Aşk haybeden ve gerçeküstü

Güncelleme Tarihi:

Aşk haybeden ve gerçeküstü
Oluşturulma Tarihi: Aralık 12, 2004 00:31

Bu sene Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM)’nin 10. kuruluş yılı. 10. Yıl için BKM çalışanlarının seçtiği tema ise aşk. Zira Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi: ‘Gerçekten bu 10 yılın varlığını mümkün kılan bir tek kavrama ihtiyaç varsa o da aşktır.’ Bu yüzden, Erdoğan’ın Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar kitabından uyarlanan Haybeden Gerçeküstü Aşk oyunu, 17 Aralık’ta sahnelenmeye başlıyor.

Yılmaz Erdoğan ve Demet Akbağ’ın, ikinci evliliklerini birbiriyle yapan bir kadın ile erkeğin, bir yıl boyunca süren ilişkisini, leziz diyaloglar eşliğinde canlandırdığı oyun, kadın-erkek ilişkilerine ve evlilik müessesine ayna tutuyor. Tahmin edeceğiniz üzre, insanı ortasından yaracak derecede güldüren bir ayna. Ben provayı izledim, kahkaha konusunda kefilim. Bunun yanında Yılmaz Erdoğan’a ait bir şiir kasedi ve Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü oyununun film versiyonu da yolda... Haybeden bir muhabbet değil yani, taş gibi gerçek üretim: Nice 110 yıllara...

Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar’ı yazarken, ileride oyuna dönüştürmek gibi bir düşünceniz var mıydı?

Y.E:
Aslında iki kişilik diyaloglar yazınca insanda oynama arzusu doğuyor. Yazılar belliydi zaten. Ama işe başlayınca baktım ki biz o yazılarla yapamayacağız. Oyunun üçte ikisi yeni yazıldı, üçte biri de baştan yazıldı.

Bu, oyunun doğası gereği bir nev’i kadın-erkek ilişkisi röportajına dönüşecek. Niye şu evlilik denen sorun yumağı müessese ısrarla kovalanıyor?

Demet Akbağ:
Olmuyor ki başka türlü. Hem birlikte olmadan, hem de bir arada olunamıyor.

Y.E: Ben bu oyunu yazarken ilginç bir şey fark ettim. Oyunun finaline gelince, aşkla ilgili bütün her şeyin, yani onu tarif etmeye çalışmak, yaşamak, özlemek, kaçmak, kovalamak falan, bunların hepsinin bir takım aksiyonlar olduğunu fark ediyorsun. Fakat kavramın kendisiyle yüz yüze geldiğinde, tuhaf bir şekilde tarif etmek imkánsızlaşıyor. Belki de bu yüzden şiir var. Belki bu yüzden şarkı söylüyor insanlar. Bir sürü şey bu saçma, belki de kimyasal olduğu söylenen karmaşadan doğuyor. Ve normal, ortalama insanların yaşama refleksleriyle çelişen bir durum aslında. O yüzden hiçbir aşk ayakta durmuyor. Bizim burada yapmak istediğimiz, yine bir aşkı tarif etme çabası olarak değerlendirilebilir.

D.A: Yalnızlık duygusu, yalnızlık korkusu da var tabii. İster birinci evlilik, ister ikinci; 15. ilişki, 30. ilişki, hepsi aynı. Ama bir de ‘Yalnız kaldım, şimdi ne yapacağım’ durumu var. Hemen bir yenisi... Yenisinde de üstelik her şeyin belki de birebir tekrarı olacağını bile bile...

Benim senelerdir mıh gibi aklıma çakılmış bir benzetme var. Bir arkadaşım söylemişti; ‘Erkeklerin beyni karper peynirine benziyor’ diye... Sekiz ayrı dilim hesabı. Erkek, diyelim kadınla kavga etti, orada konuyu kapatıp işine gidip tıkır tıkır çalışabilir, iş çıkışında arkadaşlarıyla oturup futbol muhabbeti koyabilir. Kadınınsa bütün sistemi çöküyor.

Y.E: Doğru aslında. Erkekte şöyle bir şey oluyor: Diyelim ki bir kriz anında, kavga mavga bittikten sonra erkekte aynen sevişmeden sonra da gelen, artık ona ne demeli, böyle bir cinsiyetsiz kalma, uyuşma háli oluşuyor. Erkek onu kadın gibi dıdı dıdı düşünmeden, annesini aramadan, arkadaşlarına anlatmadan geçirebiliyor. Kadınla erkek arasında benim düşündüğüm en temel farklılık, aslında biraz erotik bir tanım gibi de gelebilir kulağa ama kadının her şeyi içine alan, içinde saklayan, içinde geliştiren, hatta bazen içinde çözümleyen bir şey olması. Erkek de hep dışarı atan, hep üstünden atan... Yani neredeyse bütün oyun, kadının bir konuyu açmaya çalışması ve adamın da topu kaleden uzak tutmaya çalışmasıyla geçiyor.

Beraber yaşadığım adam, ben kendi çapımda ciddi bir konuyu konuşmaya çalışırken televizyona kilitlenmiş, hiç oralı olmuyordu. Bense konudan ibaret bir şeyim. Sonunda isyan etti; ‘Hep romans hep romans nereye kadar? Bi’ Ciguli’ye bakıyoruz şurda. Yine mi gerizekálı taklidi yapayım?!’

Y.E: N
e zaman insanın zeka düzeyi düşer? Bence enerjisini kaybettiği zaman. Aşk da zaten gerçekten bir tür birbirinden enerji almak. Seni üzeceğini hissetmediğin, senin kendine olan güvenini sarsmayan adama aşık olmuyorsun zaten. ‘Eyvah bu beni üzer!’ de var içinde ‘Yaşasın bu beni üzer!’ de; karışık bir durum o... Bir korkuyla beraber geliyor o. Korku da insanın enerjisini de zekasını da düşüren bir şey. Bütün oyunun mayasını oluşturan o gerzekleşme háli de ondan olsa gerek.

D.A: Bir de kendini ispata gidiş var ya sürekli; kadında da erkekte de... Güven duyma ve adam yerine konma isteği. Buna çok üst düzeye çıktığı zaman kompleks de diyebiliriz. Bir hayran olunma isteği var ki karşılıklı bu. O da bana hayran olsun; her türlü. Herhalde kaçma kovalama durumu da burada saklı. Ne kadar hayran olmazsa, o kadar koşuyorsun.

Başta hayran olduğun ve hayatı paylaşacağını, dünyanın yükünü omuz omuza kaldıracağını zannettiğin birini seçiyorsun; sonra bir bakıyorsun, hayatla sidik yarışını üzerinden yürüttüğün bir aparata dönüşmüş karşındaki.

Y.E:
Tabii... Hayran olduğun bazı şeylerine alışıyorsun, bazılarına da bakıyorsun ki zaten hayran olunacak bir tarafı yok. Bir kadın arkadaşım tanıştığı bir adamı anlatmıştı: ‘Adamla konuşuyorum, her kitabı biliyor.’ Meğer adam özetlerini okurmuş!

D.A: Bir de gerçekten doğru olsa bile bir süre sonra güzel gelmemeye başlıyor ya, işin acı tarafı o. O adam belki o kitapların hepsini gerçekten okumuş olabilir. İlk tanıştığındaki ‘Biliyor musun her şeyi biliyor’ bir süre sonra ‘Aman bu da her bir şeyi biliyor’a dönüşüyor.

Y.E: Önce kendi kendimize bir şey uyduruyoruz kadınla ya da adamla ilgili, sonra da hayalkırıklığına uğruyoruz, a öyle değilmiş diye. E değildi zaten, niye öyle olsun? Yurttaşın biriydi, partide tanıştınız işte. Bir yerden sonra da hiçbir şey umurumda değil háli... ‘Başlarım okuduğun kitaplara... Bir geveze olma şurda, oturalım Ciguli’yi seyredelim.’ Yani seninkinin gerzekliğe karşı bulduğu yöntem daha gerzekçeymiş ama gene de hepimiz öyle yapıyoruz. Bu oyunda kahramanların isimleri bile yok işte, finalde anlaşılıyor.

EVLİLİK GELENEKSEL ENTELEKTÜEL DEĞİL

Aşka ilk düşülen o mıç mıç dönemde, aşık çiftler, bir üçüncü kişiye katlanamazlar. Bir süre geçer bu kez başbaşa yemeğe çıkmaya katlanamazlar. Nasıl bir şey bu?

D.A:
Çünkü birbirlerini çözdüler. Başkalarının yanında nasıl duruyorlar ona bakarlar. Eve gelince konuşacak başka şeyler olsun diye...

Y.E:Benim seçtiğim modelde bir yılda bu işin, o heyecanı, kıl, tüy, gözlerinin mavisi falan biter. Ayrılırlar ya da ayrılmazlar... Benim finali o şekilde yazmamın sebebi de o. Bazı seyircilerin kafasında şöyle bir şey olacaktır yani: Sonu bir şeye bağlanmıyor. E kimse bağlayamıyor ki? Bak hálá konuşuyoruz, yine bağlayamadık. Evlilik de öyle bir şey. Geleneksel bir kurum, entelektüel değil. Ayrıca o geleneksel yapı seni öyle bir teslim alıyor ki, ‘Ya evlenmeden önce ne güzel tiyatroya giderdik ama şimdi hiç gitmiyoruz’a geliyor. Evlilik, bir tür hayattan emeklilik.

Türkiye’deki sinema seyircisinin büyük çoğunluğu 15-25 yaş arasıdır. Bunlar 26’ya girince niye gelmiyorlar? Hayat gailesi diye herkesin kıçından uydurduğu bir kavram var. Alacaksın iki bilet gideceksin işte; ne ki? Burada ‘Gençken giderdik’ diyenlere sesleniyorum; gelsinler ama herhangi bir kurtarılma ümidiyle gelmesinler yani. Sadece eğlenmeye gelsinler.

D.A: Oyunda tartıştığımız bölümleri örnek alıp evde tekrarlamasınlar, seviştiğimiz bölümleri tekrarlasınlar, onu tavsiye ediyorum.

Mümkünse 18 dakikayı zorlasınlar ama değil mi? (Oyunun kahramanları, sıkı antrenmanlar sonucunda sevişme sürelerini 17 dakikaya çıkarıyorlar!)

D.A:
17 dakikaya takılan çıkar mı dersin? ‘O 17 dakika dedi, ben en azından 18 dakika yapıyorum’ diye...
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!