Ersin KALKAN Fotoğraflar: Levent KULU
Oluşturulma Tarihi: Haziran 21, 2008 00:00
Ayşegül Devecioğlu’nun ilk romanı "Kuş Diline Öykünen" 2004’te yayınlanmıştı. 2007’de okuyucuyla buluşan ikinci romanı "Ağlayan Dağ Susan Nehir" ile Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazandı.
Devecioğlu 12 Eylül 1980 döneminin koşullarını dibine kadar yaşamış, işkenceye, sürgüne maruz kalmış. 24 yaşında anne olmuş, Henüz 26 yaşındaki eşini işkence sonucu kaybetmiş. Ve kendi hayatını da bir Çingene mahallesine saklanarak kurtarabilmiş. Aradan uzun, upuzun yıllar geçmiş. Klavyenin başına geçtiğinde bu işin öyle ha deyince olmayacağını, olamayacağını anlamış. Çünkü anlatmak istediği sadece kendi hikayesi değil... Yaşadığı ülkeye, çağa, insanın hallerine ve vaziyetine, ırkçılığa, ayrımcılığa, kendi ruhundan sürgün edilmişliğe dair bir şeyler... Ayşegül Devecioğlu (52) ile kitabını ve onu bu kitabı yazmaya götüren hayatını konuştuk.
Ağlayan Dağ Susan Nehir’deki Naciye Abla karakterinin esin kaynağı olan Atiye Abla nasıl biriydi?
- Atiye Ablamız eve, üst üste doğan çocuklara bakmaya gelen ancak kısa sürede herkesin farkına varıp anlam veremediği maharetleriyle, biraz bilmiş, biraz elitist bir ailenin en kibirli üyelerinin bile kalbini kazanan pozitivist bir Çingene kadınıydı. 12 Eylül 1980 öncesinde çocuğumuz olduğu için yanımda yaşadı uzunca bir süre. Dönemin illegalite koşullarında niye hiç zorluk çekmediği, gizlenene ve söylenmeyene bu denli alışık olması, yasa-dışı addedileni yadırgamayışı, burnumuzun dibinde bitip de gözümüzden kaçmayı başaran dünyalar hakkında yeterince ipucu veriyordu. Ama onu görecek sezgiye sahip değildim o zamanlar. Dikkatimi kültürlerin ve yaşamların ayrıksılığından çok daha başka şeyler çekiyordu. Ama o birçok sırrımıza vakıf oldu, hem bizimkileri hem kendininkileri saklamayı başardı. Eğer o zamanlar Atiye Abla’ya gerçekten bakabilseymişim, öğrenilecek daha pek çok şey varmış. Gerçi o hep kendi göstermek istediğini göstermeyi becerirdi, ya da bizim görmek istediğimizi diyelim. Bütün Çingenelerin hayatta kalmak için yapmak zorunda olduğu gibi...
12 Eylül’den sonra Atiye Abla’nın yaşadığı Çingene mahallesinde kaldınız. O mahalleyle ilgili gözlemleriniz nelerdi?
- Naciye Abla karakterine hayat veren Atiye Ablamız Edirne’deki Çingene mahallelerinden birinde yaşıyordu. Oğlum Ali Fuat’ı da yanımıza alıp birlikte Edirne’ye gittik. Elektriği, suyu olmayan, Atiye Abla’nın deyişiyle bir "yer eviydi". Ama insanların birbiriyle korkudan selamı sabahı kestiği o günlerde bana açılan sıcak bir kapıydı. Bahçede küçük erik ağacı vardı. Dalları göçebe, yapraklarını dökmüş cılız mı cılız bir çakal eriği... Kıştı. Sürekli yer değiştiren, evin arsasında oradan oraya gezen odalardan birinde odun sobası yanıyordu; gece duvarlarda gölgeler oynaşıyordu. Ben gaz lambasının ışığında durmadan kitap okuyordum. Bir leğende yıkanıyorduk, suyunu kovalarla bahçeye döküyorduk. Atiye Abla birbirinden tuhaf ve lezzetli çorbalar pişiriyordu. Ben evin kızı olarak sabahları çeşmeye gidiyordum. Mahallede bizim Edirne’de yaşadığımız dönemde evimizde çalışan pek çok kadın vardı, annemi babamı tanırlardı. Atiye Abla’yla yakınlığımızı biliyorlardı. Belli etmeseler de oraya gelmemi çok yadırgadıklarını biliyorum. Atiye Abla, eve gaz ya da başka bir şey istemeye gelenleri yalan söyleyip geri yolladıkça öfkelenirdim. En çok da eve çocuklar geldiğinde ikram ettiğimiz şeylerin en güzel parçalarını Ali Fuat’a, küçük parçaları ya da üstüne az şokella sürülmüş ekmekleri diğer çocuklara vermesine kızardım. Bazen de onlara hiçbir şey vermezdi. Bu kızgınlığımdan dolayı oradaki yaşamı algılamaktan hayli uzak kalmışım.
Çingenelerle ilgili bir roman yazma fikri nereden çıktı?
- Çingenelerle ilgili bu anlatı bilmediğim bir zamandan beri yazılmayı bekliyor. Dolayısıyla bir fikir olarak ortaya çıkmadı. Ben farkında olmasam da, çok önceden zihnimdeydi. Üstüne kafa yorarken, onu anlamaya çalışırken mayalandı. Sonra kendine uygun bir biçim bularak dile geldi.
Kendini koruyabilmek için oluşturduğu masalların içinde yaşayan kişi midir Çingene?
- Çingene masalların içinde yaşamaz. Tam tersine, Çingeneler çıplak gerçekliğin içinde yaşar. Hayatın hiçbir oyunla kendisini kandırmasına izin vermez. Çingene kadınların kadim mesleğidir falcılık ama hiçbir Çingene fala inanmaz. Ancak Çingeneler kendilerini masallarla olmasa da mitlerle savunur. Çingene olmayanların gözündeki Çingene miti bir anlamda koruma sağlar. Bu mitin Çingenelere ayrımcılık ve kıyım getirdiği ya da yaşadıkları yoksulluğu görünmez kıldığı da geçerli bir olgu.
Kitabın bir yerinde söylediğiniz gibi Çingenelerin kederi bile güler mi?
- Kederlerinin ve yoksullarının bile acı acı güldüğünü gördüm. Ancak dediğim gibi kelimeler ve kavramlar farklı yaşam algılarını yeterince anlatamıyor. Söylediklerimden ancak bazı sezgi ve yordamlar çıkabilir. Bu soruların yanıtını alabilmemiz için bizim gibi yaşamayan, bize benzemeyen bu insanlara, bizden farklı dünyalara kibirsiz bir şekilde, kendimizi onların karşısına değil de yanı başına koyarak manzaranın kalbinden bakmamız lazım. O zaman sorularımıza bazı yanıtlar bulabiliriz... Aynı yalanlara, aynı öykülere inanmayı öğrenebiliriz. O zaman belki onlar da bize bakar. Biz ve onlar sözcüklerinin ortadan kalktığı bir dünya kurmanın başka yolu yok...
YAYINEVİMİN GÜZEL BİR SÜRPRİZİYDİ
2008 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazandınız. Bekliyor muydunuz?
- Benim için anlam taşıyan bir yazarın adına konmuş bu ödül, yayınevimin güzel bir sürprizi oldu bana. Metis Yayınevi’ne, editörler Müge Sökmen ve Emine Bora’ya çok teşekkür ederim. Romanı ödüle değer bulan jüri heyetine de ayrımcılığa ve zulme uğrayan bir halkı ve unutturulmaya çalışılmış, hatırlandığında da çarpık çurpuk yansıtılmış Kahramanmaraş katliamını anlatan bu kitabı gün ışığına çıkardıkları ve okurların dikkatine sundukları için teşekkür borçluyum.
Bundan sonraki projeleriniz neler?
- Bu yılın sonuna kadar bitirmek için kendi kendime söz verdiğim bir öykü kitabı ve kısa metinlerden oluşan bir anlatı üzerinde çalışıyorum. Ayrıca birkaç yazar ve şair arkadaşımla, 12 Eylül sonrasındaki en uzun ve en geniş katılımlı grev olan Türk Telekom direnişini bir sendikal mücadele pratiği olarak kayda geçirecek bir kitap çalışması da yürütüyoruz.
Oğlum babasının öldüğünü beş yaşında öğrendi, işkencede öldüğünü uzun yıllar bilmedi...
1978 kuşağındansınız. ODTÜ gibi dünyanın en saygın okullarından birinde eğitim görürken ansızın bırakıp başka bir boyuta geçtiniz. Neden?
- 1960’larda toprak işgalleri, işçi direnişleri 15-16 Haziran’larla kendini gösteren büyük bir toplumsal yükseliş döneminin ürünü olan kuşağım için en doğal varoluş haliydi devrimcilik. Ben de pek çok arkadaşım gibi antifaşist mücadelede yer aldım. Biz bir nehrin yatağına akması gibi bir doğallıkla devrimci mücadeleye katıldık. Hayatlarımıza, aşklarımıza, arkadaşlıklarımıza, çoğu kez söylendiği gibi sessiz sitemsiz o erken ölümlerimize insanların kardeşçe, eşit ve özgür yaşayacağı bir dünya hayaliyle, hedefiyle ve de bunun için verdiğimiz mücadeleyle anlam verdik. Bu anlam öyle büyüktü ki, diğer her şey bunun yanında küçük kalıyordu. İnsanca yaşanacak bir dünyanın uzansak tutabileceğimiz bir yakınlıkta olduğunu hissetmek, bayağı pahalıya ödediğimiz bir öngörüsüzlük olsa da olağanüstüydü... İnsanların, başka bir insana dönüşmesinin mümkün olduğunu gözlerimizle görmek... Hayatın başka bir şekilde de yaşanma ihtimalinin yeşerdiğini görebilmek. Kuş Diline Öykünen adlı romanımda tarif etmeye çalıştığım bu halin ne kadar olağanüstü bir şey olduğunu, ne kadar görülesi, ne kadar yaşanası bir şey olduğunu daha iyi anlatabilmek isterdim. Kendi kuşağıma hálá biraz ümit bağlıyorsam, gözleriyle neler gördüklerini bildiğimdendir.
Eşinizle tanışmanızın öyküsünü ve sonrasını anlatır mısınız?
- Behçet’le (Dinlerer) aynı lisede okuduk. Liseden sonra ben ODTÜ’yü kazandım, o başka bir üniversiteyi kazanıp benimle Ankara’ya geldi. Sonra o da ODTÜ’yü kazandı. Önce Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (Dev-Genç) sonra da Devrimci Yol hareketi içinde antifaşist mücadelede yer aldık. Hayatımız birbirimizden ayrı geçti. Behçet, oğlumuzu pek az gördü. Biz de pek az görüştük. Birlikte olduğumuz zamanın büyükçe bir kısmı da faşistler tarafından öldürülme ya da yakalanma tehlikesi altında geçti. Yarı aç, yarı tok yaşadık, hatta daha çok aç yaşadık. Ahırdan bozma evlerde oturduk. Bütün günümüz kızgın güneş altında ya da buz gibi soğukta sokaklarda, fabrikalarda, gecekondularda geçerdi. Behçet 12 Eylül 1980’den sonra ilk Devrimci Yol operasyonunda yakalandı. Kemal Yazıcıoğlu’nun başında bulunduğu Derin Araştırma Laboratuvarı DAL’da pek çok arkadaşımız gibi o da işkence gördü. Resmi kayıtlara göre iyileşip taburcu edildi. ama aslında Ankara Numune Hastanesi’nin bir odasında, başında annesi ve baştan aşağı silahlı bir işkence timi beklerken iç kanamadan öldü. Böbrekleri zaten çalışmıyordu. Bana düşen, oğlumuzu büyütmek, resmi kayıtları düzeltebilmek için sağ ve asker kaçağı gözüken sevgili arkadaşımızın otopsi raporunun, ölüm belgelerinin ve böylece korkunç ölümünün peşine düşmek, onun artık yaşamadığını ispatlamak oldu.
Oğlunuz, babası öldüğünde iki yaşındaydı. Ne zaman öğrendi tüm bu olup bitenleri?
- Ali Fuat, babasının öldüğünü beş yaşında öğrendi. İşkenceden öldüğünü ise çok uzun yıllar bilmedi. Dışarıda kalan arkadaşlar, hatta hapishaneye ziyarete gittiğimiz arkadaşlar bunu ortak bir sır olarak sakladık. Ancak hiç konuşmasak da için için bildiğini biliyordum, bilmenin başka bir haliyle... Ama dillendirmeyince bilinmemiş oluyordu. Konuşmamak bunu hiç olmamış gibi, hiç yaşanmamış gibi kabul etmenin yoluydu. Her ikimiz açısından da... Buradan 12 Eylül’le yüzleşme konusunda, neden dile getirilmediği konusunda bir yordam türetilebilir belki.
BİZİM KUŞAĞIMIZ...
Bizim kuşağımız birbirini arkadaş olarak, sevgili olarak, sevmenin başka ve bana göre daha yüksek bir anlamıyla sevdi. Böyle anlamlarla yüklü bir zamanı yaşayabilmek çok güzeldi. Bu yüzden çok şanslıyız.