Orta Avrupa konulu bir romanın, kahramanlarından biriymiş gibi hissediyordum kendimi.
Kompartımanda, karşıma kızıl saçlı, genç bir kadın oturmuştu. Uzun bir yolculuğu paylaşacaktım onunla. Lafa girebilmek için önce nereli olduğunu tahmin etmeye çalışmıştım. Viyanalı mı, Praglı mı, Budapeşteli mi, Varşovalı mı? Çünkü bu tren, tüm bu kentlere gidiyordu. Praglı olmasını dilemiştim içimden. Ve Prag’da birlikte olmayı da... Söze başlamak için bakışlarını yakalamaya uğraşmıştım ama benden tarafa hiç bakmamıştı. Buğulanmış camın arkasındaki görüntülere dalıp gitmişti.
HÜZÜNLÜ İSTASYONLAR“Sory” diye lafa başlamış, nerede ineceğini sormuştum. Ellerini iki yana açıp, beni anlamadığını anlatmaya çalışmıştı. Sonrasında yol boyu bakışlarımız hiç çarpışmamıştı. Ta ki Prag yakınlarındaki küçük bir kasabaya gelinceye kadar. Tren durunca yerinden kalkmış, kompartımanın kapısına gelince, gülümseyerek yüzüme bakmış ve anlamadığım bir şeyler söylemişti. Ben de ona “güle güle” demiştim.
Tren kuzeye ilerledikçe kar şiddetini artırmıştı. Pencerenin çerçevelediği buğulu görüntüde artık iki renk kalmıştı: Ovaların üstünü örten karın beyazı ile onu yarıp geçen trenin siyahı. Soğuk pencereye başımı yaslayıp, Avrupa’nın ortasında, gözümün önünden kayıp giden kavaklara ve ucu bucağı görünmeyen beyazlığa bakıp ne düşündüğümü şimdi hatırlamıyorum. Adını bilmediğim istasyonlardan geçmiştim. Hepsinde Doğu Avrupa’nın sessizliğini, yalnızlığını, terk edilmişliğini görmüştüm. İçimi kaplayan hüznü hiç unutmadım.
Prag’a vardığımda, gün kararmış, kar durmuş, hava ayaza kesmişti. Bir taksiye binip, şoföre adres yazılı buruşuk kağıdı uzatmıştım. Kalacağım pansiyon, suları donmuş Vltava Nehri’nin hemen kıyısındaydı. Odam küçük ve sıcacıktı. Çantamı bir kenara koymuş, elimi yüzümü yıkadıktan sonra hemen aşağıya inmiştim. Kentin içine bir an önce karışmak için sabırsızlanıyordum.
Girişteki bardaki tezgahın arkasında gazete okuyan pansiyonun sahibesi, beni görünce ayağa kalkmıştı. Bira istemiştim. Kadın birayı doldururken, “Prag’ı çok
seveceksiniz” demişti kırık İngilizcesiyle. Dudaklarında hınzırca bir gülümsemeyle, “Prag’ın her yanı aşk doludur, kollayın kendinizi” diye uyarmıştı beni. “Prag’ı seviyor musunuz” diye sorunca da, “Hiç ihanet etmedim, başka kente gitmedim” demişti. Aramızdaki tek diyalog bu olmuştu. Kaldığım sürede akşamları ben bira içerken, o köşede sessizce gazetesini okumuştu.
Biram bitince sokağa çıkmıştım. Nehrin korkuluklarına dayanıp, ışık sızan pencerelerde günlük yaşamın ipuçlarını yakalamaya çalışmıştım. Nedense, pencerelerinden cılız ışıklar sızan o odaların, aşk koktuğuna, duvarlarının, cinsellik denen o vahşi hayvanın nabız atışlarıyla titrediğine inanmıştım. Bunların hepsini aklıma Kundera üşüştürmüştü. Sokakta benden ve deli deli esen rüzgardan başka kimse kalmayınca odama dönmüş, Çekçe bir
film izleyerek uykuya dalmıştım.
GİZLİ YAŞAMLARErtesi gün hava güneşli ve ayazdı. Kent hakkında çok kitap okumuştum. Rilke, Kafka, Kundera, Havel’i hep Prag sokaklarında düşlemiştim. Hafızamda kurguladığım Prag’la, gerçek benzeşmezse suç kimin olacaktı? Onlar kendilerini dünyaya kanıtlamış, anlatma cambazı yazarlar olduklarına göre, benim düş gücümün yetersizliğinden yakınabilirdim. Okuduklarından yola çıkarak bir kenti canlandıramayan fakir düş gücümle hesaplaşacaktım.
Rainer Maria Rilke, doğduğu Prag için yüzyılın başında şunları yazmıştı: “Onu tanımak istiyorsanız, yüreğinden, yani Eski Kent’ten başlayın.” Ben de öyle yapmıştım. Bütün notlarımı odamda bırakmış, okuduklarımı hafızamdan silmeye çalışmış, Prag’ı kendi çabalarımla bulmaya niyetlenmiştim. Eğer becerebilirsem, dünyada bir kentim daha olacaktı. Vltava Nehri’ni soluma alıp yürümeye başlamıştım. İlk gecenin aksine sokaklar kalabalıklaşmıştı. Paltoların yakaları kalkmış, bereler kulakları kapatmıştı. Bir işgününün sabahında, nereye gittikleri konusunda hayal gücünü zorlamaya gerek yoktu. Biraz sonra ofislerine gidecek, masa başına oturacak, telefonla konuşacak, kağıtlara yazı yazacak, yazılanları okuyacak, aralarda sıcak kahvelerini içip, havadan sudan konuşacaklardı. Yani herkesin bildiği, yaptığı işleri yapacaklardı. Ya akşam olup da ofisten çıkınca?
Zemaneck’in, Pavel’in, Zdena’nın, Jahn’ın ne yapacaklarını tahmin edebiliyordum. Örneğin evli Helena aşk kokan bir odada Ludvig’le buluşacak. Ludvig, “soyunun Helena” diyecek, kadın nazlanacaktı: “Ama burası çok aydınlık.” O kalın duvarların arkasındaki gizli yaşamları hiç görmemiştim ama Kundera, tüm olup biteni, romanlarında bana anlatmıştı. Bunları düşünürken dudaklarıma hınzır bir gülümseme oturtmuştu.
TANKA KARŞI YUMRUKNehrin kıyısında yürüyordum. Karşı kıyıdaki haşmetli Hradcany Şatosu’ndan, Bohemya krallarının ruhları beni gözlüyorlar mıydı bilmiyordum. Şatonun tam karşısındaki Cermin Sarayı’nın penceresinde, Jan Masaryk’in beynine kurşun sıkarken ne düşündüğü konusunda da kafa yormak istememiştim. Amacı bir ihanete kanlı bir nokta koymak mıydı yoksa başka nedenleri mi vardı? Prag’ın en manzaralı penceresinden son kez bakıp, bu dünya güzeli kenti sonsuza kadar terk etmeye karar verdiğine göre, gerekçesi önemliydi.
Stare Mesto’ya varmak için kat ettiğim uzun yol ayaklarımı, düşünceler ise kafamı yorduğu için bir kahveye oturmuştum.
Kafka’nın büyüdüğü sokaklar, kelimelerle oynadığı evler, “Değişim”i yazdığı odanın penceresi... Dünya ünlüsü bir yazarla bu kadar içli-dışlı olmak, hoş duygularla sarmalamıştı beni. Yorgunluğumu attıktan sonra, saat kulesi önünde fotoğraf çektiren Japon turistleri yararak geçtiğim arka sokaklardan, Vaclavske Bulvarı’na ulaşmış, Prag halkının Sovyet tanklarına yumruklarıyla karşı çıkışlarını hatırlamıştım. Öldürülen üniversite öğrencisi Jan Palash ve Dubcek’e saygılarımı sunduktan sonra yoluma devam etmiştim.
MOZART’A DOKUNUŞ
Eski Kenti, Hradcany Şatosu’nun bulunduğu Mala Strana’ya bağlayan Karel Köprüsü’nden geçerken, sokak çalgıcılarının tebeşirle çizdikleri sahnelerde dans etmiş, köprü üstündeki heykelleri ve eserlerini satmaya çalışan ressamları teker teker selamlamıştım. Tiyatro sahnesinde gibiydim. Sanki tek kişilik bir oyun oynuyor, geçmiş, bugün ve gelecekten bir şeyler anlatan metni, doğru yorumlamaya çalışıyordum.
Dar sokaklar, sarı, uçuk mavi, pembe renkli evler, nehirde yüzen kuğular. Bugüne kadar gördüğüm en güzel kentti Prag. Gotik’ten rokokoya, baroktan modern sanata, tüm mimari tarzlar caddelerde birbirine yaslanmıştı. Ve hiçbiri aradan sırıtmamıştı. Kent mimariye olan saygıssını müzikten de esirgememişti. Smetana ve Dvorak gibi ünlüleri yetiştirdiği gibi Weber, Beethoven, Chopin, Liszt, Wagner ve daha nice dahilere de kapılarını sonuna kadar açmış, onları kucaklamıştı.
Ya Mozart!.. Onun izlerinin peşine düşüp, Bertramka Villası’na gitmiştim. Yakın dostu bestekar Dusek’in konuğu olan ünlü müzisyenin, “Don Juan”ı bestelerken neler düşündüğünü kestirmeye çalışmıştım. Acaba Prag’ın arka sokaklarındaki odalar, o zaman da aşk kokuyor muydu? Bekçinin dışarı çıkmasından yararlanıp, Mozart’ın besteyi yaparken kullandığı piyanonun tuşlarını okşamış, el yazısıyla yazdığı notalara bakmıştım. Parmaklarım parmaklarına, bakışlarım bakışlarına dokunmuştu.
Prag’ı soğuk bir günde tanımış ve soğuğun ona yakıştığına karar vermiştim... Dört günlük bir gezi sonunda bir kentim daha olmuştu. Şimdi onu çok özlüyorum.
GÖRMEDEN DÖNMEYİNESKİ BELEDİYE SARAYI: Kentin en çarpıcı yapılarından. 1338’de yapılmış, 1945’te işgalci Naziler büyük zarar vermiş. Restore edilmiş. Rengarenk Gotik ve Rönesans tarzı binalardan oluşan sarayın 69,5 metrelik kulesinden kenti fotoğraflayabilirsiniz.
BELEDİYE SARAYI SAATİ: 1490’da binaya monte edilen “Astronomi Saati”ni yapan usta Hanus’un, bu saatin bir benzerini daha yapamaması için gözlerinin kör edildiği öne sürülür. Her saat başı çalan saat kentin simgelerinden birisi.
PRAG KALESİ: Vltava Nehri’ne tepeden bakan kaledeki manastır, müze, saray ve heykeller geçmişin görkemini yaşatıyor.
KÜÇÜK MAHALLE: Zamanın akışından en az etkilenen kesim. Tarihi evleri, Barok sarayları fotoğrafçıların gözdesi.
KAREL KÖPRÜSÜ: Kentin ünlü köprüsü Eski Şehir ile Küçük Mahalleyi birbirine bağlar. Aziz heykelleriyle süslü.
VACLAV MEYDANI: Kadife Devrim’in, komünizme başkaldırının ilk adımları bu meydanda atılmıştır.
YAHUDİ MAHALLESİ: En eski yerleşim yerlerinden. Burada kentin çarpıcı tarihiyle yüzleşebilirsiniz.