Güncelleme Tarihi:
Hindistan’ı ilk kez Nepal’e giderken görmüştüm. Gördüm demek doğru olmaz, dokunmuştum sadece. Yeni Delhi’de bir gün kalmış, kalabalıklar karşısında dehşete düşmüş, yol ortasında oturan kutsal ineklere şaşırmış, diz boyu pislik karşısında donup kalmıştım. Koca kenti bir günde nasıl gezebilirdim ki! Onun için aklımda sadece gürültülü kalabalık caddeler, çöplerin her tarafta olduğu arka sokaklar, dost bakışlı insanlar, özgür inekler ve damağımı baharat dükkanına çeviren yemekler kalmıştı. Yeni Delhi’de Hindistan’a sadece dokunabilmiştim ama aklım orada kalmıştı.
GÖRDÜĞÜM GERÇEK Mİ
Geçen hafta yine Hindistan’a gittim. Sürem yine kısıtlıydı. Dört günde üç kenti gezecek, Hindistan’ı biraz daha tanımaya çalışacaktım. Milyarı aşkın nüfusu, kıta kadar büyüklüğü, onlarca dili, yüzlerce tanrısı, binlerce değişik inanışı, geleneği, alışkanlığı olan bu dev ülkeyi tanıyabilmek için günlerin, ayların, hatta yılların yetmeyeceğini biliyordum. Onun için, “dört günde ne görürsem kârdır” dedim ve bu gezi için tüm duyularımdan yardım istedim.
İstanbul’dan 6,5 saat süren rahat bir yolculuktan sonra Yeni Delhi’ye vardığımda karanlık basmıştı. Agra’ya giden otobüse bindiğimde saatimi 3,5 saat ileri alıp, Hindistan zamanının içine daldım. Otobüs, kalabalık bir caddede ilerlemeye çalışıyordu. Tuktuk denen üç tekerlekli taksiler, pencereleri demirli eski otobüsler, motosikletler, bisikletler ve yayalar… Herkes bu cadde üstündeydi, yer gök korna sesiyle inliyor, trafik adım adım ilerliyordu. Başımı percereye dayayıp bu kaosu izlemeye başladım.
Pencereden görünenler gerçek değildi sanki. Kaldırımda çoluk çocuk bir aile, kağıtlara oturmuş yemek yiyordu. Bir başkası, battaniyeye sarılmış uyuyordu. Bir kadın tencerelerini yıkıyor, diğeri çocuğunu emziriyordu. Tüm bu görüntüler, ana caddenin kıyısındaki kaldırımda gerçekleşiyordu ve hepsi gerçeküstüydü.
YAĞMURU DURDURAN TANRIYA ŞÜKRAN
Otobüs üç saat sonra Agra’ya vardı ve yağmur başladı. Musonu andırıyordu.Camları kaplayan buğu, sokak görüntülerini örttü. Bir süre sonra otobüs, büyük, demir bir kapının önünde durdu. Kapılar açıldı, silahlı korumalar yol verdi ve otobüs beş yıldızlı otelin bahçesine girdi. Resepsiyonda pala bıyıklı kapıcılar “hoşgeldiniz” dedi, dış alemle hiç benzeşmeyen bir dünyaya davet etti.
Kuş tüyü yastıklara gömüldüğümde yağmur hâlâ tüm şiddetiyle yağıyordu. Uykunun kollarına atılırken, bir masala uyanacağımı biliyordum.
Uyandığımda, yağmur kesilmemişti. İçime bir sıkıntı düştü. Bunca yolu, “zamanın yanağındaki bir göz damlasına” benzeyen Tac Mahal’i görmeye gelmiştim. Onu, bir şemsiyenin altına sığınıp, bütün görüntüleri örten yağmur perdesinin ardından seyretmek istemiyordum.
Agra’nın tanrısının, yüzlercesinin arasından hangisi olduğunu bilmiyordum ama iyi yürekli olduğu kesindi. Çünkü, Tac Mahal’e gitmek için otobüse binerken bir mucize oldu ve yağmur birden kesildi. Bulutlar aralandı, güneş yüzünü gösterdi, ıslak bir sıcak tüm Agra’yı sarmaladı.
Agra’ya, “Aşkın Başkenti” diyorlardı. Çünkü bu kent, masal yazarlarının bile aklına gelmeyecek bir aşk öyküsüne ev sahipliği yapmıştı. Hint-Türk İmparatorluğu’nun görkemli başkenti olmuştu. İngiltere tacındaki en kıymetli mücevherlerden biri olan “Kohi Nur”un bu kentten gönderildiği söyleniyordu. Böylesine parlak bir geçmişi olan Agra’yı daha iyi görebilmek için, otobüsün penceresindeki buğuyu iyice temizledim.
4 KM’LİK YÜRÜYÜŞ
Otelin kapısından çıkar çıkmaz otobüs gürültülü bir trafiğe daldı. İlerlemeyen bir trafikti. Kaldırımdaki sokak satıcılarının etrafında kalabalıklar birikmiş, bir şeyler yiyorlardı. Pencereler, balkonlar demir parmaklıklarla çevrilmişti. Damlarda, yıkanmaktan yıpranmış giysiler uçuşuyordu. Maymunlar, köpekler, arkalarında yavrularıyla dolaşan siyah domuzlar ve inekler, çöplerin arasından yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Bir adam onca kalabalığa aldırmadan, duvara karşı işiyordu. Çocuklar, çıplak ve zayıftı.
Geçmişin görkemi Agra’dan çekip gitmiş, yerine koyu bir yoksulluk oturmuştu. Otobüs bir park yerinde durdu. Rehber, egzoz gazlarının Tac Mahal’in mermerlerini yıprattığını, araçların mabede 4 kilometreden fazla yaklaşmasının yasak olduğunu söyledi. Yani, bundan sonrasını yürüyecektim. Yağmuru durduran tanrıya bir kez daha teşekkür ettim.
Otobüsten inince turistik eşya satan çocuklar etrafımı sardı. Kiminde Tac Mahal magneti, kiminde küçük satranç takımı, kiminde teneke kolyeler ve yüzükler, kiminde rengarenk boncuklar, kartpostallar. İlk söyledikleri rakamı her adımda biraz daha aşağıya çekiyorlardı. Hangi dilden “hayır” derseniz deyin onlardan kurtulmak olanaksızdı.
Bir dükkanının önünde, çöp tenekesini karıştıran inekle hatıra fotoğrafı çektirdim. Peşimden koşturan sıska köpekleri kovaladım. Satıcılardan fırsat buldukça sokakları görüntülemeye çalıştım. İstemesem de her karede başka bir yoksulluğun fotoğrafını çekiyordum.
DUVARDAKİ SERVET
Yolun sonunda, uzunca bir kuyruğa katıldım. Dünyanın dört yanından insan vardı hepsi de birbirine, ileride kubbesi ve minareleri görünen Tac Mahal’in hikayesini anlatıyordu. Kelimeler ayrı ayrıydı ama Şah Cihan ile Mümtaz Mahal isimlerinin telaffuzu her dilde aynıydı. Kapıya yaklaşınca kadın ve erkekler ayrı sıraya girdi. Bir kaç aşamalı sıkı aramadan sonra dünyada aşk için dikilmiş en büyük anıtın geniş bahçesine girdik. Duvar üstünde koşturan, birbirinden yiyecek çalmaya çalışan maymunlara takılıp kaldığım için sıranın bana geldiğini anlayamadım, silahlı askerin itelemesiyle kendimi bahçede, kalabalıkların arasında buldum.
Kızıl renkli bir binanın kapısından geçince, Tac Mahal tüm güzelliği ile karşıma çıktı. Mavi damarlı, parlak, beyaz mermerlerle yapılmış bir aşk şiirini andırıyordu sanki. Önce tüm fotoğrafçılar gibi, mabedi ortalayıp, suya düşen görüntüsüyle birlikte fotoğrafladım. Sonra, o simetrinin önünde poz verdim. İçeri girip, içinde ölülerin olmadığını bildiğim mezarları seyrettim. Duvarlara gömülmüş binlerce akik, sedef, firuze, zümrüt, yakut ve pırlantayı görebilmek dört bir yana bakınıp durdum.
Sonra mabedin bir köşesine oturdum, önünden geçen Yamuna Nehri’nin bulanık sularına bakıp, burada sonlanan büyük aşk hikayesine dalıp gittim.
Bir günde tabii ki Agra kentini yeterince göremedim. Ama bir zamanlar aşkın başkenti diye bilinen Agra’da, aşkın yerini, kara bir yoksulluğa bıraktığını gördüm.
Ve aşkın mabedi
Önce aşkın kahramanlarını tanıyalım: Türk- Hint İmparatoru Cihan Şah ve Ercüment Banu Begüm (Mümtaz Mahal). Güzeller güzeli huri, Karakoyunlu Türkmenlerinden İranlı Vezir Asaf Han’ın kızı.
Cihan Şah, 16 yaşındaki Mümtaz Mahal’e görür görmez aşık olur. Ama aşkına kavuşmak için beklemek zorunda kalır. Çünkü astrologlar, gökyüzü haritasına bakıp, en uygun zamanın 5 yıl sonra gerçekleşeceğini söylerler.
İki aşık, evlendikten sonra birbirlerinden hiç ayrılmaz. Savaşa bile birlikte giderler. Mümtaz Mahal, her yıl bir çocuk doğurur. Ta ki 14’üncü çocuğu doğurmak üzereyken, kocasıyla çıktığı seferde, 38 yaşında ölene kadar.
Cihan Şah çılgına döner. Renkli elbiselerini çıkartıp, beyaz örtülere bürünür. Kendisini odasına hapseder. 10 gün hiç bir şey yemez, içmez. Odadan çıktığında tüm saçlarının bembeyaz kesildiği görülür.
Şah etrafındakilere, Mümtaz Mahal için mermerlerden bir aşk şiiri yazmak istediğini söyler. Hemen Mimar Sinan’ın talebeleri Mehmet İsa ve Mehmet İsmail Efendiler Agra’ya davet edilir. İnşaat için malzemeler binlerce fille Arabistan, Mısır, Tibet ve Hindistan’dan getirilir. İnşaat 20 yıl sürer. Ünlü hattat Serdar Efendi’nin mermere işlediği Yasin Suresi, mabedin kapısının çevresine yerleştirilir.
Sonunda “aşk için dikilmiş en büyük anıt” güzelliğini sulara yansıtır.
Biricik sevgilisini Tac Mahal’deki mezarına gömen Cihan Şah, kendisi için de Yamuna Nehri’nin karşı yakasına, Tac Mahal’in tam karşısına siyah mermerlerden bir mabet yaptırmak ister ama büyük oğlu buna izin vermez. Onu tahttan indirip, Agra Kalesi’ne hapseder...