Güncelleme Tarihi:
Önce bu serserinin nasıl enselendiğini anlatayım size. Haber Sabah’tan (28 Aralık), Fatih Şendil imzalı.
Yer İzmir, Bornova. Gece saat 2. Abdi İpekçi Caddesi’ndeki Bereket Market’ten genç bir adam fırlamış, deliler gibi koşarak. Oradan geçmekte olan polis otosu şüphelenmiş durumdan, peşine düşmüş herifin. Adam ara sokaklara dalmış, ama Türk polisi yakalamış, kıstırmış bir köşede. Daha ilk aramada, marketten çaldıkları bulunmuş üzerinde. Önce karakola götürülmüş, ifadesi alınmış, nöbetçi mahkemeye çıkarılmış ve tutuklanmasına karar verilmiş. Buca Kapalı Cezaevi’ne koymuşlar alel acele.
İsabet etmişler.
Böylece Türkiye’nin millî birlik ve bütünlüğü teminat altına alınırken, tüyü bitmemiş yetimin malı bu serseriye yedirilmemiş ve yaralanan kamu vicdanı da emniyet güçlerinin zamanında müdahalesi sayesindedir ki kabuk tutmaya başlamış.
Ha, söylemeyi unuttum, bu namızsız, bu utanmaz, karakolda ve mahkemede, bir de utanmadan salya sümük ağlamış, “Maksadım hırsızlık olsa, daha fazla mal çalardım” demiş, ba ba ba... bir de utanmadan konuşuyor.
Çürüsün artık hapislerde inşallah!..
*
Haberde anlatılmamış, ben oturduğum yerde bir senaryo yazayım müsaadenizle. Bu halk düşmanı, bu iğrenç yaratığı böylesi bir alçaklığa iten psikolojiyi, ahval ve şeraiti uydurayım kafadan.
Yazıyorum...
Doğu’da bir ilden, işsizliğin insanları cendere gibi boğduğu bir ilden, çaresizlikten, cebinde bir otobüs bileti, İzmir’e gelmiş Hüseyin, köylüsü Mehmet’in yanına, inşaat(lar)da bir iş bulurum, ümidiyle.
İki gün çalıştıysa, üç gün aç gezmiş. İşçi pazarında, ayağında lastik ayakkabısı, sırtında fitilli balıkçı yaka kazağıyla, morarmış elleri yırtık pantolunun ceplerinde, boynu omuzlarının içinde, donan kulaklarını korumak için, başını bir sağ omzuna, bir sol omzuna sürte sürte... günlerce iş beklemiş.
Hammallığı da denemiş, artık akşamcı kahvesinde sabahlayacak parası kalmayınca, bitmemiş inşaat(lar)ın pütürlü beton zemininde, çimento torbalarına sarılıp geçirmiş geceleri. Acıkmış, üşümüş, köyünü özlemiş. Anasının iyi kötü tahıl çorbasını, kürekle karılan tezekten de gelse evinin sıcağını özlemiş. Bakmayın siz onun ekmeğini kazanmak için yollara düşmesine, daha 19 yaşında Hüseyin. Koca bir çocuk o...
Köylüsü Mehmet de başından savmış sonunda, “Böyle iki kişi dineldik mi, hiç iş çıkmayor. Sen de buraları belledin artıkın. Haydi bakalım, herkes kendi yoluna, selametle...” demiş.
Artık hiç umudu kalmamış Hüseyin’imin. Geceler daha bir soğuk gelmeye, açlık daha bir acıtmaya başlamış, evinden yüzlerce kilometre ötede, elin İzmir’inde. Yok ki anasını satayım atlayıp köye dönesin. Dönsen hoş geldin derler mi ki?
Yüzünü kızdırmış, bir iki dilenmeyi denemiş. Sokakta gördüğü hali vakti yerinde insanlara “İş bulmaya geldim, kaç gündür açım, Allah rızası için bir çorba parası” diye yanaşmış. Yanaşmış ama, domates, patates satan Züğürt Ağa misali, öyle utana sıkıla söylemiş ki, kendi bile inanmamış hikayesine.
“Haydi kardeşim, yoluna, Allah versin!” diyeni kadar, cebinden bir 100 binlik çıkarıp avcuna atanlar da ağırına gitmiş.
Gece yattığı inşaatta, yanında karnını doyuran işçiler buyur etmişler Allah ne verdiyse diye. Sevmemiş bakışlarını, aralarındaki kaş göz işaretini. Teşekkür bile etmeden kaçmış oradan. Kaçmış ama, küçük tüpten gelen kokular da iştahını fena azdırmış.
Dönememiş inşaata o gece, titreye titreye, ıslak it gibi gezmiş Bornova’nın ıssız sokaklarında, sabahı etme umuduyla, hani güneş çıkar da belki kemiklerim ısınır diye. Gece 10, gece 11, gece yarısı... geçmek bitmemiş Allah’ın belası gece, morarmış elleri yırtık yeşil pantolonun cebinde, başı omuzlarına gömük, kulakları ayazdan artık hissiz...
Sadece açlık, açlık ve soğuk, soğuk ve üç günlük açlık...
Gece bir, bir buçuk, marketin ışıklarını görmüş, yanaşmış. Dilense, şimdi bir laf ederler, koyar adama, başım belaya girer... Önünden bir geçmiş, iki geçmiş. Bakmış bakkal kasada tek başına. Müşteri gibi girmiş içeri, başı önünde.
O canının çektiğinden, o mavi tüpte pişerken burnunda tüttüğünden iki tane kapıp, Allah ne verdiyse koşmaya başlamış.
Hem koyup, hem ağlıyormuş Hüseyin. Hem ağlayıp hem koşuyormuş.
Talihsiz adamı Gobi Çölü’nde kutup ayısı kovalar ya, Çamdibi Karakolu’na bağlı ekiplerin, tam da Abdi İpekçi Caddesi’nden, tam da Bereket Market’in önünden geçeceği tutmuş gecenin ikisinde, bahtına garip Hüseyin’imin. Peşine düşmüşler bağıra çağıra, düdükler, tutlar, vurlar... Koskoca bir devletin polisi.
İyice paniğe kapılmış Hüseyin. “Suç unsuru çalıntı malı” bir köşeye atmayı bile getirememiş aklına. Kuduz köpek gibi kıstırmışlar bir binanın girişinde, üstüne atlamışlar, yere yatırmışlar, itip kakmışlar Hüseyin’i.
- Utanmıyor musun ulan hırsızlık yapmaya, eşek kadar gibi adamsın, efendi gibi bir işte çalışıp ekmeğini kazansana lan!
Memur haklı. Çalışsana ulan Hüseyin, adam gibi bir işe girip...
Ekip otosunda başlamış ağlamaya. Karakolda sürdürmüş ağlamasını. Hâkimin karşısında ağlamış. Hâkim ne yapsın, ipsiz sapsızın biri, ne evi barkı belli, ne izi adresi... Polisler bile şaşırmışlar, “Biz otomobil hırsızlarını, evleri soyanları yakalıyoruz, mahkeme tutuklamıyor, serbest bırakıyor. Bu hırsızı niye tutukladılar, anlamadık” demişler.
Kimbilir, belki de bir sıcak çorba içer, diye düşünmüştür hâkim!
19 yaşındaki Hüseyin Kıprız, hırsızlık suçundan davası görülmek üzene Buca Kapalı Cezaevi’ne konulmuş.
Hâla salya sümük ağlıyormuş koğuşa girerken, “Çok açtım ondan çaldım. Çalmak için çalsaydım, sadece iki kangal mı alırdım?” demiş, dinletememiş.
Eee, Hüseyin’im iki kangal sucuk çalmadan düşünecektin bunları.
Yatarsın eşek gibi altı ay, bir yıl. Hırsız diye yazarlar siciline. Artık arasan da zor bulursun “adam gibi bir iş.” Allah’ın sabıkalı hırsızına bu kapıda iş yok...
Alt tarafı üç gündür açtı karnın.
Şunun şurasında yılbaşına beş gün kalmış.
Sıkıverseydin be kendini Hüseyin’im.
Biraz daha kestaneli hindi almaz mıydın?
Valla ? Ölümü ye bak...