber olduğu için yaptım.” Onlar da desinler ki, “4.5 milyon doları şuradan aldık.” Kaynağını göstersinler. O işte bir türlü açıklanamıyor, başka türlü izah ediliyor. Gerçekten “İmam Hatip yapacaktık” diyorlarsa; bu, halkın zekâsına hakaret!

Ordunun durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Ankara temsilciği yaptığım için, siyasetçileri de, yargıyı da, orduyu da tanıyorum. Ama bu yanlış anlaşıldı. Sadece askerlerle yaptığım görüşmeleri ve sadece belli bölümlerini çekerek, manüple ederek, toplumun da yanlış algılamasına neden oldular. Ama şu da bir gerçek ki, o zamanlar yurt dışından biri geldiği zaman, görüşmek istediği ilk kişi Genelkurmay Başkanı olurdu. Bu sadece bizim algımız değildi yani, dünya da böyle bakıyordu. Türkiye’de söz hakları vardı. Benim düşüncem şu: Türkiye’de ordu üzerinden iki tür siyaset yapıldı. Biri çanak tutarak, diğeri kafa tutarak. Artık, orduyu daha fazla yıpratmadan ama ordu üzerinden siyaset yapılmasını da elimine ederek, ne çanak tutulsun ne kafa... Ordu gerçekten olduğu yerde tutulsun. Ülkenin güvenliğinden sorumlu olduğu yerde!

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!