Güncelleme Tarihi:
Bu durumun ölüp yeniden dirilmekten farksız olduğunu söyleyen yazar, herhangi bir sınırı geçip geri dönenleri bir nevî hayalet diyebileceğimiz ‘heyula’lar olarak adlandırıyor. Peki, siz bu işe ne diyorsunuz? Öldükten on yıl sonra hayata kaldığınız yerden devam etmek için yaşayanların arasına geri dönseydiniz, ilk kimin kapısını çalardınız? Cevapsız onca soruya inat, tutunabilir miydiniz?... Biz, kendisinin de bir ‘heyula’ olduğunu bildiğimiz Yiğit Bener’e sorduk.
Nasıl heyula olunur? Kimdir heyula, kimlerdendir?
- Heyula olmak için kendi öngörülebilir hayatınızın rayından çıkması lazım. Alıştığınız dünyanın sosyal anlamda dışına çıkmak, başka bir ülkede uzun yıllar yaşamak; yıllarını hapishanede, hastanede veya bir akıl hastanesinde geçirmek, yahut komada kalmak da yeterlidir. Sonra da o başka diyardan dönmek. Çıkış noktanıza geri döndüğünüzde, ne bıraktığınız yeri ne de kendinizi aynı şekilde bulabilirsiniz... ‘Heyula’nın sözlüklerde değişik anlamları var: Dev gibi, ne olduğu belirsiz korkunç bir hayal... Ama ben komünist manifestonun “Avrupa’nın üzerinde bir heyula dolaşıyor” cümlesi ile başlayan eski çevirisinden yola çıktım.
Aslında siz de bir heyula değil misiniz?
- Evet, benim de geçmişimde heyulalık var. Yoksa nereden aklıma gelecekti ki? Diğer kitaplarımda olduğu gibi, bu romanımda da özgeçmişimden izler olduğu ortada. Eylül 1980’de bir aylık staj için İsviçre’de bulunuyordum. Tıp son sınıf öğrencisiydim, darbeyi de ameliyattayken öğrendim. O sırada Türkiye İşçi Partisi’nin Gençlik Örgütü’nde militanlık yapıyordum. Partili arkadaşlarla yurtdışında buluştuk. Bana yurtdışında kalırsam mücadeleye daha çok faydam dokunacağını söylediler. 22 yaşındaydım, pek düşünmeden kabul ettim. Sekiz yıllık bir Brüksel macerası geldi ardından. Sonra iki senemi de Paris’te geçirdim. E, bu arada tıp öğrenimi de güme gitti tabii. O arada, yaptığım bir konuşmadan dolayı hakkımda tutuklama kararı çıktı. Kararın kalkması 10 sene sürdü. 1990 yılında çıktım geldim.
Bağıra çağıra sloganlar atılan bir devirde bıraktığı yere, fısıltılarla konuşulan bir dönemde geri dönen kişi, bu değişime nasıl adapte olabilir?
- Uyum sürecinin zorluğu daha ilk günde belli etti kendini. Türkiye’den ayrıldığımda her konuda bağıra çağıra konuşuyorduk. Döndüğümde yasaklar daha yeni yeni kalkmaya başlamıştı. Dolayısıyla insanlar hâlâ son on yılın etkisi altındaydı. Ben ise, yurtdışından gelmenin rahatlığıyla hâlâ ulu orta konuşuyordum. Muhatabımın gözünde beliren endişe, sesindeki alçalma, sağa sola bakınması, beni daha dikkatli olmaya davet etmesi, işimin ne kadar zor olduğunu gösteriyordu. En yakınlarımla bile yaşanmışlıklarımız fazlasıyla farklılaşmıştı. Onca yıl sonra geri geldiğinizde, aslında bıraktıklarınızın hayatında bir yerinizin kalmamış olduğunu fark ediyorsunuz. Yeniden yakınlaşmak için, yeniden ortak deneyler paylaşabilmek gerek.
BABAM ANLAMAZ DİYE TIP OKUDUM
Romanda babanız Erhan Bener ve amcanız Vüs’at O. Bener’e dair epey detaya da yer veriyorsunuz. Onlarla olan ilişkinizden söz eder misiniz?
- Bir aileden iki yazar çıktığına pek rastlanmaz. Hele üçüncüsü enikonu nadirdir, Güçlü kişiliği olan bir babayla baş etmek, kendi yolunu bulmak kolay değil. Amcamla ilişkimiz hep çok rahat, arkadaşça bir ilişki oldu. Ama gençlik yıllarımda babamla çok çekişirdik. Belki de o yüzden babamın alanıyla alakası olmayan tıbbı seçtim. Ama aile genlerinde edebiyat alanına çeken bir şeyler vardı ki herhalde, 20 yıl sonra, ben de kürkçü dükkânına döndüm, baba mesleğine adım attım.
Peki, yazar kimliğinizde nasıl etkileri oldu?
- Başlangıçta birebir etkileri oldu. Yurtdışında tek başıma kaldığım 10 sene boyunca, aklımı yitirmemek için yapabileceğim tek şey okumaktı. Babamın en sevdiğim romanlarından biri olan Böcek’i Fransızcaya çevirmek ilk edebi faaliyetimdi. Diğer kitaplarını da okuyup onlar hakkında mektuplar yazdım babama, çok hoşuna gitti. Bazı yazılarımı kitaplarının önsözünde veya kapaklarında kullanmak için izin istedi, onur duydum. Türkiye’ye döndüğüm ilk yıl bir dostum, yeterince okudun artık yaz, deyince oturup ilk öykümü yazdım. İlk romanı yazmak o kadar kolay olmadı tabii. Çünkü hem amcama hem de babama beğendirmem gerekiyordu. Üstelik ikisinin edebiyat zevki de birbirini pek tutmazdı. Birinin beğendiğini öbürü illa beğenmezdi. Çok zorlu bir süreçti, çok!
Hâl böyle olunca, ilk romanınızı dokuz sene sonra yayımladınız...
- Yazdıkça babama okutuyordum. Ama en ufak bir eleştirisinde cesaretim kırılıyordu. Uzun süre kalemi elime almıyordum. Sonra baktım öyle olmayacak, ben de babama göstermemeye başladım. Böylece, roman tamamlandı. Sonra hem ona hem amcama okuttum. Zaten öyle çalakalem yazamıyorum ben. Heyula’yı yazmam da dört buçuk senemi aldı
BİR YABANCININ ÖLÜMÜNE NEDEN ÜZÜLDÜM?
Romanın ‘Merasim’ bölümünde Samih’in cenazesine gelen karakterleri yine Samih Rıfat’ın kitaplarından cümlelerle konuşturuyorsunuz. Kitabın sonuna düşülen notta da Rıfat’ın kitaplarını referans gösteriyorsunuz. Bu alışık olmadığımız bir şey. Sizi buna iten nedir?
- Türkiye’de bunu yapan ilk yazar ben değilim aslında. Edebiyatı seven yazarlar bunu sıklıkla yaparlar. Kendini edebiyattan daha çok seven yazarlar ise kişisel bir yarış içine girerler. Ben öylelerini tanımıyorum. Kitapta sadece Samih Rıfat’a değil, başka yazarlara da göndermeler var. Ama Rıfat’ın özel bir yeri var bu romanda. Kitaptaki merasim bölümünü onun cenaze töreninden hemen sonra yazdım. Ama aslında hem babam, hem amcam hem de Samih Rıfat’ın cenazelerinin bir bileşkesiydi bu bölüm. Samih Rıfat’ı daha çok ortak dostlarımız Enis Batur ve Fatma Tülin dolayısıyla tanıdım. Onun ölüme giden sürecinde ne derece acı çektiklerine tanık oldum. Cenazesine de onlara eşlik etmek için gitmiştim. Şaşırdığım ise; hayatımda bir yeri olmayan, pek tanımadığım bir insanın ölümünün beni bu kadar etkilemiş, bu denli üzmüş olmasıydı. Bu roman aslında genelde ölüme isyan eden bir roman. Onun ve başkalarının eserlerine gönderme yapmak, onları anmak, heyulanın da söylediği gibi, bir bakıma ölenleri yaşatmanın bir yolu değil midir?