Güncelleme Tarihi:
Aristotales’in felsefe okulundan saçılan ışıkla aydınlanmış, Sappho’nun karşı kıyıda yazdığı aşk şiirlerinin tutkusuyla kavrulmuştur. Assos Limanı’nın taşlarına oturup gözlerinizi Ege’nin derin mavisine, kulaklarınızı rüzgarın sesine teslim ettiğinizde çağlar, efsaneler içindeki yolculuğunuz başlar...
Assos’un en önemli özelliklerinden birisi de, Lesbos’dan, yani Midilli’den buraya ayak basanların hükümdarı Hermias’ın Platon’un öğrencisi olması. Zamanın en büyük bankerlerinden Eubulos’un kölesiymiş bu zat, üstelik hadımmış. Bir süre Atina’da yaşayıp öğrenim görmüş. Aklı, yeteneği, kültürü sayesinde kral olmayı başarmış. Kardeşinin kızını vermiş Aristoteles’e. Böylece akrabalık bağlarını güçlendirdiği ünlü düşünürü üç yıl konuk etmiş. Yalnızca antikçağı değil ortaçağ Avrupası’nı da etkileyen Aristoteles’in kurduğu felsefe okulu çevreye buradan ışık saçmaya başlamış. Ne var ki tarih boyunca benzerlerine pek sık rastlamadığımız bu bilge ve saygın hükümdarın sonu Persler’in elinden olmuş.
Heraklitos’dan Homeros’a, Thales’den Herodot’a antikçağ yazar ve düşünürlerinin önemli bölümü Anadolu kökenlidir, yani hemşehrimizdir. Bu deyişte Anadolu’nun kültür mirasına sahip çıkma, Rönesans’ın yaptığı gibi onu özümleme amacı da var elbette, ama şöyle ya da böyle, Osmanlı dönemi boyunca yıkılmış taşlardan ibaret sanarak hiç ilgilenmediğimiz bir dünya, bir gizli hazine yatmakta bu topraklarda. Assos ören yeri de bunlardan biri. Ancak 20 küsur yıl önce başlanılabilmiş kazılara. Oysa bulgular yörenin, yani Aiol’un uygarlık açısından önemini kanıtlıyor. Taşlar toprağın altında değil yalnızca, Bizans ve Osmanlı’dan kalma surların da içinde. Kayalık tepenin yamacındaki tiyatroyla tapınak kalıntıları, çalılarla eski taşlar birbirine karışıp hemhal olmuş.
Amasyalı Strabon, yani coğrafyanın babası hemşehrimiz, buradan söz ederken “Ölüm hükmünü daha çabuk vermek istiyorsan Assos’a git” derken neyi kastediyordu acaba? Hermeias’ın acıklı sonunu mu, kentin adalet mekanizmasındaki hızlı işleyiş düzenini mi yoksa? Bunu hiç bilemeyeceğiz ama belli mi olur? Bakarsınız taşa kazınmış ya da parşömende gizli kalmış bir belgeden Strabon’un neyi kastettiği de anlaşılır bir gün. Tıpkı o çağlardan günümüze bölük pörçük ulaşabilmiş, kolları ya da bacakları kopuk da olsa topraktan çıkarılan heykeller kadar anlamlı ve güzel, neredeyse tümü eksik olan Sappho’nun şiirleri gibi.
ONU ÇAĞININ AHLAKINA BAŞKALDIRDIĞI İÇİN SEVDİM
Sappho’nun yarım kalmış, daha doğrusu zamanın hışmına uğrayarak azalıp eksilmiş dizeleriyle başbaşaydım Assos’da. Dünyanın çeşitli müzelerinde gördüğüm Yunan vazolarını düşünüyordum. Kazıbilimciler toprağın altında buldukları bu kırık dökük vazoların parçalarını binbir özenle toplayıp yapıştırmış, beğenimize sunmuştu. Üzerlerindeki figürlerde antik çağda insanların nasıl yaşadıkları, ne yiyip içtikleri, hangi tanrılara taptıkları, hatta günümüzdeki pornografik filmlere inat en cüretkâr pozisyonlarda nasıl seviştikleri hakkında bilgi edinebiliyorduk. Sappho’nun şiirleri için uzmanların yaptıkları da bir bakıma aynı şeydi. Ama taşta silinip gitmiş, yangından arta kalan papirüslerde eksilmiş sözcükleri yapıştırmak, boş alanlara metnin bağlamından yola çıkarak eklemeler yapmak bilmem olası mı? Sappho’nun şiirlerini böyle yarım kalmış, dağılıp gitmiş, parça bölük görünümleriyle de sevdiğimi itiraf etmeliyim. “Özlüyorum ve istiyorum” dediği için değil, Eros’un çekimine kapılan gövdesinin sarsıntısından yakındığı için de değil, en mahrem duyguları ilk kez dile getirdiği, bunu yaparken de yaşadığı çağın ahlâk kurallarına aldırmadığı için. Hem evliydi Sappho, bir kız annesiydi. “Güzel bir kızım var, sevdiceğim Kleisim/ altın çiçeklere benzeyenim benim / değişmem onu tüm Lidya’ya güzel Lesbos’a bile” diye yazıyordu kızından söz ederken. Ama başka genç kızlara duyduğu aşkın türküsünü söylemekten de çekinmiyordu. Lesbos, yani karşımda sarp yamaçlarıyla yükselen ve adını kadın eşcinselliğinden alan ada, Sappho’nun şiirlerindeki gibi o çağlarda şimdikinden daha güzeldi kuşkusuz. İnsanlar doğayla uyum içinde yaşıyor, beden-ruh ikilemi içinde günah endişesiyle hayatlarını karartmıyor, Afrodit’e kurban sunarken genç ve güzel gövdelerini de istediklerine, sevdiklerine sunuyorlardı. Ada bugünkü gibi turist akımına uğramamış, kitle turizmiyle çevre kirlenmesinin olumsuz sonuçlarından nasibini almamıştı. Evet, Midilli’nin köylerinde de dolaştım bir zamanlar, çoğu Yunan adası gibi Sappho’nunkini de çok sevdim. Ama, ne tuhaf, genç bir Yunan kadınla çıktığım o yolculuklarda değil de yıllar sonra burada, yani “karşı kıyı”da ve yalnızken, Azra Erhat, Cengiz Bektaş ve Samih Rifat’ın güzel çevirisinden keşfettim Sappho’yu. Ege’nin yazın bile serin olduğunu, yüzerken dipte uyuyan amforalar, gemiler, mermer sütunların üzerinden geçmişe doğru kulaç atıldığını da ilk kez Assos’da fark ettim.
İDA ZİRVESİNDEN KÖRFEZ
Simdi, hemen yola çıkmak gelmiyor içimden ama Sappho’nun bir kez bile gidip görmeden güzelliğini kendi kızıyla karşılaştırdığı Lidya, Tmolos’un eteklerine yayılmış beni bekliyor. Bir başka dağın, tanrıların zirvesinden Troya Savaşı’nı yönettikleri İda’nın, (Kazdağı) eteklerini dolaşarak bugün değilse bile yarın ulaşmalıyım oraya. Bu demektir ki Midilli’ye bir de Kazdağı’ndan bakmaya vaktim olmayacak. Oysa Sabahattin Ali “Hasanboğuldu” adlı öyküsünde Tahtacı Yörükler’den Hacer’le tırmandığı bu dağın tepesinden Ege’nin görüşünü, o nefes kesici manzarayı ne güzel anlatır.
“Bulunduğumuz yer, denizden 1500 metre kadar yüksekteydi. Akçay iskelesinin önündeki kayıklar, ağaçların arasındaki seyrek binalar iğne topuzu kadar ufaktı. Karşıda, Burhaniye’nin arkasında yatan Madra Dağları şekilsiz bir yığından ibaretti. Güneşin altında göz kamaştırıcı pırıltılarla yanan deniz, ta uzaklarda açıklı koyulu gölgelere bürünen Midilli Adası’na kadar uzanıyor, bunun sağ yanından geçerek ufukta, sisler içinde gökle birleşiyordu. Kazdağı’nın körfeze kadar yaklaşan eteklerini sayılamayacak kadar çok, her biri başka renk ve biçimde, irili ufaklı dağlar ve tepeler çeviriyordu. Arkamızda Sarıkız, bu dağların en yüksek tepesi, ağaçsız başını beyaz bulutlara uzatıyordu.”
Bir zamanlar, yukardan bakıldığında insanı böylesine etkileyen manzaraya günümüzde eklenen çirkinlikten de
söz etmeliyim.
Edremit Körfezi’nde kıyı boyunca güneye doğru yol alırken tahmin ettiğim gibi tatil siteleri, yani orta sınıfın tüm zevksizliğini yansıtan, iç içe girmiş evler başladı. Dinlence uğruna katledilen, büfeler, dükkânlar, tezgâhlardan, ortalıkta şort ve mayolarıyla dolaşan kalabalıktan ibaret kıyıdan içeriye saptığımızda Homeros’un deyimiyle “çok kaynaklı” İda Dağı’nı ardımızda bırakmıştık. Dağ olmasa bile efsanesi peşimiz sıra geliyor, köyün saf delikanlılarını baştan çıkardığı için dağın tepesinde kurda kuşa terk edilen Sarıkız’ın akıbeti zihnimde Hera’nın davranışlarına karışıyordu. Her iki efsanede de Eros’un oklarıyla vurulan, bu eşsiz doğa karşısında coşup aşkı özgürce yaşamak isteyen bedenin öyküsü anlatılıyordu çünkü. Zeus’un sesini duyar gibiydim. Homeros, yüce tanrıyla eşi Hera’nın İda Dağı’nın tepesindeki sevişmelerini hayasızca kulağıma fısıldıyordu: Ne olur Hera / yatalım gel, sarmaş dolaş olalım yatakta doyasıya / bugüne dek ne bir tanrıçaya, ne bir kadına karşı / yüreğime akan aşk böyle altüst etmedi beni.
SAPPHO EROTİK ŞİİRİNİ KARŞI KIYIDA YAZARDI
Sappho’yu yalnızca antikçağın değil tüm zamanların önemli şairlerinden biri yapan, hiç kuşkusuz erotik aşkı (bu hemcinslerine, özellikle de eğittiği genç kızlara duyulan aşk da olsa) ilk kez dile getirmesidir. MÖ 6. yy’dan bugüne hiç eskimeden ulaşan dizelerini Assos’un karşı kıyısında, Midilli’deki evinde yazıyordu. Sonra, lir eşliğinde, kadınların şölenlerinde, evlenme törenlerinde, ayinlerde söylüyordu. Gelinle güveylerden, gerdek geceleriyle çelenklerden ve elbette Afrodit’le Eros’dan sıkça söz etmesi bundandır. Alkaios’un ona “Mor kâküllü, bal gülüşlü Sappho” demesinin nedeni de bu mudur acaba? Belki de. Şimdi, aradan yüzyıllar geçip eğittiği, çok sevdiği kızlar çoktan toprak olduktan ve geriye yalnızca parça bölük ama ilk okuyuşta insanı derinden etkileyen metinler kaldıktan sonra, lirizmin kurucusu sayabiliriz onu. İnsanlık tarihinde ya da daha doğru bir deyişle söylemek gerekirse şiir tarihinde bireyi ilk kez öne çıkaran Sappho’dur. Örneğin Helena’nın Paris’e duyduğu aşkı anlatırken Homeros gibi sözü allayıp pullamadan, döndürüp dolaştırmadan, sevgilisinin kulağına fısıldar gibi söyler:Ve kalkıp Troya’ya yelken açtı / ne çocuğunu düşündü ne ailesini / çünkü sevda yoldan çıkarmıştı onu.
Doğayı, “bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir” dercesine, sevgilinin varlığıyla birlikte algılayıp benimser. Bunu yalın edayla dile getirirken bildiklerinden ya da Homeros gibi mitoslardan değil günlük izlenimlerinden yola çıktığı da olur, bir dilberin yakıcı bakışlarından da...