Ayasofya Ayasofya olalı böyle vahşet yaşamadı

Güncelleme Tarihi:

Ayasofya Ayasofya olalı böyle vahşet yaşamadı
Oluşturulma Tarihi: Ekim 07, 2006 00:00

Ayasofya, tahtta Üçüncü Selim’in bulunduğu 1801 yılının 19 Ramazan’ında tarihinin en kanlı hadisesine tanık oldu. Camide sabah namazını kılan Abdullah adındaki bir yeniçeri subayı, durup dururken belindeki palasını çekip cemaate saldırdı ve çok kişiyi bir güzel biçti.

Daha sonra yakalanan Abdullah’ın delirdiği anlaşıldı ama Osmanlı hukukunda delilerin idamı yasak olduğu için, hayatının sonuna kadar Süleymaniye Tımarhanesi’ne kapatıldı.

İSTANBUL, mahyalarda titreyen ışıkların altında sakin ve huzurlu bir Ramazan gecesi geçirdikten sonra henüz uyanmıştı. 1801 Ramazan’ının 19. günüydü ve iktidarda Üçüncü Selim vardı.

O devrin askeri teşkilátı olan Yeniçeri Ocağı’ndaki komutanlardan bazıları "Odabaşı" rütbesini taşırlardı. Abdullah Odabaşı da bu komutanlardan biriydi ve o gün Sultanahmet civarındaki kışlada sabahın ilk ışıklarıyla uyanmış, abdestini alıp birkaç arkadaşıyla beraber Ayasofya’ya namaza gitmek üzere sokağa çıkmıştı.

Namazın sonuna kadar her şey normaldi ama ne olduysa son rekát bitmek üzereyken oldu. Abdullah Odabaşı başını selám vermek üzere çevirir çevirmez, yuvalarından fırlamış gözleri ile sabit bir noktaya çakılıp kaldı. Arkadaşlarından biri bu garip hali farkedip omuzlarından kavrayarak kendine gelmesi için silkeleyince "Allaaaaaah!" diye gayet şiddetli bir nida duyuldu ve Abdullah, arkadaşını kavradığı gibi cemaatin üzerine savuruverdi. Hemen ardından da belinden çektiği palasını, birbirini ezerek ve çığlıklar atarak kaçışan kalabalığa rastgele sallamaya başladı. Vurduğunu deviriyordu.

Birkaç dakika önceki huzurlu ibadet, yerini çığlıklara ve can pazarı kargaşasına terketmişti, zira Abdullah her vuruşunda bir veya iki kişiyi parçalara ayırıyordu. Kaçmaya çalışan bir grubun peşine düşüp camiin Soğukkuyu kapısından dışarıya çıkmıştı ve canını kurtarmaya çalışan kalabalığın arasındaki yaşlılarla iyi koşamayanlar hálá Abdullah’ın pala darbeleriyle can veriyorlardı. Ortalık mezbahaya dönmüş, Ayasofya Ayasofya olalı böyle bir vahşet yaşamamıştı.

Sağ kalanlar arasında kendilerini toparlayabilenler, Abdullah’ın peşine düşmekte gecikmediler. Vaziyeti haber alanlar ellerine odun, taş yahut sopa cinsinden ne geçirdilerse yollara döküdüler, Abdullah bir köşede kıstırıldı. Ne yaptığının farkında bile olmayan askerin bütün kemikleri kırıldı ama tam öldürülmek üzereyken yetişen zaptiye kalabalığı dağıttı. Kanlar içerisndeki Abdullah hemen tedaviye götürüldü ve başına muhafızlar dikildi.

Hadisenin sebebi birkaç gün sonra anlaşıldı: Abdullah, çıldırmıştı. Üstelik çıldırmakla da kalmamış ve çok kişinin kanına girmişti, dolayısıyla idamı gerekiyordu ama Osmanlı hukukunda deliler idam edilmez, tedaviye konulurlardı. Abdullah’a da aynı kural uygulandı, muhteşem mábedi mezbahaya çeviren zavallıyı Süleymaniye Tımarhanesi’ne gönderdiler ve aklını kaçıran askerden bir daha haber alınmadı.

Háfız name yapınca ’Gazino kadını gibi’ dediler

EFSANEVİ háfızlarımızdan Mecid Efendi, Kürt bir anneyle Bağdadlı Arap bir babanın çocuğuydu ve 1903’te İstanbul’da doğdu. Háfızlığına rağmen, Kur’an’dan daha çok mevlid okumaktaki maharetiyle şöhret kazandı. Birçok háfız-mevlidhanın aksine kimseden ders almadı ama musiki ilmine vakıftı, hattá ud ve keman çalardı. Sadece Kur’an değil, mevlid dersi de almamıştı.

Háfız Mecid’in sesi, háfızların ve mevlidhanların büyük çoğunluğunda görüldüğü ve alışılageldiği gibi tiz değildi. Kalın ve tok karakterli bir sese sahip olmasına rağmen, tiz perdelere alışmış dinleyiciye kendini kabul ettirebilmesiyle de ayrı öneme sahipti.

Kimseye benzemeyen sesi kuvvetli, sürekli ve "perdeli", yani genişti. Okurken, Háfız Kemal Efendi’yi hatırlatan ustalıklar yapmayı severdi ama nağmeleri son derece orijinaldi. Aslında tok ve oturaklı olan sesi tiz bölgelere yükseldikçe kısmen değişir, süzülmüş ve oturmuş bir keskinlik kazanınca tatlı bir hál alarak dinleyenleri mestederdi.

Hangi tarihte vefat ettiğini bilmediğimiz Mecid Efendi, mevlid icrasına saltanat ve asalet getirdi. Ciddi ve erkeksi okuyuşun rakipsiz üstadıydı ve meslek hayatında sadece bir defa gayet sert şekilde eleştirilmişti.

Mevlidhanlık, o yıllarda dikkatle izlenen ve üstadlarının bol olduğu bir meslekti. Mecid Efendi bir mevlid sırasında sadece birkaç saniye süren baygın bir nağme yapmış ve bu yüzden işitmediği láf kalmamıştı. Devrin en önemli mevlid uzmanı olan Ali Rıza Sağman, Mecid Efendi’yi sevip saydığı halde bu baygın nağmeyi affetmemiş ve ünlü mevlidhanın masum yorumu hakkında "Gazinoda kırıtarak şarkı söyleyen sahne kadınlarının, dinleyenlerin üzerinde málum etkiyi uyandırmak istemesine benziyor" diye yazmıştı.

Terbiyeli paça tiridi

Paça iyice yıkanır ve kemiklerinin ucu kırılır. Tencereye konur, kapak sıkıca kapanır, akşamdan çok hafif ateşin üzerinde bırakılır, sabaha kadar kaynatılır, suyu azalınca sıcak su iláve edilir. Yumuşadıktan sonra kaval kemikleri çıkartılır, ilikler tencereye silkelenir. İstenen miktarda ekmek tereyağında lokma lokma nar gibi kızartıldıktan sonra sahana yahud sahan benzeri bakır bir kaba dizilir, paçanın pişen parçaları bunun üzerine yerleştirilir ve tuz ile karıştırılmış paça suyu üzerinde gezdirilir.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!