Yıllardır birçok dizi ve filmlerde rol alsa da ben onu; izlerken kahkahalarla güldüğüm tek kişilik oyunlarıyla tanıdım. Önce ‘Mağara Adamı’ydı sonra ‘Babamın Oğlu’ oldu. Her iki oyunundan da ellerim yanaklarımda, kahkahalardan karnıma ağrılar girerek çıktım. Oyunlarında kadın – erkek ilişkilerini çok iyi irdelediği için ‘Kadın – erkek ilişkilerinin ‘Kul’u Alper diyorum ben ona. Sadece izlediğim oyunlarında değil, bu röportajda da bol kahkaha vardı. Gerek röportajda gerek fotoğraf çekimlerimizde de… Alper buuuu, muziplik yapmadan durur muuuuu :) Sizler de bu röportajı okumadan geçmeyin olur mu? :)
Sizi geçen yıl Babamın Oğlu’ adlı oyununuzda izlerken, bu konseptte bir film bekliyordum açıkçası. Yönetmeniniz Adem Kılıç da bunu düşünmüş olmalı ki, ‘Sümela’nın Şifresi’ filmindeki ‘Temel’ rolü için sizi düşünmüş. Nasıl geldi bu rol size?
‘Babamın Oğlu’ oyununu oynarken, filmin yönetmeni ve aynı zamanda yapımcımız Adem Kılıç, izlediği oyunumda, yaşadıklarını anlattığım babamın hikaye konseptinde benim ‘Sümela’nın Şifresi’ filmindeki Temel rolüne uygun görmüş. Konuştuk ve…
Temel; özgüvenli, kompleksi olmayan, kafası biraz farklı işleyen, çalışkan biri. Baktığınızda Laz fıkralarındaki Temel gibi ama ondan ayıran en önemli farkın – farkların neler olduğunu düşünüyorsunuz canlandırdığınız karakterin?
Fıkralardan bildiğimiz Temel’le bu Temel, aslında aynı adam. Biz onun iç dünyasını, hayata bakış açısını derinlemesine irdeledik. Bizim filmde çektiğimiz Temel karakteri zaten fıkralarda bahsedilen Temel karakteri değil. Çünkü fıkralardaki Temel’in bir şeceresi yok, anne babası kimdir ne yapar ne eder, bu bir figür. Bu figüre de çok uygun bir Temel karakteri var filmde. Ortak benzer yanları da var. Ama biz burada etten kemikten hikayesini, geçmişini, ailesini, yaşadığı Habitat'ı, ne yer ne içeri belirliyoruz. Nerede yaşıyor, nerede okumuş, aşık olduğu kızı her şeyi görüyoruz. Senaryo yazarımız Yılmaz Okumuş, detaylı bir özgeçmiş yazmış Temel’e. O hikaye içerisinde de dramaturjik açıdan gayet ayakları yere bastığı için korkulacak bir taraf kalmıyor. Çünkü fıkralardaki Temel’den tamamen sıyrılmış oluyor. Hayatını fena irdeledik valla, o bizden korksun.
Filmde; Altan Erkekli, Salih Kalyon, Tarık Ünlüoğlu gibi usta isimlerle çalışmanızın oyunculuğunuza kattıkları…
Öğreniyorum onlardan, sürekli öğreniyorum. Engin Şenkan da bunlardan bir tanesi. Engin Şenkan, Altan Erkekli, Salih Kalyon, Tarık Ünlüoğlu gibi isimler Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi oyuncular. Bizim jenerasyona aktardıkları… E, ben de oyuncuyum. Ve doğal olarak, onları gördüğüm yerde, onlardan öğrenmem gerekenleri öğrenmek için heves ediyorum. Çalışıyorum, algılarım açık, kaydediyorum devamlı.
Film, vizyonda 9. haftada 2 milyon izleyiciye ulaştı. Hollanda başta olmak üzere yurtdışında da ilgi gördü. Bu kadar ilgi bekliyor muydunuz?
Valla bilmiyorum ki… Bu iş olta atmak gibi bir şey… 200.000 de kalsa şaşırmazdık, 7.000.000 olsaydı da…
BAZI FİLMCİLER YAĞMUR DUASINA ÇIKIYOR!
Neden?
Bu sektörü ve durumu anlamak zor. Çünkü bir sürü iyi iş de yayından kalkabiliyor, izlenmeyebiliyor. Farklı sebeplerden… Yağmuru var, hafta sonu var. Yağmur mu yağmıyor. Bazı filmciler, köylüler gibi yağmur duasına çıkabiliyor. ‘İnşallah yağmur yağar da millet sinemaya gider’ diye. Sinema tarım gibi,
balık tutmak gibi bir şey yani.
Ve ‘Sümela’nın Şifresi 2’nin çekimlerine Haziran ayında başlayacak. Neydi bu filmde insanları sinema salonlarına çeken?
Samimi bir film, samimi karakterler… Karadeniz’in günlük hayatını anlatan, Karadenizli’nin düşünce yapısını anlatan samimi bir iş olması nedeniyle diye düşünüyorum.
Sizin Trabzonlu olmanızın, yöre insanının özelliklerini çok iyi aktarabilmeniz konusunda avantajları olmuş mudur? Yoksa Karadenizli olmasanız da fark etmez miydi?
Samimi, iyi yazılmış bir senaryo… Karakterlerin analizinin başarılı yapılmış olması… Ben de bir Karadenizli olarak, jestlerimi, mimiklerimi katarak… Bu anlamda benim için çok büyük avantajdı.
Trabzon’da, Trabzon aksanı neredeyse her iki kilometrede bir değişiyor. Nedeni nedir bunun?
Bunun sebebi coğrafya… Çünkü sürekli vadiler, dereler, tepeler var. O kadar sert coğrafyalar ki… Karşı karşıya bakan köylerin aksanları bile farklı. Çünkü birbirlerine gidip gelmiyorlar. Çünkü orda çok büyük bir nehir var. Köprü yok, yol yok. İletişimin de az olması nedeniyle…
‘Sümela’nın Şifresi’ bir Karadeniz komedisi. Çekimler sırasında komik, eğlenceli birçok anı yaşamışsınızdır. Bir tanesini paylaşır mısınız, gülmekten katıldığınız?
Çekim yaptığımız yerlerden… Trabzon’da Sülüklü Mezarlığı var. Yanında da Oto Sanayi... Orda yaşlı bir amca... Belli ki bir yakını orada… Ara ara mezarlığa bakarak küfür ediyor filan… Dediler ki ‘Amca, ölü o, ölü, seni duymaz’ Amca cevap veriyor ‘Niye duymasın? Üç Kulhuvellah bir Elham’ı duyuyor ama! (Kahkahalar…)
Son yıllarda vizyondaki komedi filmlerinin çoğunun senaryosunun da başrol oyuncusunun kaleminden çıkmış olduğunu görüyoruz. Sence bu, ne kadar avantaj, ne kadar dezavantaj?
Çok büyük bir avantaj. Yazabiliyorsa bir oyuncu, yazma yeteneği varsa, yazmaması zaten ihanet olur. Çünkü bir insanın neyi iyi oynadığını kendinden daha iyi kimse bilemez. Kendi iyi yaptığı işleri, etkilendiği - etkilenmediği, mutlu ettiği şeyleri bilip kendi yazdığı bir projeyi çekmekten daha zevkli bir şey olamaz.
81 İLİN FİLMİ ÇEKİLSİN Kİ, İNSANLAR BİRBİRİNİ ANLASIN!
Memleketiniz olan Trabzon’da çekilmesinin, başrolünü oynamanız ve yüz binlerce insanlara ulaşmanın paralelinde bu filmin sizin için önemi ve en önemli özelliği nedir?
Bu filmin bir diyalog yolu açtığını düşünüyorum. Diyalog yolunu açan her filme sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum. Trabzon’un, Samsun’un, Hakkari’nin, İzmir’in, Sivas’ın, Kayseri’nin film olması gerekiyor.
Neden?
Çünkü bu diyalogu açan bir şey. Diyalogun açılması demek kavgaların önüne geçmek demektir. ‘Dondurmam Gaymak’ filmi sayesinde Muğlalı gençlerin neler yaptığını öğrendik. Aşk Tesadüfleri Sever’ filminde Ankara’nın yaşanmışlığı, Çanakkale’de tarihimizi, bizim filmle de Karadeniz’in… Bunlar çoğalsın. Diyarbakır da olsun, Hakkari de… 81 ilin filmi çekilsin. Herkes bu filmleri izlesin. Ki, insanlar birbirini, derdini, sıkıntısını anlasın.
BİLMEDİĞİN ŞEHİRDE SİNİRLENMEK DAHA KOLAY!
Ki, insanlar birbirlerinin yaşadıklarını fark etsin.
Aynen… Başka bir ülke değil ki. Diğer şehirlerimizin sanat anlayışını bile bilmiyoruz. Gelişmiş ülkelerde bu böyle değil. Doğusundan batısına aynı müzikler çalıyor, aynı ekonomik düzeye sahipler, aynı eğitimi alıyorlar. Aynı şartlarda çalışıyorlar. Bizde şehirlerde fark ediyor çoğu şey. Bilmediğin şehirde sinirlenmek daha kolay! Her şehrin bir filmi olsa, izlesek, o şehirleri ve insanları anlasak…
Film, maddi anlamda en diplerde yaşayan biri olmasına karşın Temel’in, ilkokuldan beri platonik bir aşk yaşadığı kızla olan durumunun da anlatıldığı bir hikaye. Kızın hiçbir şeyden haberi yok ve Temel 20 yıl boyunca her gün bu aşkı içinde yaşatan… Sen platonik aşkla karşılaştığında davranışın ne olur? Gidip gerekeni söyleyip açıklar mısın yoksa kalbine gömerek…
Hayatta söyleyemem.
BENİ BEĞENEN KIZLAR ARASINDAN GİDİP EN MANTIKLI OLANI SEÇERİM!
Neden?
E, çünkü platonik aşk böyle bir şey. Temel, aşkı için her şeye karşı geliyor. Ben aşk konusunda, Temel’in yakınından geçemem. Ben makul bir adamım. Beni beğenen kızlar arasından gidip en mantıklı olanını seçerim. Temel gibi, gidip de Adriana Lima’nın peşinden koşmam. Bana karşı meyletmiş birine ancak ben…
AŞKA ARKANI ÇEVİRMEK ÇOK BÜYÜK APTALLIK OLUR!
Sen platonik aşkın için bu kadar bekler miydin demeyeceğim tabii. Ama aşk deyince…
Aşk çok keyifli bir şey. Aşk, hayatta tadabileceğin en yararlı duygu. Ona arkanı çevirmek çok büyük aptallık olur.
Aşk için neleri göze alırsın peki?
Ben aşık olursam, onun için dünyaları yakarım! Hayatta elde edebileceğin daha kıymetli hangi duygu var ki. Her yaşta aşk şart!
Sizin ‘Temel’ karakteri olarak söylediğiniz bir cümle var ‘Parası pulu olmayanın sevmeye, aşık olmaya hakkı yok mu?’ Bundan yola çıkarsak maddiyat aşkın önünde engel olabilir mi peki?
Maddiyat aşkın önünde engel değil ama aşkın nihayetlenmesinde çok büyük engel. İlk etapta aşık olursun ama aşkın nihayetlenmesinde maddiyatın tabii ki çok büyük payı var.
KENDİMDEN ÖDÜN VERMEM AMA AŞK İÇİN SEVGİ İÇİN NE GEREKİYORSA YAPARIM!
Söz konusu aşk olduğunda aşk seni bulduğunda, nelere ‘Kul’ olur Alper, aşk için?
Kendimden ödün vermem. Çünkü o beni bu halimle beğenmiştir. Ama aşk için sevgi için ne gerekiyorsa yaparım.
Siz drama türü birçok dizide rol aldınız. Şen Yuva dizisi ve şimdi de ‘Sümela’nın Şifresi’nde komedide konuşturuyorsunuz oyunculuğunuzu. Komedi size daha yakışıyor, komedide yıldızınız daha da parlıyor diye düşünüyorum. Buradan yola çıkarak güldürmek ağlatmaktan daha zor derler ya. Öyle mi sizce de?
Güldürmek ağlatmaktan daha zor! Çünkü ağlatmak için belli metotları kullanarak, metni doğru oynayabilir, doğru seslendirebiliyorsan, metin yazarının duygusunu ifade edebiliyorsundur. İyi bir metinse de ağlatıyorsun zaten. Komedideki fark şu: komedide insanları güldürmen bekleniyor ya senden. Her insanın kendine has espri anlayışı var. Ama acıla, bir yerde, ortak noktada buluşabiliyor. Mizah anlayışı, herkesin espri anlayışı gerçekten çok farklı. İnsanları güldürmen için zekanla ve düşünce yapınla o insanları etkilemen gerekiyor. O yüzden de sürekli bunu yapıyor olmak gerçekten zor bir iş.
Mesela oyuncu duygusal değilse ve kolay ağlayamıyorsa sette, nasıl ağlatırlar ki ve nasıl yapar ki işini? Soğan doğrayarak değil tabii. (Kahkahalar…)
Kolayı var. Alırsın eline bir kulak çöpü, Vıcks sürersin, sahneden önce gözüne dokundurursun. Sahneye geçince de hüngür hüngür ağlarsın. Bunu hayatta da uygulayabiliriz. Nasıl? Cebinde vicks’li kulak çöpün bulunsun. Mesela kız arkadaşınla problemin mi var, dön arkanı, sür bunu. Sonra ağla, olayı bitir. (Kahkahalar…)
İLK ROLÜMDE BİR GAY’İ CANLANDIRINCA BABAMIN HALİNİ DÜŞÜN!
Babanız, oyuncu olmanızı istemiyormuş ilk başlarda. Gay olacaksın diye çok korkmuş. Ve siz bir de ilk filminizde gay rolünü oynuyorsunuz. Bu mudur!
Ya, hiç sorma! Babam ilk başta kesinlikle oyuncu olmamı istemedi. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne gittiğimde annem, babama, ‘Eyvah! Zavallı çocuğum gidip komiklik yaparak para kazanacak. Herif, sen Alper’i ne yap et kandır, oyuncu olmasın’ demiş. Babam da beni götürüp otogarda çalışmam için… Oradan da bir şekilde oyunculuk için uğraşırken, oyunculuk tutkumu anlayınca anneme ‘Hanım bırakalım, ne yapacaksa yapsın’ demiş. Gay olacağım diye zamanında çok korktu. Tesadüfün bu kadarı, ilk rolümde de bir gay’i canlandırınca babamın halini düşün. (Kahkahalar…)
Ama babanız şimdi sizden çok gurur duyuyor oyunculuğunuzla. Peki neydi size ‘Oyuncu olmalıyım’ dedirten?
Kariyer planlaması yapmadım ama ne yapacağımı biliyordum. Ben Savaş Dinçel’ i çok beğenirdim oyuncu olarak. Babam da otobüs işletmecisiydi. Otogardaydı benim hayatım. Günün birinde Savaş Dinçel’ i izledim sahnede. Ve bu işi meslek olarak yapabilirim diye düşündüm. Benim gelmek istediğim yer çok belli; Savaş Dinçel kadar iyi bir oyuncu, saygı duyulan, söz sahibi bir oyuncu olmak hayattaki tüm hedefim ve derdim.
Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nden sonra Indiana Üniversitesi’nde Tiyatro eğitimi aldınız. Oraya gidişiniz ve orda eğitim alma süreciniz nasıl oldu? Üstelik babanız oyunculuğa bu kadar karşıyken. Ben MSM’deyken Savaş Dinçel’in öğrencisiydim. ‘Bir sene erken mezun edelim seni evlat!’ dedi. Sınavlara girdim, kazandım. Sonra bana ‘Amerika’ya git’ dedi. Ben de o ne dediyse yaptım. Bu işi çok istediğim için, ilk başlarda karşı çıkmasına rağmen babamın desteğiyle Amerika’ya gittim. Gittikten sonra burs alabildim, giderken değil. İlk etapta bahçıvanlık yaptım. Sonrasında da… Bir şeyi çok istiyorsan… Ve orda bir yıl içinde tiyatroya dahil olup çalışmalara başladım.
AMERİKA’DA BENİ AMERİKALI SANDILAR!
Amerika’da rol aldığın Moliere’in ‘The Learned Ladies’ oyununda -üstelik o oyundaki tek yabancı olarak- yaşadıkların keşke her oyuncuya nasip olsa. Bilmeyenler için anlatır mısın?
Ä°lk oyunuma çıktım. Komedi oynuyoruz. Ä°lk cümlelerimi söyledim. Seyirci gülmeye baÅŸladı. Ama nasıl, görmen lazım. Çok gülüyorlar. Dedim ki, ‘Rezil oldum’ Ne yapacağımı bilemedim. Moralim bozuldu. Hani ÅŸunu düşündüm ‘Parkeler, tahtalar ayrılsa da yok olsam… Ama çare yok. Oyunu oynadım, bitti. Çıktım tam eve gideceÄŸim, moralim bozuk. Bir baktım kapıda bir dolu insan, beni tebrik etmeye baÅŸladı. ‘Way to go’ yani ‘Tebrikler’ diyorlar. Ben de Ä°ngilizce konuÅŸtukça ÅŸaşırıyorlar. Sonradan anladık ki, oyun Fransız oyunu olduÄŸu için beni Fransız aksanıyla konuÅŸan bir Amerikalı oyuncu sanmışlar. Gerçek aksanımı görünce de ÅŸaşırmaları bundan… Bir hafta sonra yönetmen, diÄŸer oyunculara ‘İsterseniz sizler de Alper gibi aksan yapabilirsiniz’ dedi ve bu ÅŸekilde… Bir anlamda dezavantajı avantaja dönüştürmeyi baÅŸardım. Â
Türkiye’ye döndüğünüzde Şehir Tiyatroları’nda oynadınız sanırım.
Evet, Amerika’dan döndükten sonra Şehir Tiyatroları’nda Aristophanes’in ‘Barış’ oyunun seçmeleri vardı. Katıldım. Aldım. Sonra ‘Troyalı Kadınlar’ derken…
Geçtiğimiz yıl uzun bir süre yayınlanan ‘Şen Yuva’ dizisinde söylediğiniz şarkılar internete ve dillere düştü. Mesela ‘Sempatiğimsin’ Bu şarkılar nasıl ortaya çıktı?
İlk bölümde, bir şarkı yapılması gerekiyordu. ‘Ben yapayım’ dedim. ‘İyi, yap’ dediler beni çok ciddiye almadılar. Yaptım, çok tutunca da 17 tane şarkı… Geçenlerde Samsun’a gittim, canlı müzik yapan bir bara gittim. Sahneye çağırdılar ‘Sempatiğimsin’ şarkısını söylemem için. Baktım herkes eşlik ediyor. Bu inanılmaz bir şey. Eğlenmek için yaptığım bir şarkıyı…
DÄ°ZÄ°NÄ°N TUTMASI BÄ°R DERT, TUTMAMASI AYRI BÄ°R DERT!
Sinema oyuculuğu ile dizi oyunculuğu arasındaki en büyük fark…
Diziye başladığın zaman uzun soluklu olmasını temenni edersin. Ama bu temenni aslında işin kalitesini yiyerek beslenen bir virüs gibidir. Virüsler bir organizmaya yerleşirler ve çoğalmaya başlarlar. Taa ki o organizmayı tamamen bitirene kadar. O organizma ile birlikte de ölürler. Sinemada hikayesi belli olan karakterler bulunur, çalışırsın, değişimlerine karar verirsin. İyi - kötü nihayetlendirirsin. Dizinin tutması bir derttir, tutmaması ayrı bir dert!
Doğaçlamalarınız kadar taklitlerde de çok başarılısınız. Bu iki ayrı olguyu başarıyla insanlara aktarmanızın sırları arasında gözlemden başka neler var?
Sadece gözlem! Ben otogarda büyüdüm, otogarda çalıştım. Orda her bir şehirden, her bölgeden insanları, aksanları, diyalektiği, vücut dilleri, yaşamları farkında olmadan gözlemleyerek…
TEK KİŞİLİK OYUN BİR SAVAŞ!
Caveman – Mağara Adamı ve Babamın Oğlu adlı oyunlarınız tek kişilik… Tek kişilik oyunların avantajları ve dezavantajlarını sorsam neler söylersiniz?
Sahnede tek kişi olmanın çok büyük avantajı var. Adrenalini çok yükselten bir durum. Her şeye sen müdahale ediyorsun, 900 kişi seni izliyor, onların ne zaman kalbinin hızlanıp ne zaman yavaşlayacağına sen karar veriyorsun. Tek kişilik oyun bir savaş aslında. 1,5 saat ya yeneceksin, ya da yenileceksin. Mücadele ediyorsun. Tek kişilik oyunun bir başka avantajı, çok rahat turne yapabiliyorsun, kimseye bağlı değilsin. İstediğin kadar özgürsün. Dezavantajı ise sahnede birlikte paslaşabildiğin oyuncularla oynamak bambaşkadır. Hele de iyi oyuncularla oynuyorsan, tadından yenmez o oyun. Keyif alarak oynamak, dünyanın en güzel şeyi.
KADIN – ERKEK İLİŞKİSİ ÇIKAR İLİŞKİSİ!
Gelelim kadın – erkek ilişkilerine… Güzel ve çekici bir kadın gördüğünde…
Kalp atışlarım değişiyor. Derinlerde bir yerde… Bu konuya girmeseydin keşke. Allah’ım… (Kahkahalar…) Şaka bir yana… Kadın ve erkek iki ayrı… Biri domates diğeri hamster kadar farklı, iki ayrı… Birbirlerini anlamak dünyanın en zor şeyi. Birbirlerine bu kadar ihtiyaç duyup da birbirlerini bu kadar anlamadan yaşamak durumunda kalan başka iki varlık kanımca yeryüzünde yoktur. Ama anlamalarına gerek de yok bir taraftan. Çünkü biri olmazsa diğerinin hayatının sürdürebilme ihtimali yok. Buna çıkar ilişkisi de diyebiliriz.
OYUNLARIMI BÄ°R BELGESEL GÄ°BÄ° Ä°ZLETMEYÄ° SEVÄ°YORUM!
Bu iki oyunda kadın – erkek ilişkilerini irdeledin, biz izleyenleri çok güldürerek, aynı zamanda da düşündürerek. Bu oyunları yazan, oynayan ve yaşayan sensin. Peki bu oyunlar aracılığıyla kadınlara ve ilişkilere dair öğrendiğin en önemli şey ne - neler oldu?
Kadın – erkek iliÅŸkilerini anlattığım oyunlarımı bir belgesel gibi izletmeyi seviyorum insanlara. Ä°nsan da bir hayvan sonuçta. DiÅŸisi var, erkeÄŸi var. Bunlar çiftleÅŸmek için belli bir takım yolları takip ederler. Erkek, kızı etkilemek için, ormandaysa gider odun kırar, ÅŸehirdeyse kariyer yapar. Kız da en iyi adamdan çocuÄŸunu yapmaya çalışır. Bundan daha öte, daha baÅŸka bir ÅŸey de yok, yaÅŸadığımız kadın – erkek iliÅŸkilerinin özü bu. Olaya böyle baktığın zaman net görüyorsun, daha soyut bakıyorsun ve kiÅŸiselleÅŸtirmiyorsun. Her ÅŸeyin hormonal olduÄŸunu fark ediyorsun.Â
KADIN ERKEK İLİŞKİLERİNDE TEK SUÇLU HORMONLAR!
Ve de kadınlara – ilişkilere dair anlayamadığın konular ne peki?
Bakış açımla ilişkileri anlattığım oyunda da, hayatta da, yaşanan her şeyin hormonlar olduğunu bildiğim için…
KADER DEDİĞİMİZ ŞEYE ARACIDIR ASLINDA HORMONLAR!
Tek suçlu hormonlar mı yani (Kahkahalar...)
Aynen öyle. Testosteron… Anne karnındayken 9. haftada y kromozomunun etkisi… Çocukluğunda duygularını saklamayı öğreniyorsun. Gençliğinde, ergenlikte 20 katına çıkıyor Testosteron, o zamanlar da sadece seks yapmayı, cinselliği düşünüyorsun. Öyle bir güç geliyor ki, bir olaya, anneye, babaya karşı çıkıyorsun vs… 30’lu yaşlarda testosteron hormonu azalınca vücutta, bu seferde kaybettiğin gücü kazanmak için ya çocuk yapmaya ya da kariyere yöneliyorsun. Her şey aslında… Kader dediğimiz şeye aracıdır aslında hormonlar.
MUTLU BÄ°R KADIN BENÄ° DE MUTLU EDER!
İlişkilerden ve kadınlardan söz etmişken… Nasıl bir kadın ilgini çekiyor?
Mutlu bir kadın… O, mutlu olunca ben mutlu olacağım çünkü.
O zaman… Mutluluğun tanımı zor mudur Alper için? Yoksa küçük şeylerden bile mutlu olanlardan mısın? Neler mutlu eder seni?
Huzur ve sakinlik…
Güldürmek zordur derler ya. Bunu nasıl başarıyorsun demeyeceğim. Neler seni güldürür?
Beni şaşırtan her şey beni güldürür. Mesela yolda yürüyen birini görünce şaşırmayız. Yürümek normaldir. Ama düşen birini görünce şaşırırsın. O yüzden düşen adama gülerler.
MANEVÄ° HUZUR VARSA BAÅžARI ODUR!
Başarı kriterlerin nedir?
Huzur varsa, manevi huzur varsa olmuÅŸtur.
Ezberi kolay yapabilen biri değilmişsin. Ama seçtiğin meslek ezbere dayalı... Bu durumu nasıl lehine çeviriyorsun?
Lehime çeviremiyorum. Deli gibi çalışıyorum. Çok çalışarak tolere ediyorum.
Birçok tiyatro oyununda rol aldın, birçok filmde de… Tabii ki ikisini karşılaştır demeyeceğim çünkü ikisi ayrı dünya. Tiyatro ve sinemanın senin ruhunda bıraktığın tatları anlat dersem ne dersin?
Kimya ve makine mühendisliği. Mühendislik ana dalı altındadır ikisi de. Ama eğitimi de farklıdır, çalışma alanları da, amaçları da farklıdır. Ben tiyatroyu ve televizyonu, oyunculuk adı altında iki farklı meslek olarak görüyorum. Çünkü ikisinin uygulanış tarzında metot farklılıkları var. Tiyatroda biliyorsun işte, 1,5 saatlik bir oyun var. Seyircinin nerde güleceğini, nerde ağlayacağını, n’apacağını önce bilip, enerjini ona göre kullanır, izleyiciyi ona göre yavaşlatır ona göre hızlandırır, onunla orkestra şefi gibi oynarsın. Ve o sırada yönetmen yoktur, kurgucu yoktur, ışıkçı yoktur, sen varsındır. Her şeyde sen varsın ve o ‘an’ı yaşarsın. Dizide bu işleri başka başka insanlar yapar. Farkı bu.
‘Sümela’nın Şifresi 2’nin çekimlerine Haziran ayında başlanacakmış. Bu kadar çok insana ulaşmak ve bunun devamının gelecek olması sana hangi düşüncelerin kapısını açıyor?
Bunun devamının gelecek olması her şeyden önce iyi, oyuncu için. Çünkü beğenilen bir işin üzerinden insanlar senden daha iyi bir şey bekliyor. Bir sonrakinde de daha çok şey bekleyecekler. Bunun için de daha çok çalışmak, daha çok dinlemek, daha çok gözlemlemek gerekiyor. Bunları takip ederek, daha keyifli bir istikamet için elimden gelen ne varsa yapacağım.
FACEBOOK’A GİRİP İKİ GÜNDE BİRİNİ BULAMAZSAN SALAKSIN!
Gelelim iki yıldır oynadığın ‘Babamın Oğlu’ oyununa…
Babamın Oğlu oyunu 1965 ve 2012 yılları arasında geçiyor. Yani Cumhuriyet’i zaman olarak ikiye bölecek olursak ikinci yarısı… Cumhuriyet’in ikinci yarısı da babamın bütün hayatı. Cumhuriyetin ikinci yarısındaki yaşadıklarını anlatıyorum. Bunu yaparken de o yıllarda neler olup bittiğini de veriyorum, alttan. Çünkü kayıtsız kalamıyorsun. Çünkü ülkede üç kere sistem değişmiş, devrim olmuş. Bütün dünyadaki yaşanan değişimler gibi… Demokrasi olmuş, hallice demokrasi olmuş, sonra onun üzerinden muhafazakar sisteme geçilmiş. E, bu da aile yapısını değiştirmiş. Aile yapısında yaşanan bu değişim, kadın – erkek ilişkilerine kadar yansımış. Babamın dediği ‘1965’te Fındıkzade’de bir kızın sırf elinden tutmak için iki ay peşinden geziyordum. Şimdi Facebook’a girip iki günde birini bulamazsan salaksın!’ diyor. O yüzden tamamen yazık olmuş bir kuşak babamların dönemi… O dönemdeki yaşanları aktarmaya çalışıyorum.
‘Babamın Oğlu’ oyunuyla 2,5 saat boyunca kahkahaya boğduğun oyununa… Güldürürken, o dönemdeki yaşananları belgesel niteliğinde insanlara sunduğun… Ve bu oyunu yaparken etkilendiğin bir kitap olmuş bildiğim kadarıyla. Altan Öymen’in ‘Bir Dönem Bir Çocuk’ adlı kitabı…
Evet, Altan Öymen’in ‘Bir Dönem Bir Çocuk’ adlı kitabı çok etkilemişti beni, yaşadıklarını anlatırken o dönemde yaşanan durumlar nedeniyle… Oyun Cumhuriyet'in ikinci yarısında doğmuş olan babamın, hayatında algılamaya çalıştığı, değişen sistemi, kadın-erkek ilişkilerini ve akabinde benim dönemimde daha da hızlı değişen aileyi ve ilişkileri anlatan bir oyun. Babamın üniversite okuma bahanesiyle ama aslında ilk cinsel deneyimini yaşamak üzere Trabzon'dan İstanbul'a gelmesini ve yaşadığı kadın erkek ilişkilerindeki değişimi anlatan bir komedi oyunu. Anlattığı, bir ümitle gelmiş İstanbul’a, 2-3 gün dolaşmış, hiç kolay kız yok. Demiş ki, ‘Nerede bunlar?’ , arkadaşları da ona ‘Genelevde’ demişler Sonra orda dayak yemiş filan... Cinsellikle ilgili kayıp kuşak onlarınki. Gelen dövmüş, giden dövmüş. (Kahkahalar…)
Her şey babanın 18 yaşındayken ilk kez mayolu bir kadın görmesiyle başlıyor.
Ya, aynen… Babamın 1965’te, 18 yaşındayken Trabzon’da, günün birinde, ilk kez mayolu bir kadın görmesiyle başlıyor oyun. Deniz kenarında bir bakıyor ki, kadının biri üstünü çıkarmış. Diyor ki bana ‘Alper, kadın, üstünü çıkardı, denize yıkanmaya girdi.’ Denize yıkanmaya girmek! ‘Kadının mayosu var ama çıplak’ diyor. Bir arkadaşı, İstanbul’da rahat kadınların olduğunu söylemiş. Babam da kimya mühendisliği okuma bahanesiyle kadınlarla tanışmaya gelmiş. İstanbul’daki ilk yaşadıkları, gençliği… Sonra olgunlaştırıyoruz, çoluk çocuk sahibi oluyor. Tüm hayatı boyunca kadın erkek ilişkisi ile ilgili çözebildiğini zannettiği konuları oğluna aktarıyor. Bir baba ve oğlun iki kuşaklı yaşanmış kadın - erkek ilişkisindeki sıkıntıları aktaran bir oyun.
İki kuşağın yaşadıkları, kendi zamanlarında gördükleri ve olaylara farklı bakış açıları…
Aynen… Babamın Trabzon’dan kadınları aslında dünyayı tanımak için çıktığı yolculuk, benim yirmi yaşımda Amerika’ya gitmek oldu. Babamın Trabzon’dan gördüğü İstanbul ne anlam ifade ediyorsa benim için de İstanbul’dan gördüğüm Amerika o anlam ifade ediyordu. Amerikan dizileri vardı, sarışın kızlar filan… Ben de atladım gittim, bakalım n’oluyor diye. (Kahkahalar…) Hiç de anlattıkları gibi değilmiş. Bunlarla bizi kandırmışlar.
Bundan sonra yapmak istediklerin arasında neler var?
www.ekledestekle.com Cebinizden beş kuruş para harcamadan sivil toplum kuruluşlarına kaynak yaratıyorsunuz. Yani bağış toplamak zorunda kalınmıyor. Daha onurlu bir duruş… Daha çok çocuk okutmak, daha çok kadın – aile içi şiddet konulu kampanyalarda var olup, çalışacağım. Beni mutlu eden sosyal sorumluluk projelerine ağırlık vereceğim.