Başka insanlar için çok önemli olabilecek bir sürü şey, onun için değersiz. Bazen söylediği bir cümle önünüzü, ufkunuzu, yolunuzu açıyor, içinizi ferahlatıyor; bazense kafanızı karıştırıyor, hayatınızı karartıyor, neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Engin Geçtan'ın pek çok kitabı var (İnsan Olmak, Varoluş ve Psikiyatri, Dersaadet'te Dans, Kırmızı Kitap, Kızarmış Palamut'un Kokusu vs.) ama ortalıkta, ‘‘o kanal senin bu kanal benim’’ dolaşanlardan değil. Etrafında görünmez bir duvar var sanki. Ulaşmak çok zor. Bir kere ulaştığınızda da sizi etkilediği kesin. ‘‘Hayat’’ onun son kitabı. Kitaptan yola çıkarak konuştuk. Derya gibi bir adam. Bu röportajı yaptığım için ben çok sevindim, bakalım siz okuyunca ne düşüneceksiniz?
İnsanın kendine yeni bir hayat ısmarlaması neden mümkün değil? Bir dolu şarkı var bize ümit veren, sanki bu olabilirmiş hissini geçiren...
- ‘‘Hayat’’ kitabını yazarken bir tanesini ben de duydum. Yanılmıyorsam Sertab Erener'in. ‘‘Yeni bir ben’’den söz ediyor. Ben kendimi kabul etmiyorsam, ‘‘yeni bir ben’’ ısmarlamak durumundayım, değil mi? Kendi tarihini kabul edememiş insanlar ve toplumlar var. Türkiye de onlardan biri. Böyle bir kopukluğumuz var...
Peki ‘‘aynı ben’’le yeni bir hayat ısmarlamak?
- Tanıdınız mı bunu başarabilen birini, ben tanımadım da! Hayatı projeler olarak yaşayan insanlar var. Tabii ki planlar, projeler yapacağız. Ama biz o giden yolu denetleyemeyebiliriz, sapabilir bir yerde. Kendini de proje olarak yaşayanlar var...
Bana da soruyorlar bunu, sen bir proje misin diyorlar. Ben de bir proje olamayacak kadar abuk sabuk şeyler yapıp her şeyi mahvedebilme yeteneğine sahip olduğumu söylüyorum.
- İsabet ediyorsunuz! İnsanın an be an kendi içinden gelen sese uyabilmesi önemli. Ben sizden ayrıldıktan sonra kim olacağımı, ne yaşayacağımı bilmiyorum. Projelerde geleceği ipotekleme eğilimi var. Yani geleceği denetim almak adına şimdiki zamanın içine etmek!
Bazen dışarıdaki ses o kadar fazla oluyor ki, o gürültüde insan kendi iç sesini duyamaz hale geliyor...
- Dalay Lama diyor ki, günde bir süre yalnız kalın. Ama öyle bir durumdayız ki, bir kesimin yaşayış şekli şu: ‘Annem nerede?’ Bebeklikten çocukluğa geçildiği dönemde, çocuk, ilk bağımsız denemelerini yaparken, bir taraftan da annesinden uzakta olmasına rağmen onun evin neresinde olduğunu sürekli denetler. Şimdi bu durumu hatırlatırcasına cep telefonu devreye giriyor. ‘‘Yerinde mi telefonları’’ diyorum ben ona. ‘‘Security check’’ yani. Sevgilisinin, eşinin dostunun nerede olduğu bilmek istiyor. Kendini öyle güvende hissediyor. İyi ama ben sürekli sizin nerede olduğunuzu biliyorsam, siz de benim nerede olduğumu biliyorsanız, hababam telefonda anlamsız konuşmalar yapıyorsak, bir araya geldiğimizde birbirimize anlatacak hikayemiz olmuyor! Bunda aynı zamanda insanların o anda kendileriyle ne yapacaklarını bilememelerinin de payı olabilir. Bir hikayesizliktir gidiyor. Bazen bana ‘‘Siz dünyayı nasıl böyle olduğu gibi kabul edebiliyorsunuz?’’ diyorlar, ‘‘Cepten yiyorum’’ diyorum. Kendi kuşağıma bakınca şunu görüyorum: Bizim hayatlarımız kendiliğinden akmış gibi. Telaşsız bir biçimde. Halbuki şimdi bazı genç insanlarınki ya akmıyor ya da dişli çark gibi duruyor. Bir dinozor olduğum için de böyle görüyor olabilirim tabii! Ama hayatı kendimize ısmarlamak için debelenmediğimizde hayat bize gelir...
Aşk da öyle midir? Çağırmayınca mı gelir?
- Zaten çağırsanız ya kimse gelmez ya da yanlış kişi gelir!
Hız, çağımızın uyuşturucusu
Hız, günümüzde bir uyuşturucu mu?
- Bence öyle. ‘‘
Trafik ışığı kırmızıya dönmeden geçelim’’ ‘‘Asansör gelmiyor mu, hemen merdivenlere yönelelim...’’ Hiç bir şeye yetişemeyecekmişçesine koşturuyoruz. Ben artık öyle yaşamıyorum.
Bunu nasıl becerdiniz?
- Proje out ‘‘o an’’ in! Kendi zamanını yaşamak diye bir şey var. Seneler önce Ankara'dan Londra'ya gitmek üzere İstanbul'a geldim. Devam edecektim. Bir anda vazgeçtim. Ve harika bir yaz geçirdim. Hızın olduğu yerde kendi sesimizi duyabilmemiz mümkün değil...
‘‘Çok işim var, çok meşgulüm’’ diyerek biz kendimizden mi kaçıyoruz?
- Bunu çok insan kabul etmeyecektir. ‘‘Şartlar öyle’’ diyecektir. Ama bana kalırsa öyle. Bir de tabii hız bekleyen, hız isteyen üst sistemler var. Ama bunlara kurban olmadan da yaşamak mümkün...
Hızlı yaşayarak biz neyi uyuşturmaya çalışıyoruz?
- Ölüm içgüdüsüyle ilgili bir şey aynı zamanda. Bir an önce bitirmek. Yani Freud'un ölüm içgüdüsünü tanımlarken ifade ettiği ‘‘Hayatın amacı ölüme ulaşmaktır’’ ilkesi var en derinlerde. İnsanlar, ‘‘ucu açık süreçler’’e tahammül edemez oldular artık. Çünkü o bilinmeyeni de beraberinde getiriyor. Oysa biz garanti belgeli hayatlar istiyoruz.
Pazar günleri ne yapacağımızı bilmediğimiz için mi bu kadar hızlı yaşıyoruz? Bu kadar hızlı yaşadığımız için mi Pazar günleri ne yapacağımızı bilmiyoruz?
- Belki de zamanımızı doldururcasına yaşadığımız için böyle. Yapmak ve olmak meselesi. Haftanın 6 gününü ‘‘yapmak’’la geçirmişsek, Pazar günü de yapmak zorunda hissediyoruz kendimizi. O günü yine yaparak dolduranlar da var, ama birden kendini boşlukta hissedip ne yapacağını bilmeyip bu duruma tahammül edemeyenler de...
MASKELİ DEPRESYON YAŞIYORUZ ‘‘Depresyon’’, çağın özellikleriyle birlikte şekil mi değiştirdi? Önce maskesizdi de, sonra mı maskeli oldu? Yani yaşadığımız dönemle mi ilgili?
- Bence öyle. Maskeli depresyonun giderek arttığına inanıyorum.
Farkında olmadan da maskeli depresyon yaşıyor olabilir miyiz?
- Elbette.
İyi de farkına varmadığımız bir şeyin içinden nasıl çıkacağız?
- Fark edemiyorsak, zaten bizim için içinden çıkılması gereken bir durum da yok!
Belirtileri var mıdır bunun?
- Saymakla bitmez! İşler yolundaymış gibi yaşayanlar. Yani mış gibi yapanlar. Evinde yalnız kalamayanlar, sürekli çalışanlar, durmaksızın koşturanlar, uyuşturucusu ‘‘hız’’ olanlar. İçimizdeki boşluk sözünü ettiğim. Bir şeylerle sürekli doldurmaya çalışıyoruz. Victor Frankl bu olguyu ‘‘nojenik nevroz’’ olarak adlandırmıştı. Varoluş ve Psikiyatri kitabımda ben ancak üç sayfada anlatabildim. Sonra bir gün
Balık Pazarı'na alışverişe gittiğimde bir duvar yazısı gördüm. Yazdıklarımı bir cümlede bu kadar iyi anlatacak başka bir laf yoktu, şaşırdım. Şöyle yazıyordu: ‘‘Hayat boştur, ama içine sıçınca dolar!’’
SEN KOLAY BİR HAYAT YAŞADIN Kitabınızda şöyle bir diyalog var: Biri size ‘‘Beni anlayabilmen zor’’ diyor, ‘‘Sen kolay bir hayat yaşadın.’’ Siz de ‘‘Haklısın. Ama benim senin gibi bir tarihim olmayacak!’’ diyorsunuz. İnişli çıkışlı bir hayatım olmadı diye üzülüyor musunuz?
- Söz konusu kişi benden büyük biri. Farklı bir kuşak. Onlar bir imparatorluğun çöküşüne, savaşlara tanık oldular. Görkemler, düşüşler, yeniden belirişler yaşadılar. Bir geçiş dönemi yani. Hiç kuşku yok ki, benim yaşadığım hayata göre çok daha renkli.
Peki bizim kuşak ne yapsın? Bırakın sizden bir önceki kuşağı, sizinkine göre bile çok kolay bir hayatımız oldu...
- Kolay ve kendiliğinden akan bir hayatla, ucuza çıkarılmaya çalışılan hayatlar arasında fark var. Buna dikkat etmek gerekiyor. Çünkü o zaman insan çok ağır bedeller ödeyebiliyor.
VE SONRA YATTIK Neden sonunda her şey ama her şey ‘‘yatmak’’ fiilinde noktalanıyor?
- Cinsel ilişkilerde insanlar duygusal ilişkilerde olduğundan çok daha az zedeleniyorlar da ondan! Yani duygusal ilişkide zedelenmemek için belden aşağı kısa devre...
Ne demek ‘‘belden aşağı kısa devre’’?
- Yüreğiyle yaşamak zor geldiği için orayla halletmeyi tercih etmek!
Peki ‘‘yatınca’’ ne oluyor? Kiminle pazarlık ediyoruz, hangi vezneye neyin bedelini ödüyoruz?
- Cinselliğe herkes farklı anlamlar atfediyor. Biri, boşalım aracı olarak kullanıyor. Bir diğeri, genellikle erkekler, çıktığı yere girip rahatlıyor. Herkes farklı yaşıyor. Ama şöyle bir gerçek var: Eskiden terapide insanlar cinsel ilişkiden söz ederken yaşadıkları duyguları da anlatırlardı. Şimdi ‘‘Sonra n'oldu?’’ diyorum. ‘‘Yattık’’ deyip başka bir konuya geçiyorlar. Bunun adı kompulsif cinsellik. ‘‘Compulsive shopping’’ gibi bir şey. Yatmak zorunda olmak, kendini öyle hissetmek. Hikayesi olmayan cinsellikler...
Hayat işte bu ÇIPLAK VE MASKESİZ
Ocak ayında Hindistan'daydım. Üzerinde peştamaldan başka hiçbir şeyi olmayan insanlar gördüm. Ganj Nehri'nde yıkanıyorlardı. Büyülendim. Mülkiyetsizliğin özgürlüğüydü gördüğüm. İmrendim. Onların hafifliği hoşuma gitti. Orada pek çok kez kendime ‘‘Hayat işte bu’’ dedim ‘‘Çıplak ve maskesiz’’... Onlar günlük pişirip yiyor, fazlasını ihtiyacı olana veriyor. Bizde ise bunun yerine ‘‘depolama’’ alıyor: ‘Yeni bir araba almalıyım, şöyle bir evde oturmalıyım, şu işi de yapmalıyım.’ Bütün bu şartlanmaların sorumlusu Batı uygarlığı. Bu ‘‘uygarlık’’ tabirini de kendileri kullanıp, bize empoze ettiler. Yakın zamana kadar inandık biz de.
KENDİNİ İYİ HİSSEDECEKSE NEDEN KURŞUN DÖKTÜRMESİN
Amerika'da yetişmiş bir hanımefendi odamdan içeri girdi ve ‘‘Kendimi acayip iyi hissediyorum’’ dedi. Sordum: ‘‘Kurşun mu döktürdün?’’ Çok şaşırdı. ‘‘Nereden anladınız? Yoksa yadırgıyor musunuz böyle şeyleri?’’ Tabii ki yadırgamıyorum. Herkes kendine ne iyi geliyorsa onu yapar. Kendini iyi hissedecekse niye kurşun döktürmesin?
Mışçasına ilişkiler kuruluyor
İnsanlar bir şeyi birlikte yapmış olmaktan ötürü zevk alırlardı. Yapılan şeyden çok, birlikte yapmış olmak önemliydi. Artık o yok. Bitti. Bugün yapmak birlikte olmaktan daha önemli. Ve insanlar gitgide kendi içlerine kilitleniyorlar. Haliyle ‘‘mışçasına ilişkiler’’ kuruluyor...