Ayı’yı ısırdım sıra Oscar’da

Güncelleme Tarihi:

Ayı’yı ısırdım sıra Oscar’da
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 15, 2004 00:13

Bu bir hediye. Yüzünü kastediyorum. Ona verilen bir hediye. O da bize sunuyor. Kim ne derse desin, dünya çapında, suratından oyunculuk akan nadir insanlardan biri o. Marlon Brando gibi. Baktığında ‘İşte oyuncu olmak için yaratılmış bir insan!’ diyorsun. Tabii o da bunun farkında.

Gerçi marangozluk ve parke döşemeciliği yaparken farkında değilmiş. Yanılmadınız, bütün oyuncular gibi onun da başka bir gerçek mesleği var. 21 yaşından sonra tiyatro okuyor. Bir tesadüf eseri bir tiyatro grubu onu görüyor, yüzüne bakıyorlar ‘Senin Hannover’deki tiyatro okuluna girmen gerekiyor’ diyorlar. 7 gün boyunca sınavlara giriyor ve kendisinin bile farkında olmadığı yeteneği böylece keşfediliyor. Bizim onu keşfetmemiz ise daha sonra. Çok daha sonra. Ayıp ama aradan yıllar (tam 23 yıl!), tiyatro oyunları, filmler (60 küsur) geçiyor. Tony Curtis ve Jude Law’la birlike oynadığı filmler bile var ama bizim haberimiz yok. Gerçi adam esas olarak tiyatrocu. Brecht’in Berliner Ensemble’sinde sahneye çıkmışlığı var. O kadar oyuncu yani. Ayrıca Berlin’deki Tachles Tiyatrosu’nun kurucularından. Almanya’nın en iyi rejisörleriyle çalışmış, daha ne olsun. Aslında o bizim övünmemiz gereken bir adam. Ama işte bizim onunla tanışmamız Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmine denk geliyor. O yüzden arada kayıp yıllar var, bunu telafi etmek gerekiyor. İnşallah bu röportaj da, bu niyete hizmet eder...

Kendinizi ilk hatırladığınızda neredesiniz?

- Silifke, Kızkalesi. 3 yaşında filanım, kardeşimle oynuyoruz. Büyükannem yağ kaynatıyor. Bir piknik tüpün üzerinde. ‘Şşşşşt, rahat durun’ diyor. Biz gülüşüyoruz, iki oğlan itişip kakışıyoruz, nasıl olduğunu anlamıyorum ama birden o kızgın yağ üzerime dökülüyor. Ben baştan aşağıya yanıyorum...

Offfffff!

- Yoo, yoo canım acımıyor. Hatta hiç acımıyor. Gerçi, bu yaşıma geldim bedenimde hálá izleri var ama ben o andan acı değil, renk hatırlıyorum. Kırmızı. Her yer kırmızıydı. Büyükannem ne yapacağını şaşırıyor. O zamanlar biz onunla Kızkalesi’nde yaşıyoruz. Annemler Almanya’da...

OKULDA SORUNLU ÇOCUKTUM

Bir sonraki kare...

- Almanya, Bremen. 8 yaşındayım. Bir yıl olmuş Almanya’ya geleli. Bir tren istasyonundayım. O güne kadar hiç tren görmemişim, şaşkınlık içindeyim. Bir vagona bindiğimi hatırlıyorum. Hafif bir rüzgar hissediyorum yüzümde ve gidiyorum...

Üçüncü kare...

- Yine Almanya. 10 yaşındaydım. Herkes beni Almanca konuşmaya ikna etmeye çalışıyor, ‘Hadi oğlum konuş’ diyor. I-ıh. Nuh diyorum, peygamber demiyorum, ağzımdan bir kelime Almanca çıkmıyor. Sonra beni bir okula veriyorlar. Bir tür yatılı okul. İstemezsen Almanca konuşma! Mecburum konuşmaya. Sorunlu çocuğum ben orada. Bir gün büyükannemi anlatmamı istiyorlar. ‘Koskoca bir kadındır’ diyorum. ‘Çok şişmandır, kalın bacakları ve büyük elleri vardır, ama çok şefkatlidir.’ Neden böyle bir hikaye uydurduğumu bilmiyorum. İnsanların ilgiyle beni izlediğini fark edince, anlattıkça anlatıyorum. Oysa benim büyükannem ufak tefek bir kadındır. Sanırım kendimi ilginç yapmak istiyorum. O günden beri de hikaye anlatmayı çok seviyorum...

Nasıl bir aile sizinki?

- Babam kaynakçı. Büyük yük gemilerinde çalışırdı. Montaj da yapardı. Annem ise temizlik işindeydi. Bir de peruk dikerdi. Birbirine bağlı bir aileydik. Bizim ailede erkek çok. Ben Birol’um ya, Erol, Şenol ve Varol da var! Allah’tan kız kardeşim Yasemin. Erkeklerin hepsi bilgisayarcı oldular. Ablam Yasemin ise politikaya bulaştı, kadın hakları için mücadele etti. Sivil toplum örgütlerine üyedir, 5 dil konuşur. Savaşçıdır yani. Böyle bir aile...

Olay hep Bremen’de mi geçiyor?

- Evet. Bremen’in bir köyünde yaşıyorduk: Brinkum. Bizden başka Türk aile de yoktu.

Sizin milliyetçilik dereceniz nedir?

- Kendimi ne Türk gibi hissediyorum ne de Alman gibi. Benim yaptığım mesleğin kendi milliyeti var. Ya da şöyle demek daha doğru: Oyunculuk milliyet filan tanımıyor. Çok şanslıyım ki, artık böyle kimlik sorunlarım yok...

Hiç mi olmadı?

- Olmaz mı? Almanya’da doğan her Türk’ün kaderidir. 16-19 arası çok bocaladım. Bir gün diyordum ki: ‘Ben Türk’üm.’ Öbür gün: ‘Hadi canım, ben Alman’ım.’ Zamanla bu tür şeyler esas meselem olmaktan çıktı, tiyatro okumamın da muhakkak etkisi vardır...

Siz ne zaman adam gibi Almanca konuşmaya başladınız?

- 11 yaşından sonra. Bir açıldım, pir açıldım...

Siz hiçbir zaman Türk’e benzemediniz değil mi?

- Hiçbir zaman! Hele ilk gençlik yıllarımda, bebek yüzlü uzun saçlı kumral bir şeydim. Beni gay zannederlerdi...

Aile köken olarak nereli?

- Çok karışık. Annem İran’dan babam Azerbaycan’dan. Babamın babası ise Suriye’den. ‘Fellah’ diyorlar bize. Arap kökenliyiz yani. Benim kardeşlerim, abim ve ablam çok esmer. Bir ben beyaz çıkmışım. Ailenin beyaz keçisiyim!

Büyürken kafayı nelere taktığınızı hatırlıyor musunuz? Gelecek kaygısı mıydı kafanızı meşgul eden, fakirlik mi, ileride alacağınız eğitim mi, kızlar mı, aşk mı, seks mi, ne...

- Valla, ben aşırı duyarlı bir çocuktum. Böyle bir hassaslık yok. Her şey üzerine kafa yorardım. Bir de çok hayalciydim, fanteziler kurardım. Sadece olumlu fanteziler değil. Mesela babamın öldüğünü düşünür, bunu yaşardım. Katıla katıla ağlardım. Babamı o yıllarda değil daha sonra kaybettim ve ne yazık ki ben cenazesine katılamadım. Askerliğimi yapmadığım için Türkiye’ye gidemedim...

TİYATRO BENİ BULDU

Şu anda Türkiye’ye mi Almanya’ya mı ait hissediyorsunuz kendinizi? Yoksa hiçbir yere ait hissetmiyor musunuz?

- C şıkkı. Ben hep göçmendim, göçmen olarak da kalacağım. Hiçbir yere ait hissetmiyorum kendimi. Bir tür çingeneyim ben. Ne kadar Asyalıyım ne kadar Avrupalıyım ne kadar dünya vatandaşıyım bilmiyorum, ilgilenmiyorum da. Ben geziyorum ve o esnada işimi yapıyorum.

Hálá çok hassas mısınız?

- Elbette. Bu geçen bir şey değil ki. Yapı bu.

Hassas olduğunuz için mi gittiniz oyunculuk okudunuz?

- Bilmem. Marangozluk eğitimi almıştım. Çalışıyordum, parke döşüyordum. Orada burada takılıyordum. Bir gün bir tiyatro grubuyla tanıştım. Profesyonel bir grup, sadece baktılar bana, dediler ki ‘Hannover’deki tiyatro okulunun sınavlarına girmen lazım senin.’

Bu tesadüf olmasaydı, tanıştığınız birileri size ‘Git sınavlara gir, tiyatro oku’ demeseydi hálá parke mi döşüyor olacaktınız?

- Kimbilir. Ne yapacağımı bilmiyordum. 21 yaşında marangozluk eğitimini bitirdim. 22’de tiyatro okumaya başladım. 7 gün süren sınavlarda acayip başarılı oldum. En çok ben şaşırdım. Nereden bileyim bu kadar yetenekli olduğumu. Üstelik hiçbir hazırlığım yoktu. ‘Senin yeteneğin hediye’ dediler. Gerçekten öyle. Ama ben tiyatroyu bulmadım, tiyatro beni buldu. Beni resmen çağırdı...

Tiyatroyu neden bu kadar çok sevdiniz ve bağlandınız? Sizi baştan çıkaran neydi? Parkecilikten daha prestijli olması mı, ne bileyim sevgilinizin daha çok gurur duyacağı bir iş olması mı? Ne?

- Belki ifade etmek.

Kendinizi mi?

- Yok hayır sadece kendimi değil. Başkalarını ve başkalarının hikayelerini ifade etmek. Hatta yeryüzünde var olan bütün duyguları. Senden geçip, izleyiciye ulaşıyor. Olağanüstü bir şey bu. Neredeyse kutsal bir meslek. Moliere ve Shakespeare öğrenmek ve oynamak çok iyi geldi bana. İnsanı daha yakından tanıdım. Bir hikaye anlatıcısı olmayı sevdim. Yoksa prestijli bir meslek olması değildi mesele. Ben hiç takmam öyle şeylere.

Tiyatroyu seçmenizin bir sebebi de başka kimliklere geçmek mi? Kendinizden sıkılmanız mı, unutmak istediğiniz Birol’dan kurtulmak mı?

- Bütün bunlar da var tabii. Oyunculuk insana bu fırsatı veriyor. Gerçekten de insanın kendini kaybetmek istediği zamanlar oluyor, kendinden sıkılıyorsun. Oyuncuysan bir şansın var, öyle bir meslek icra ediyorsun ki, kendi içinde bir başkasını bulabiliyorsun ya da kendinle birlikte başka birini buluyorsun.

Benim için en önemli olan zaman senaryoyu okumaktır. Role konsantre olma, role bürünme. Rolün çekimi ise işin sıkıcı kısmıdır...

Aktörlük sizi kurtardı mı hayatta?

- Hayır aksine başıma çok bela açtı. Çünkü iyi aktor olmanın bedeli çok ağır.

Nasıl yani?

- Oyunculuk her şeyini istiyor senden. Ruhunu satıyorsun oyunculuğa. Başka türlü de iyi oyuncu olamıyorsun...

Nereye ulaşmak istiyorsunuz? Varmak istediğiniz bir hedef var mı vakit mi öldürüyorsunuz?

- İşimi yaparken çok eğlendiğim, vakti ve kendimi unuttuğum kesin. Ve mesleğim sayesinde varmak istediğim pek çok hedefe ulaştım. 60 küsur film yaptım. 20 tanesi kesin kötüdür ama iyileri de vardı aralarında. Dünyanın en büyük tiyatro rejisörlerini tanıdım. Hein Müller mesela. Altın Ayı’yı ısırdım Duvara Karşı’yla, sonra Avrupa’nın en iyi erkek oyuncusu adayı gösterildim. Oylama Eylül’de olacak. ‘Ne kaldı?’ diye düşünüyorum. Olsa olsa Oscar...

Kendinize şans veriyorsunuz yani...

- Tabii ki. Önce Ayı’yı alırsınız, sonra Oscar’ı. Ben daha fazla hikaye anlatmak istiyorum insanlara. Bu arzum hiç bitmez ki...

DUVARA KARŞI’DA ROL İCABI ÇOK İÇKİ İÇMEM GEREKİYORDU ŞİMDİ AZALTMAYA ÇALIŞIYORUM

Aşk, alkol, kadınlar, ilişki, oğlunuz, kendiniz, oyunculuk... Bir sıralama yapsanız... Hangisi sizin için daha önemli?

- Seksi de saydınız değil mi? Onu da koyalım sıralamaya. O yoksa eksik kalır her şey. Bütün bu saydıklarınız önemli. Ama oyunculuk benim için birinci sırada. İşkoliğim ben. Çalışmadığım zaman bile çalışıyorum.

Sizin alkol probleminiz var mı?

- Yok desem yalan söylemiş olurum. Ama eskiden daha çoktu. Duvara Karşı filmini çekerken rol icabı çok içmem gerekiyordu. Şimdi azaltmaya çalışıyorum. Bir kere alkolle arkadaşlık kurmuşsan, onu bedeninden atmak zor oluyor. Bazen onu tekrar içeri almak gerekiyor.

Alkolden korktuğunuz oluyor mu: Beni yok edecek diye.

- Bazen korkuyorum. Ama şu anda kontrol edebildiğimi düşünüyorum.

Siz kendinizle barışık mısınız yoksa kendini yiyen bir adam mı?

- Değişir. Ama genellikle kendimle uğraşırım. Çalışırken kendi enerjimi bulurum, pür enerjimi. Çalışmazsam saldıracak bir yerler ararım.

Aktör olmasaydınız...

- Yazı yazardım.

Türklerle nasıl anlaşıyorsunuz?

- Mantalite farklı ama... Oyunu onların kurallarına göre oynuyorum. Türkiye’ye gelince Alman gibi düşünmekten vazgeçiyorum.

Türkiye’den üst üste film teklifleri gelince şaşırdınız mı?

- Evet. Ve çok sevindim. Köprünün iki taraftan kurulması gerektiğine inananlardanım. Biz Almanya’da adım atmıştık, şimdi burada da oluyor.

Burada iyi para kazanıyor musunuz?

- Şaka yapıyorsun değil mi? Tabii ki hayır. Almanya’da bu alanda kazanabileceğin en yüksek paraları alırsın. Ama Türkiye’de bunu beklemek yanlış.

TÜRKÇE OKUYAMIYORUM

Fazla Türkçe bilmiyorsunuz. Size gelen senaryoları nasıl okuyorsunuz?

- Türkçe okuyamıyorum. Tercüme ediyorlar.

Filmde dublaj mı yapıyorlar?

- Hayır. Ali Özgentürk’ün filminde karakter zaten çok konuşmuyordu. Oğuzhan Tercan’ınki ise aksiyon komedi. Konuşuyor. Ama adam zaten Almancı. Benimki gibi bozuk bir Türkçe’yle konuşuyor.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!