Güncelleme Tarihi:
Eline ilk kez makası 3 yaşındayken almış... 2. Dünya Savaşı’nın yeni sona erdiği yıllar... Babasının karaborsadan aldığı perdelik kumaşları kırpıp, kaş göz arasında kız arkadaşlarının bebeklerine etek yapmaya başlayınca kıyamet kopmuş evde... Ama ne dayısından yediği dayaklar, ne de ailesinin itirazları onu moda tutkusundan vazgeçirebilmiş... 60’lı yılların başında Paris’te Academie des Beaux-Arts’da tiyatro kostümü eğitimi alırken görüyoruz Vural Gökçaylı’yı. Annesi ancak yakın dostları olan son Osmanlı kaptan-ı deryasının torunu Ekrem Bey’in evinde kalması şartıyla izin vermiştir genç Vural’ın Paris’e gitmesine. Ama asıl macera bundan sonra başlamış... Givenchy, Jean Patou gibi moda devlerinin yanında gerçekleştirdiği çalışmalar, ona Osmanlı Hanedanlığı’nın son üyelerinden tutun da krallarla, prenslerle, hatta Hollywood yıldızlarıyla tanışmasının yolunu açmış. Her ne kadar bir jet-set üyesi gibi görülse de Gökçaylı her zaman moda için yaşamış... Tasarım dünyasının çınarı ile yaptığım bu söyleşinin; sadece onun değil bir dönemin de gizlerine ışık tutacağına şüphe yok...
* Paris’teki hayatınızdan önce son Osmanlı kaptan-ı deryasının torunu Ekrem Bey’in evinde yaşadıklarınızı sormak lazım asıl size.
- Ekrem Bey ve Saime Hanım’ın çocukları yoktu. Belki de bu yüzden beni benimseyip sevdiler. İkisi de kumara çok düşkündü. Her hafta sonu Paris dışındaki kumar merkezi Enghien’e giderlerdi. Beni de zorla “Sen sakın dansa falan gitme, bizimle gel” deyip yanlarında götürürlerdi.
* Hafta içi güzel sanatlar, hafta sonu krupiye eğitimi desenize...
- Önceleri çok hoşuma gitti. Peruklu, eldivenli garsonlar yemek servisi yapıyor; arada bir akşam yemeklerinde Dior’un, Chanel’in defileleri oluyor. Sonra kumarhaneye geçiyorsunuz, dünyanın en şık insanları orada...
* Peki ya sonra ne değişti?
- Bir gün Saime Hanım’dan telefon geldi. Bunlar Monte Carlo’da yüklü miktarda para kaybetmişler, dönüş yolunda korkunç bir trafik kazası geçirmişler. Kazadan sonra Ekrem Bey felç oldu; ne elini, ne kolunu kaldırabiliyor ne de doğru düzgün konuşuyordu. Tekerlekli sandalyeye mahkum oldu adamcağız.
* Sizin için de hafta sonu kumarhane gezileri bitti herhalde...
- Biter mi? Aksine onun yerine ben oynamaya başlamıştım. Tekerlekli sandalyede arkamda oturur, “Parayı şu numaraya koy, bu numaraya koy” diye direktifler verirdi. Fena halde sıkılmıştım bu durumdan. Hafta sonları kızlarla dansa, operaya gitmek varken ben orada tıkılıp kalıyordum.
* Ne kadar sürdü bu kumarbaz vekilliği?
- 2,5 yıl sonra kendime bir ev tuttum ve ayrılacağımı söyledim, çok üzüldüler. Bu yüzden uzun bir süre dargın bile kaldık. Barışma yemeği nerede oldu tahmin edebiliyor musun?
* “Kumarhanede” demeyin.
- Hem de Enghien’in en büyük kumarhanelerinden birinde. Sonra Ekrem Bey vefat etti ama ben onların sayesinde ilk stajımı Givenchy’de yaptım, çünkü Saime Hanım, Mösyö Givenchy’nin hem en iyi müşterilerinden biri hem de yakın dostuydu.
Gezi gençlerininki şölen gibi bir direnişti
* Meşhur 68 olaylarında Paris’teydiniz. “Her yer Paris, her yer direniş” diye de bağırıyor muydunuz?
- (Gülüyor) İlk eşim Michelle ile henüz yeni nişanlanmıştık. Olayların içinde olan asıl oydu. Görülmemiş bir birlik beraberlik havası vardı gençlerde. Daha fazla özgürlük istiyorlar, harç ödemeyi reddediyorlar, yurtlarda kızlı erkekli aynı odada kalmak için direniyorlardı. Önce sessiz sedasız yürüyüşlere başladılar.
* Başladığı gibi sessiz bitmedi ama...
- Düşünsene Jean Paul Sartre ve dönemin Kültür Bakanı Malraux gençlerle birlikte yürüyordu. Fakat olaylar birden patladı ve masum yürüyüşler, sokak savaşlarına dönüştü. Danışmanları tarafından Sartre’ın tutuklanması talep edildiğinde De Gaulle’ün cevabı müthiştir: “Sartre Fransa’dır, hiçbir zaman susturulamaz.”
* Ama 68 olayları De Gaulle’ün bitişi oldu...
- De Gaulle’ün sonunu CIA ve Sovyet ajanları hazırladı aslında. O masumane yürüyen gençlerin arasında eşim de vardı. İstedikleri sadece biraz daha fazla hürriyetti. De Gaulle onlara baba gibi davranıyordu, isteklerine hayır demeyecekti. Ama işin içine sağ ve sol provokatörler karışınca olay çığrından çıktı; onlarca öğrenci ve polis öldü..
* 68’de Paris sokaklarındaydınız, peki ya 2013’te Gezi olayları sırasında?
- Olayların başında Gezi Parkı’ndaydım. Dünya güzeli kızların, erkeklerin, türbanlıların, mini şortluların birlikte şarkı söylemeleri beni çok duygulandırdı. Ama bir gün baktım ki, bir yanda polis otosu diğer yanda otobüs ateşe verilmiş...
* Bir tür deja-vu mu yaşadınız?
- Her şey 68 Paris’indeki gibi başladı ve öyle bitecek diye korktum. Çünkü yine provokatörler girmişti araya. Oysa gençlerinki şölen gibi bir direnişti. Belki de hükümete küçük bir uyarıydı. Öpüşmek, içki içmek yasak; o, bu her şey yasak. Genç insanları böyle sınırlayamazsınız.
BİZİM GENÇLER YASAKLARDAN DOLAYI PATLAMAK ÜZEREYDİ
* Gerçek amaç neydi size göre?
- Fransa’da da gençler De Gaulle’ü düşürmek için başlamamışlardı harekete. Bizim çocuklar da parkı kurtarmak, AVM yapılmasını önlemek istiyorlardı ama hayatlarındaki kısıtlamalar ve yasaklardan dolayı patlamak üzereydiler.
* 68’de TOMA’lar çıkmış mıydı Concorde meydanına da?
- (Gülüyor) Ben Paris sokaklarında coptan başka bir şey görmedim. Polis su bile sıkmadı. Oysa Gezi’de suya bile razıydık ama bizdeki gaz olayı korkunçtu. Polislerin bu kadar saldırgan olmamaları gerekirdi.
* “2013’ün Çiçek Çocukları” diyebilir miyiz Gezi gençliği için?
- Bu gençler 68’in Çiçek Çocukları’ndan çok daha üst düzeydeler. Onların yanında anneleri, teyzeleri hatta babaları da vardı. Bütün bu yaşananların Türkiye’nin imajını zedelediği söylendi. Tam aksine bu, Türkiye’de insan haklarının ne kadar değerli olduğunu gösterdi.
* Peki Paris olaylarındaki gibi dış mihrakların parmağı olabilir mi tüm bu işlerde?
- Pek zannetmiyorum. Belki Suriye veya Mısır’ın bazı etkileri olabilir. Çünkü komşularla artık iyice didişmeye başladık. Ama gençler hükümete karşı ayaklanmadılar ki, sadece biraz daha fazla özgürlük istediler. Bence Başbakan orada hata yaptı. “Asarım, keserim, yıkarım” laflarını bugün artık yanınızda çalışan insana bile söyleyemiyorsunuz. “Bir bakalım, düşünürüz” diyorsunuz. Başbakan’dan beklenen de buydu.
GELMİŞ GEÇMİŞ EN İYİ MODACI YVES SAINT LAURENT
* Biraz anket sorusu gibi olacak ama Vural Gökçaylı’nın en beğendiği modacı kim?
- Yves Saint Laurent gelmiş geçmiş en iyi modacıdır diyebilirim. Ama belki de o bile hak ettiği değeri göremedi.
* Nasıl göremedi, adamı neredeyse tanımayan yok...
- Orası öyle de, en güzel koleksiyonunu hazırlamasının hemen ardından, modaevini satın alan şirket “Au revoir” (güle güle) deyip gönderdi büyük üstadı.
* Bu sebepten hastalanmış olabilir mi?
- O kadarını bilemem ama hasta yatağında “Markanın başına Tom Ford geldi” haberini getirdiklerinde, “Benim yerimi bir kovboy mu aldı?” diyerek hüngür hüngür ağlamış.
MADAME COCO ALMAN CASUSU DEĞİLDİ
* 68 olayları sırasında Paris’te ne yapıyordunuz?
- Olaylar patlak verdiğinde ben Jean Patou’da Michelle Goma’nın asistanı olarak çalışmaya başlayalı dört sene olmuştu. Zaten bir yıl sonra da İstanbul’a döndüm.
* Neden, işler mi bozuldu?
- Aslında aylığımızı düzenli veriyorlardı. Ancak Amerika’nın Fransa’ya ambargo koymasıyla moda dünyası zor günler geçirmeye başladı. Amerikan gümrüğünden Fransız elbiseleri girmesi yasaklandı. Biz de onlara kağıttan patronlar satar ve kumaş eşantiyonları verirdik. Onlar da bizim modellerin aynısını orada üretirlerdi.
* Müşterileriniz sadece Amerikalılar değildi herhalde.
- O dönem İran tahtı da sallanmak üzereydi. Eskiden Farah Diba ve Prenses Eşref bir sipariş verdiklerinde bütün koleksiyonun masrafı çıkardı. Ama o günler de bitmek üzereydi. Anlayacağın her şey üst üste geldi.
* Modacılar karalar mı bağladı?
- Hemen bir konsey toplandı. Ben de Jean Patou’nın kızıyla oradaydım. Coco Chanel ayağa kalktı ve “Ne telaş ediyorsunuz. Amerikalılar’ın modacısı mı var? Tıpış tıpış yine Paris’e gelecekler” dedi. Ama ilk kez yanılıyordu, kimse gelmedi.
* “Coco Chanel’in Gizli Savaşı” diye bir kitap okumuştum. Orada Chanel’in Nazi casusu olduğu iddia ediliyordu.
- Hayır, değildi. Fransızlar bir Alman’la konuşan herkese casus derlerdi zaten.
MERAL İLE EVLENDİĞİM GÜN YENİDEN DOĞDUM
* Modaya ve tarihe olan aşkınızı anladık, peki ya eşinize olan aşkınız? Nasıl tanışmıştınız?
- Meral Hanım’la ilk bana mezuniyet kıyafeti yaptırmak için geldiğinde tanıştık. Ben o zamanlar evliydim ve uzun süre onu bir daha görmedim.
* Gözden uzaktı ama gönülden fazla uzak kalmadı anlaşılan...
- İlk eşimden ayrıldığım zamanlardı. Meral’in, annemin liseden bir arkadaşının kızıyla aynı sınıfta olduğunu hatırladım. Hemen anneme “Meral diye bir kız vardı. Mezuniyet elbisesi diktirmişti. Bana bir asistan lazım, gelip benimle çalışır mı?” diye sordum.
* Müstakbel kayınvalidesi, Meral Hanım’a çöpçatanlık yapıyor düpedüz.
- Annem “Meral evlenmiş ayrılmış, çalışacağını zannetmiyorum” dedi ama ben yine de telefonunu alıp aradım.
* Sesinizi duyunca koşa koşa geldi mi?
- O ancak filmlerde oluyor sanırım. “Ben Bod-
rum’a tatile gidiyorum, çalışmayı da düşünmüyorum” dedi. “En azından bir kere gelin görün” ısrarıma dayanamayınca tatil dönüşü atölyeye uğradı. “Herkes emrinizde, gelin ne isterseniz yapın” dedim. O gün bugündür beraberiz. Meral’le evlendiğim gün adeta ikinci defa doğdum.
KEMOTERAPİDEN ÇIKAR DAVETE GİDERDİK
* Meral Hanım’a kanser teşhisi konunca zor bir dönemden geçtiniz...
- Bir gün defile için Ankara’ya gitmeden önce Meral göğsünde sertlik hissettiğini söyledi. Hemen doktora gitti, testler yapıldı, sonuçları almadan Ankara’ya uçtuk. Oradayken kanser olduğu haberini aldık.
* Apar topar İstanbul’a...
- Gayet tabii. İlk görüştüğümüz doktor o kadar sert ve hassasiyetten uzaktı ki “Benim karımı bu adam ameliyat edemez” deyip çıktım muayenehanesinden. Daha sonra Sevgi Gönül bizi çok iyi bir doktora yönlendirdi. Gittik, ertesi gün için ameliyat tarihi aldık ve o gece bunu Park Şamdan’da kutladık.
* Anlamadım, burada kutlama yapılacak bir durum göremiyorum.
- Kanser hastalarını hep moralli tutmak lazım. Meral’i o süreç boyunca cemiyet hayatından hiç koparmadım. Kemoterapiden çıkar, davete giderdik.
* Söylemesi yapmasından kolay olsa gerek.
- Tabii, ilk zamanlarda Meral’in morali çok bozuktu. “Tek göğüslü kalınca beni beğenmeyeceksin” diye dertleniyordu. Ben de onu “Olur mu öyle şey? Herkesin iki göğsü var, tek olması seni farklı kılıyor” diye telkin ederdim.
* Meral Hanım’dan çocuğunuz yok sanırım.
- Benim zaten ilk evliliğimden iki kızım var. Biri Paris’te öğretim görevlisi, diğeri turizm sektöründe çalışıyor. Meral’in de iki kızı var. Dört çocuktan sonra beşincisi olmasın dedik.
ATATÜRK'ÜN SİPARİŞ BELGELERİ PARİS'TE
* Siz tanışıyor muydunuz Matmazel Coco ile?
- Aynı ortamlarda bulunmuşluğumuz vardı. Müthiş ihtiraslı, yaratıcı ve hayran olunacak bir kadındı. Zaten geçmişi de roman gibi... Annesi terk etmiş, babası Amerika’ya gitmiş, bunu yetimhanede rahibeler büyütmüş. Küçük kafelerde şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya çalışıyormuş. Sen meşhur parfümü, Chanel No:5’in nasıl ortaya çıktığını bilir misin? Coco’nun ilk aşkının ölümü ile parfümün üretilmesi aynı zamanlara denk geldi. Belki de Chanel No:5, onun aşk acısıyla başa çıkabilme yöntemiydi.
* Nasıl yani, onu unutmak için mi yaptı?
- Arthur öldükten sonra Cote d’Azure’a gitmişti. Orada müthiş bir koku ustası olan kimyager Beaux ile tanıştı.
* Ona mı aşık oldu?
- Yok, ondan sadece çok iyi bir parfüm yaratmasını istedi. Beaux, laboratuvarında 1’den 5’e ve 20’den 24’e kadar sıralanmış, iki farklı seri hazırlayıp onları Coco’nun beğenisine sundu. Chanel 5 numaralı şişedeki kokuyu beğendi.
* Ve efsane doğdu...
- İsmini değiştirme zahmetine bile girmeden, öyle süsten püsten uzak durarak, kapağına sadece Chanel logosu koyup satışa çıkardı.
* Hem çapkın hem romantik bir kadın galiba kendisi...
- Hayatına giren erkeklerden çok etkilenen bir kadındı. 1. Dünya Harbi sırasında yaptığı kadın ceketlerini o zamanki erkek arkadaşının giysilerinden ilham alarak tasarlamıştı. Ölene kadar da aynı ceket kalıplarını kullandı. Ancak Rus boyfriend’leri varken Rus desenlerini seçti, İngiliz sevgilisi varken İngiliz tarzından etkilenerek koleksiyonlar hazırladı.
* Maşallah her yeri dolaşmış; Türkiye’ye hiç uğramamış mı matmazel?
- Chanel’in konforlu moda anlayışı, yeteneği ve dünyayı saran ünü Atatürk’ün de ilgisini çekmiş olmalı ki, 1930’larda ondan Türk Silahlı Kuvvetleri için kıyafet tasarlamasını rica etmiş.
* Ne yani Atatürk, bütün orduyu Chanel’den mi giydirmiş?
- Tabii canım... Coco, subaylardan sonraki bütün üst düzey merasim giysilerini tasarlamış. Atatürk’ün katafalkının etrafındaki generallerin giysilerine ve 1930’ların balo fotoğraflarına bakarsanız, hepsi bir tiyatro kostüm tasarımcısının elinden çıkmış gibi muhteşemdir. Bunların tümü de Chanel’in tasarımıdır.
* Siz bunları nereden biliyorsunuz?
- Paris’te Bibliotheque National’de Atatürk’ün Chanel’e verdiği siparişlerin belgelerini gördüm. Atatürk’ün bu kıyafetleri Chanel’e tasarlatması TSK tarihinde hem tasarım hem de Chanel gibi dünyanın hayran olduğu bir modacı ile çalışmak anlamında bir ilk oldu. Askerimiz 1945’e kadar o kıyafetleri giydi.
* Madame Coco ile ilgili daha ne gibi enteresan bilgilere sahipsiniz?
- 1960’larda Chanel’in butiğinin tayyör bölümünü İbrahim Elmas adlı bir Türk terzi yönetiyordu. Bir gün Osmanlı Hanedanı’ndan Neslişah ve Hanzade Sultan bunun adını duymuşlar ve kendilerine tayyör diktirmek istemişler. Bizimki de siparişleri evinde hazırlayıp teslim etmiş. Sultanlar üzerlerindeki bu kıyafetlerle, Ritz Otel’de Chanel’le karşılaşıyorlar. Coco onlara şöyle bakıp; “Bu tayyörler benim yeni koleksiyonumdan ama sizi bu sezon atölyemde gördüğümü hatırlamıyorum” demiş. Neslişah ve Hanzade Sultan da “Zaten size gelmedik, bunları İbrahim adlı bir Türk terziye diktirdik” deyince...
* Buyrun cenaze namazına...
- İbrahim’i hemen kovuyorlar tabii. Düşünsene adam evinde oturup patronunun modellerini çalıyor, başkalarına satıyor. Ayrıca yalnız kovulmakla kalmadı, hemen sınır dışı da edildi.
BEŞAR ESAD'IN EŞİ DE KIYAFETLERİMİ GİYDİ
* Hayatınız bir anlamda dünya jet-set’inde geçmiş.
- Biraz da benim kısmetimde var galiba. 8-9 yıl önce İngiltere’nin en zengin işadamlarından Nazmi Auchi’nin oğlu Tamim ile Ürdün’ün önde gelen ailelerinden Usama-Abir Tugan çiftinin kızları Suha; Amman’da evlendi. Genç kızın gelinliğini ben dikmiştim.
* Gelinliklerinizin ünü oralara kadar yayılmış...
- Gelinin annesine “Neden Elie Saab’ı değil de beni seçtiniz?” diye sorduğumda “O çok Arap işi olduğu için sizi seçtik” demişti zaten.
* Düğüne de davetli miydiniz?
- Evet, 1500 kişilik görkemli bir düğündü. Bizim masamızda Kuveyt Prensi El Sabah ile birkaç İngiliz Lordu vardı. Bir ara yanıma çok zarif orta yaşlı bir hanımefendi geldi, beni masalarına davet eti. Meğer kadın Beşar Esad’ın kayınvalidesi Sahar Hanım’mış...
* Yani Suriye First Lady’si Esma’nın annesi... Şaşırmadınız mı?
- Şaşırdım tabii... Kalktım gittim masalarına... Beşar Esad da oturuyordu. Esma Hanım gelinliği ve Meral’in tuvaletini çok beğenmiş; “Türkiye’ye geleceğiz, mutlaka görüşmek istiyoruz” dedi. Kartımı verdim. Sonra unuttum gitti. Bir sabah bir telefon... Esma Hanım’ın protokol müdürü arıyor... Meğer gelmişler, Huber Köşkü’nde kalıyorlarmış. Yanıma küçük bir koleksiyon alıp gittim. Bir tayyör, bir de siyah etek bluz beğenip aldı. Bazı siparişler de verdi ama sonu gelmedi malum durumlardan dolayı...
RIFAT ÖZBEK'E YAZIK OLDU
* Türk modası size göre ne alemde?
- Türkiye’de birkaç büyük usta var ama haute couture yerine hazır giyim ağırlıklı çalışan yeni nesilden pek ümitli değilim.
* Yapmayın, hiç mi ümit yok yani?
- Beni en fazla ümitlendiren Türk modacı Rıfat Özbek’ti. Bizim meslekte arkanda para olması lazım. Rıfat çok zengin Hintli bir sponsor bulmuştu. Prenses Diana’nın onun ay yıldız işlemeli döpiyesini giymesi büyük umuttu gerçekten.
* Ne oldu peki?
- Kızılderililer’den ilham alarak hazırladığı, Naomi’ye (Campbell) giydirdiği koleksiyon da inanılmazdı. Derken o Hintli öldü. Rıfat da her şeyi kapatıp gelip burada dağda oturdu iki sene. Şimdi yastık falan yapıyor, bence yazık olmuş bir yetenek.
2. MAHMUT POLONYA'DAN TERZİ GETİRTTİ
1828’de top sakallı, şalvarlı, kaftanlı bir padişah olarak tahta çıkar 2. Mahmut. Oysa birkaç ay sonra Dolmabahçe Sarayı’nın önünde halkın karşısına çıktığında bambaşka giysilerle görüyoruz onu.
* Atatürk’ün dünya modasını yakından takip ettiğinden söz etttiniz. Osmanlı zamanında böyle padişahlar var mıydı?
- Bu konuda 2. Mahmut çok önemlidir. O zamanlar Türkiye’de terzi yok, Polonya’dan Yahudiler’i getirmiş terzi olarak.
* O da orduyu mu giydirecek?
- Hayır, kendisi için. 1828’de top sakallı, şalvarlı, kaftanlı bir padişah olarak tahta çıkar 2. Mahmut. Oysa birkaç ay sonra Dolmabahçe Sarayı’nın önünde halkın karşısına çıktığında bambaşka giysilerle görüyoruz onu.
* Ne değişiklik oldu ki o arada?
- Aşağı yukarı 1. Napolyon’un giydiği gibi bir kıyafet diktirmiş kendine. Ceketi pantolonuna uygun, ama bir de peluş ilave edilmiş. Üvey annesi Nakşidil Sultan onu dışarı çıkmadan önce aynada kendisini seyrederken görünce telaşa kapılmış. “Aman evladım, dışarıda ulema var. Bu kıyafetle çıkamazsın karşılarına” demiş.
* Nakşidil Sultan’ın korktuğu ne?
- Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra giysilerini değiştirip uzun entariler, yere kadar inen kaftanlar giymeye başlamışlar. Yıllar süren bir gelenek bu.
* Ve 2. Mahmut bunu yıktı diyorsunuz.
- O gün Nakşidil Sultan’a verdiği “Anne artık bir şeyleri değiştirmenin zamanı gelmiştir” cevabıyla bunu dile getirmiş zaten. Mekteb-i Harbiye’nin kuruluşuyla başlayan reformların altında 2. Mahmut’un imzası vardır. O cumhuriyetin altyapısını hazırlamıştır. Zaten Osmanlı istemeseydi bugün cumhuriyet olmazdı.
* Neslişah Sultan’la da tanışıyor muydunuz?
- Bülent Uşaklıgil’in büyükelçi olduğu dönemde Manon Lescaut’yu oynamak için Suna Korat gelmişti Paris’e. Kadın o zaman baş soprano; süksesi müthiş. Büyükelçinin baş katibi Tanju, karısı Leyla; hep birlikte operaya davetliyiz. Leyla, Reşat Nuri Güntekin’in kızı; doğal olarak şık bir şeyler giymeyi istiyor davete giderken. Tanju desen, genç bir diplomat o zamanlar.
* İbrahim Elmas’a bir tayyör diktirseymiş?
- Tanju “Senin çalıştığın yerlerden elbise alacak kadar param” yok deyince ben de kendi ekibimi toplayıp Leyla’ya harika bir tuvalet diktirdim.
* Bu arada Neslişah Sultan’ı unuttuk galiba...
- Unutmadık, oraya geliyoruz. O gece Neslişah’la Hanzade Sultan davete öyle bir geldiler ki, ikisi de birer afet. Tüm Fransız kontesler önlerinde eğilip inanılmaz bir hürmet ve saygı gösteriyorlar.
* İmparatorluk yıkılmış, hâlâ neden önlerinde eğiliyorlar?
- Kanuni Sultan Süleyman’ın torunları oldukları için.
* O davette mi tanıştınız?
- Evet Tanju, Neslişah ve Hanzade Sultan ile bizi tanıştırdı, ondan sonra da aileyle hiç kopmadık.
* Hanedandan sadece Neslişah Sultan’a yakın değildiniz yani...
- Hümeyra Hanım da bizi çok severdi. O zamanlar Meral ile yeni evlenmişim, balayını Kısmet Otel’de hep beraber geçirdik. Plajın onlar için ayrılmış bölümüne bizden başka kimseyi sokmazlardı. Karşılarında otururduk. Atatürk hakkında ağızlarından tek bir kötü söz çıktığını duymadım. Hatta ona sempati ile bakar ve “Ne yaptıysa, mecbur olduğu için yaptı” derlerdi.