Güncelleme Tarihi:
“Yeni bir şey söylemeyeceğimin, kitabın daha en başından bilinmesini istedim” diyorsunuz.
- Evet çünkü aşk hakkında söylenebilecek her şey zaten çoktan söylenmiştir. Bunu hepimiz biliriz ama yine de aşkı konuşmak, hatta tanımlamak isteriz. ışte tam da bu yüzden, kitap aşkın anlatmak, susmak, saklamak ya da yazmakla ilişkilerini ele alarak başlıyor. Sonrasındaysa bu ilişkiler birbirini açarak, adeta kendiliğinden çoğalıyor. Aşkın tetikleyicilerinden yaratıcılarına; eşiklerinden çıkmazlarına; sevinçlerinden kederlerine; delice bekleyişlerden kendi yıkımına doğru koşmalara; meydan okumalardan dünyaya küsmelere; hatta yemeklerden şaraplara ve şehirlerden ülkelere; kısaca bütün sonlardan bütün başlangıçlara doğru satır satır yükseliyor kitabın nabzı... “Senin Adın Bile Geçmedi”yi okuyanların çoğu “Bir solukta bitirdim ama başa dönüp tekrar okuma isteğine kapıldım” diyerek hem kitabın ritmi hakkında yanılmadığımı gösterdi hem de çok mutlu etti beni...
AŞKTAN KONUŞMANIN BÜYÜK RİSKLERİ VAR
Aşkı kağıda dökmenin ağır yükünden nasıl kurtuldunuz?
- Bir kere, kendinize karşı alabildiğine eleştirel olmanız ve çok çetin, neredeyse kanlı bir masa başı çalışmasına dayanabilmeniz gerekiyor. Hatta öyle anlar geliyor ki, kitapta da geçtiği gibi, insan nasıl olup da hayatta en başarısız olduğu konu hakkında yazıp söyleme cesaretini kendinde bulduğuna kendisi bile şaşırabiliyor! Kitabın ilk 10 bin adedi bir haftada tükenince ikinci baskıda bu tür kaygılarım bir parça azaldı. Korkularım sevinçlere dönüştü. Aşktan konuşmanın kişisel ya da ruhsal riskleri de var tabii. Kitaptan alıntılayarak söylersem; belleğin o kilitli aşk odasına girmek, seni en iyi gösteren, bütün kusurlarını örten şu zavallı elbiseni çıkarıp paramparça etmeye benziyor. Yani çifte ihanetlerdeki gibi, çifte risk söz konusu aşkı yazarken. Hangisi daha acıtıcı sizce? Ya da hangisi daha iyileştirici? ınsan karar veremiyor...
O halde, bu kitap aşka ilişkin iç hesaplaşmalarınızın bir tür dışavurumu sayılabilir mi?
- Anlatıcı ben olduğum için ister istemez böyle bir çağrışım yaratmış olabilir sizde. Ama kitap sadece benim kişisel hikâyemden değil, proje yönetmeni arkadaşım Tolga Meriç’in ve tanıdığımız daha pek çok kişinin yaşamlarından da izler ya da sonuçlar taşıyor. Tabii okurla bütünleşebilmek için kişisellikten sıyrılmış ve çoğullaşmış bir biçimde yer alıyor bu hikâyeler. Yoksa kimse kimsenin aşklarını ya da aşka bakışını uzun uzadıya dinlemez bana kalırsa... Siz aşktan söz ederken ya da kendi aşkınızı anlatırken soru soranlar, aslında kendi aşklarını sorup anlatmaya başlarlar ki, işin zevki de buradadır biraz. Kitapta tam da bu yüzden şöyle bir cümle geçiyor: “Hep birlikte başlatacağımız bir operasyona benziyor aşktan konuşmak.”
“Zamanında anlata anlata aşık olmuş” bir kadından söz ediyorsunuz kitapta. “Anlatıp aşık olan, aşklar yaşayıp anlatan” o kadının artık âşık olamadığını çünkü insanları okuma biçiminin değiştiğini anlatıyorsunuz. Sizin insanları okuma biçiminizde zamanla neler değişti diye sorsam?
- Herhangi birini sevebilmek, kişisel beceriyle çok ilişkili. ınsanları okuma biçimini de bu beceri belirliyor biraz. şöyle ki, önceleri, bana anlatılanları duymak istediğim gibi duyar, kafamı kurcalayan boşlukları iyi niyetlerle doldurur, kendime inanması kolay ve sevmesi zevkli bir hikaye oluştururdum. Ama günün birinde geri dönüp baktım ve bu okuma biçimimin aslında yanlış olduğu sonucuna vardım. Sanıyorum şimdi kendime karşı daha sert, çevremde olup bitenler karşısındaysa daha objektifim. Bana anlatılanları duymak istediğim biçimde değil; hiç çarpıtmadan, en yalın haliyle, en saklı fısıltısına dek duymaya çalışıyorum artık.
Aşkımızı çevremizle birlikte mi yaşıyoruz ki, o kadar çok anlatma ihtiyacı hissedelim?
- Sizce? Öyle görünse bile, iki kişilik bir hikâye değildir ki aşk. Uzun sürmüş evliliklerin bitişinin ardından gelenleri bir düşünün. Bir evi, geçen yılları... Aşk nasıl hep ondan konuşmaksa, ayrılık da hep ondan konuşmak değil midir aslında? Ya da ondan susmak...
Aşkın kişinin kendi kendini ikna etme süreci olduğuna değindikten sonra, “Birini sevmeye beni benden daha iyi hiç kimse ikna edemez” diyorsunuz.
- Her birimiz kişisel hikâyemize dönüp baktığımızda kendimizi ne çok kez nelere ikna ettiğimizi, kendi hikâyelerimizi nasıl da allayıp pulladığımızı ve sonunda kapıyı çalan hayal kırıklıklarının tesellisini nasıl da kendi içimizden bulup çıkardığımızı görüyoruz.
CİNSELLİK AŞKIN OLMAZSA OLMAZI DEĞİLDİR
Aşkın olmazsa olmazı cinsellik mi?
- Çok önemli olduğu kesin ama hayır; olmazsa olmazı değil. Cinselliğin kıyısından bile geçmeyen çok büyük aşklar var. Yazdılar, okuduk bunları. Sözgelimi eşcinsel bir erkekle heteroseksüel bir kadın arasındaki aşk. Bir de, cinselliğin önemini kabul etmekle onu yaşamak arasında aşılmaz uçurumlar olabilir. Çünkü yine biliyoruz ki, çoğu insan kendi ömrünü aşan bir uzunlukta, sanki binlerce yıldır çok ama çok başarısız, çok çok acıklı bir cinselliği sürdürüp gittiği hissine kapılmış olarak yaşıyor.
SONUNA KADAR ÜZÜLMEKTEN YANAYIM
Aşkın yasını kahkahalarla yaşamaktan söz ediyorsunuz kitapta... Garip değil mi sizce bu?
- Garip değilse de, zor. Çünkü adı üzerinde, “yas” bu! Derin bir suskunluk ve saklanmayı getiriyor beraberinde. Ama ben sonuna kadar üzülmekten yanayım. Aksi takdirde, bitirmek aldatıcı bir kılığa bürünebiliyor. Bitmediğini anladığınızdaysa iş işten geçmiş oluyor ve ardından başladıklarınıza sadece yazık ettiğinizi görüyorsunuz.