Güncelleme Tarihi:
Birçok otorite için dünyanın yaşayan en büyük kısa hikâyecilerinden biri. Kanadalı yazar Alice Munro, geçen hafta Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldu. İsveç Akademisi’nin açıklamasında “Bazı eleştirmenler onu Kanadalı Çehov olarak görüyor. Metinlerinde çoğu zaman günlük fakat etkili olaylar, hikâyeyi aydınlatan tezahürler öne çıkıyor” denildi. Yazarın son kitabı ‘Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik’ 5 Kasım’da Roza Hakmen’in çevisiriyle Can Yayınları’ndan çıkacak. İşte kitaptaki ‘Ayı, Dağı Aştı Geldi’ öyküsünden bir bölüm...
İİlk ziyareti için Meadowlake’e gideceği günün sabahı Grant erken saatte uyandı. Tıpkı eski günlerde yeni bir kadınla ilk kararlaştırılmış buluşmasına gideceği sabahlarda olduğu gibi, derinden bir kıpırtı vardı içinde. Tam anlamıyla cinsel bir his sayılmazdı. (Daha sonra, buluşmalar rutinleşince onunla sınırlı kalırdı.) Bir keşif beklentisi, neredeyse manevi açılım beklentisi olurdu. Ayrıca çekingenlik, tevazu, telaş.
Evden fazlasıyla erken çıktı. Saat ikiden önce ziyaretçi kabul edilmiyordu. Dışarıda, otoparkta oturup beklemek istemediğinden arabayı ters yöne çevirmeye zorladı kendini. Karlar erimeye başlamıştı. Yerde çok kar vardı hâlâ ama kış ortasının gözü kamaştıran, katı manzarası parçalanmıştı. Gri gökyüzünün altındaki bu çukurlarla dolu tümsekler tarlalardaki atıklara benziyordu. Meadowlake yakınındaki kentte bir çiçekçi buldu, iri bir demet çiçek aldı. Daha önce Fiona’ya hiç çiçek götürmemişti. Başkasına da. Binaya girerken kendini karikatürlerdeki umutsuz âşıklar ya da suçlu kocalar gibi hissediyordu.
“Vay canına. Bu mevsimde nergis ha,” dedi Kristy. “Bir servet harcadınız herhalde.” Grant’in önünden yürüyerek koridoru geçti ve bir dolabın ya da mutfağımsı bir bölmenin ışığını yakıp vazo aradı. Saçları dışında her şeyden vazgeçmiş, kilolu, genç bir kadındı. Saçları sarı ve hacimliydi. Alelade bir çehreyle alelade bir bedenin tepesinde barmaid ya da striptizci tarzı kabartılmış sarı saçlar.
“Alın bakalım,” diyerek başıyla koridorun ilerisini işaret etti. “İsmi kapıda yazılı.” Yazılıydı gerçekten, mavi kuşlarla bezenmiş bir plakanın üzerinde. Acaba kapıyı tıklatsam mı, diye düşündü; tıklattı, sonra açıp Fiona’ya seslendi. Fiona yoktu. Dolap kapağı kapalı, yatağı düzeltilmişti. Baş ucu sehpasında bir kutu kâğıt mendille bir bardak sudan başka bir şey yoktu. Ne bir fotoğraf, ne bir resim, ne bir kitap, ne bir dergi. Belki hepsi dolapta tutulmak zorundaydı.
Hemşire ya da danışma masasına veya adı her neyse oraya döndü. Kristy, “Yok mu odasında?” dedi, Grant’e göstermelik gibi gelen bir şaşkınlıkla. Grant, elinde çiçeklerle ne yapacağını bilemedi.
Kristy, “Tamam, tamam – şu çiçekleri şuraya koyalım,”dedi. Sanki Grant okula yeni başlayan, gelişimi yavaş bir çocukmuş gibi içini çekti, onu bir koridordan geçirip ortadaki katedral tavanlı geniş alanın devasa camekânlarından içeri dökülen ışığa götürdü. Duvarlar boyunca sıralanmış şezlonglarda oturanlar da vardı, halı kaplı zeminin ortasındaki masalarda oturanlar da. Hiçbiri çok kötü görünmüyordu. Yaşlıydılar –bazıları tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duyacak kadar âcizdi– ama düşkün görünmüyorlardı.
Fiona’yla birlikte Mr. Farquar’ı ziyaret ettiklerinde sinir bozucu görüntülerle karşılaşırlardı. Yaşlı kadınların çenelerinde kıllar, bir gözü çürük bir erik gibi pörtlemiş bir adam. Salyaları akanlar, başını sallayanlar, deli deli konuşanlar. Şimdiyse en ağır vakalar ayıklanmış gibi görünüyordu. Belki ilaç ve ameliyata başvuruluyordu, belki çarpılmaları, sözel ya da başka bakımdan kendini tutamamayı tedavi etmek mümkündü – daha birkaç yıl önce bile var olmayan yöntemlerle. Fakat piyanonun başında çok kederli bir kadın vardı; tek parmağıyla tuşlara dokunuyor, notalar bir türlü ezgiye dönüşmüyordu. Kahve makinesinin ve iç içe geçirilmiş plastik bardakların arkasında duran sabit bakışlı kadın ise sıkıntıdan taş kesilmiş gibi görünüyordu. Ama o görevli olsa gerekti – Kristy’ninkinin eşi bir üniforma, açık yeşil pantolon ve gömlek vardı üstünde.
“Gördünüz mü?” dedi Kristy daha yumuşak bir tonda. “Yanına gidip merhaba deyin, ürkütmemeye çalışın onu. Biliyorsunuz belki... Neyse. Hadi gidin yanına.”
***
Grant, Fiona’yı profilden görüyordu; iskambil masalarından birinin başında oturuyor ama oynamıyordu. Yüzü biraz şişkin görünüyordu, bir yanağı sarkmış, dudağının köşesini gizliyordu; daha önce böyle değildi. En yakınındaki adamın oyununu izliyordu. Adam, kâğıtlarını Fiona’nın görebileceği şekilde tutuyordu. Grant masaya yaklaştığında Fiona başını kaldırıp baktı. Hepsi baktılar – masadaki oyuncuların hepsi başını kaldırıp tatsız bir ifadeyle baktı. Hemen ardından kâğıtlarına döndüler; geçit vermek istemezmiş gibi. Ama Fiona kendine has yamuk, mahcup, kurnaz ve büyüleyici tebessümüyle iskemlesini geri itip Grant’in yanına geldi, parmağını dudaklarına götürdü. “Briç,” diye fısıldadı. “Feci ciddi. Bu konuda epey fanatikler.”
Gevezelik ederek Grant’i kahve masasına götürdü.
“Üniversitede ben de bir ara öyleydim, hatırlıyorum. Arkadaşlarımla birlikte dersleri asar, oturma odasında sigara içip kıran kırana oynardık. Birinin adı Phoebe’ydi, diğerlerini hatırlamıyorum.” “Phoebe Hart,” dedi Grant. Ufak tefek, göğsü içine göçmüş, siyah gözlü kız geldi gözünün önüne; ölmüş olmalıydı. Fiona, Phoebe ve diğerleri dumana boğulmuş, cadılar gibi kendilerinden geçmiş.
“Sen de tanıyor muydun onu?” dedi Fiona ve gülümsemeyi sürdürerek sıkıntıdan taş kesilmiş kadına döndü.
“Ne içersin? Çay? Burada kahve pek matah değil maalesef.”
Grant asla çay içmezdi.
Fiona’ya sarılamıyordu. Her ne kadar tanıdık olsalar da sesinde ve gülümseyişinde bir şeyler, briççileri, hatta kahveci kadını Grant’ten korurmuş –aynı zamanda Grant’i de onların hoşnutsuzluğundan korurmuş– gibi görünen tavrında bir şeyler ona sarılmasını engelliyordu.
“Sana çiçek getirdim,” dedi Grant. “Odanı şenlendirir diye düşündüm. Odana gittim, yoktun.”
“Öyle ya,” dedi Fiona. “Buradayım.”
“Yeni bir arkadaş edinmişsin,” dedi Grant. Fiona’nın yan yana oturduğu adamı işaret etti başıyla. Tam o sırada adam başını kaldırıp Fiona’ya baktı, o da belki Grant’in sözlerinden ötürü, belki de sırtında bakışını hissettiğinden adama döndü.
“O Aubrey canım,” dedi. “İşin komiği, onu yıllar öncesinden tanıyorum. Dükkânda çalışırdı. Dedemin alışveriş ettiği hırdavatçı dükkânında. İkimiz oynaşıp dururduk, cesaretini toplayıp bana çıkma teklif edemezdi bir türlü. Ta ki son hafta sonu beni maça götürünceye kadar. Ama maç bittiğinde dedem arabasıyla beni almaya gelmişti. Yaz tatilimi geçiriyordum onların yanında. Dedem ile büyükannemde misafirdim – çiftlikte otururlardı.”
“Fiona. Büyükannenlerin nerede oturduğunu biliyorum.
Biz de orada oturuyoruz. Oturuyorduk.”
“Sahi mi?” dedi Fiona, dikkati dağılarak. Briççi gözlerini ona dikmişti, bakışı yakarmıyor, emrediyordu. Aşağı yukarı Grant’in yaşında, belki biraz daha yaşlı bir adamdı. Kalın telli, gür, beyaz saçları alnına dökülüyordu, derisi kösele gibiydi ama rengi solgundu, eski, buruşmuş bir deri eldiven gibi sarımsı beyaz. Uzun yüzü vakur ve hüzünlüydü, güçlü, yılgın, yaşlı bir atın güzelliğine sahipti. Ama Fiona konusunda yılmamıştı. “Ben dönsem iyi olacak,” dedi Fiona, tombullaşmış yüzü kızararak. “Ben yanında oturmazsam iyi oynayamayacağını düşünüyor. Saçma tabii. Oyunu hatırlamıyorum pek. Kusura bakma.”
“Yakında biter mi?”
“Biter herhalde. Duruma bağlı. Şu haşin görünümlü hanımdan kibarca rica edersen sana çay verir.”
“Gerek yok,” dedi Grant.
“Öyleyse gidiyorum, tamam mı, sıkılmazsın değil mi? Sana her şey çok garip geliyordur eminim ama insan o kadar çabuk alışıyor ki. Herkesle tanışırsın. Tabii bazıları bulutlarda geziyor – hepsinin seni tanımasını bekleme.”
Fiona iskemlesine oturdu tekrar ve Aubrey’nin kulağına bir şey fısıldadı. Aubrey’nin eline parmaklarıyla hafifçe vurdu.
***
Grant, Kristy’nin peşine düştü, koridorda karşılaştı onunla. Üstünde sürahiler içinde elma ve üzüm suyu olan bir servis arabasını itmekteydi.
“Bir saniye,” dedi Grant’e ve kafasını bir odadan içeriye uzattı. “Elma suyu? Üzüm suyu? Kurabiye?”
Grant onun iki plastik bardağa meyve suyu doldurup odaya götürmesini bekledi. Kristy sonra geri gelip plastik tabaklara iki ararot kurabiyesi koydu.
“Ee?” dedi Kristy. “Onu böyle sosyalleşmiş gördüğünüze sevinmediniz mi?”
“Benim kim olduğumu biliyor mu acaba?” dedi Grant.
Alice Munro kimdir?
Kanada doğumlu olan Munro, kazandığı bir bursla 1949 yılında Batı Ontario Üniversitesi’ne girer. Burada öğrenciyken ilk öyküsü ‘Dimensions of Shadows’ (Gölgelerin Boyutları) yayımlanır. Öğrenimini yarıda bırakarak evlenir, Vancouver’da bir banliyöye taşınır ve burada senelerce bir kitabevi işletir. İlk öykü derlemesi ‘Dance of Happy Shades’ (Mutlu Hayaletlerin Dansı) 1968’de yayımlanır ve Kanada Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. Bu, başarılı edebiyat kariyerinin sadece bir başlangıcı olacaktır. Pek çok öykü kitabı ama tek romanı bulunan Alice Munro’nun Giller ödüllü kitabı ‘Kaçak’ın yanı sıra ‘Bazı Kadınlar’ ve ‘Çocuklar Kalıyor’ adlı yapıtları Türkçeye çevrildi.