Ankara sinematografik bir kent

Güncelleme Tarihi:

Ankara sinematografik bir kent
Oluşturulma Tarihi: Şubat 27, 2011 00:00

Zeki Demirkubuz özgün bir yönetmen. Filmlerinin her ayrıntısına hakim olmak istiyor, senaryosunu yazıyor, görüntü yönetmenliği ve kurgusunu da kendisi yapıyor. Sırrı Süreyya Önder ile Engin Günaydın’ın rol aldığı yeni filmi ‘Yeraltı’nın senaryosu da yine kendisine ait.Bu filmi Ankara’da çekti. Ama Ankara’yı yeni keşfedenlerden değil. 10 yıl önce ‘İtiraf’ filmini de Ankara’da çekmişti

Haberin Devamı

Sinemaya girişim tam bir tesadüftü. Sinemacıların olduğu handa birini ararken tesadüfen Zeki Abi’nin (Ökten) ofisine girmişim. Öyle konuşurken yüzüm ilgisini çekmiş. Hatta içerden çıktığımı hissetmiş. Sohbet etmeye başladık, arada uğramamı istedi. Abi-kardeş gibi bir ilişki başladı böylece. Sonra Zeki Abi, beni ‘Ses’ filminin çekimlerine götürdü. İşkenceyle ilgili deneyimlerimi anlatarak yardımcı oldum. Fakülte bu arada devam ediyordu, bir kırtasiye dükkanı açmıştım küçük. O film bitti, ikinci, üçüncü film aralarında ben yine çalışmadım. Ondan sonra Kemal Sunal ile bir-iki film çekti. Öyle başladı. Sinema yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Çok çalışkan olmam dikkat çekmeye başladı, ilişkiler kuruldu.

88-90 filandı, reji asistanı olarak çalışmaya başladım. Sonra sıkıldım. Saçma sapan adamlara asistanlık yapıyor, saçma sapan filmlerde çalışıyordum. “Bu adamlar film çekerse ben de çekerim” demeye başladım. İlk filmime de öyle girdim, ‘C Blok’a. Ama benim için milat ‘Masumiyet’tir aslında. Sinemanın mucizevi yanını o filmimden sonra keşfettim. ‘C Blok’tan sonra “Bir film daha çekeyim sonra devam ederim ya da etmem” demiştim.
‘Yeraltından Notlar’, kafamı çok karıştırdığından yıllarca takılıp kaldığım bir romandı. 10 yıl kadar önce meseleye hakim olacak duruma geldim. O zaman büyük bir heyecanla, “Dostoyevski’nin en büyük romanı bu” dedim. Bir filmi anlatmanın ilk kriteri bir mesele koyabilmeme olanak sağlamasıdır.

Haberin Devamı

TÜRKLEŞTİRMEM BİR YIL ALDI
Orada anlatılan iki olaya ısınmam, film sahnesi gibi görebilmem ve Türkleştirmem bir yıl aldı. Tipleri buraya uyarladım çünkü inandırıcı kılma sorunu var. Bu filmi neden Ankara’da çektim? Birincisi, 77’de okulda öğretmen olma hakkım alındığı zaman buraya Danıştay’a başvurmaya gelmiştim. Ankara her zaman ilgimi çekmiştir. 10 sene önce ‘İtiraf’ filmini de burada çekmiştim. Bir de atmosferini çok sinematografik buluyorum. Sinematografik bulmanız için bir hakimiyet duygusu vermesi lazım.  Burada yüksek bir yere çıkınca bütün şehri görüyorsunuz. Sokaklarda simetri duygusu var. Simetri duygusunu hastalık derecesinde önemsiyorum. İkincisi, Ankara’da, cumhuriyet dediğimiz o soyut duygunun ayakları yere basmaya başlıyor.

Haberin Devamı


12 EYLÜL
Kendi hikâyemin filmini yapabilirim


Benim bir filmi çekerken ölçüm şu: Ortaya bir mesele koyabilmek. Elbette 12 Eylül de bir mesele. 12 Eylül gibi bir meseleyi filmlere, sanata yüklemek, sokakta bedel ödeyerek gösterilmesi gereken o ahlaki ve gerçek mücadeleyi küçümsemek gibi geliyor bana. Bir sinemacı olarak o trajedilerden kendime hisseler çıkarıp, bunu analiz eden adam rolü oynamak bana uzak. İnsan doğasını bir kenara koyan, insanı sınıfsallık gibi genellemeler içine sıkıştırmaya çalışan siyasi sinemaya saygı duymam mümkün değil. Günün birinde oradaki insan hikayelerini konu edebilirim. Kendi hikayemi bile yapabilirim. Üç yıl cezaevinde kalmamı bırakın, çıktıktan sonraki iki yılımı anlatmak isterdim. 20 yaşında çıktığımda para kavramını unutmuşum mesela. Çocukluk arkadaşlarıma göre daha yaşlı olduğunu hissediyordum. Bütün işsizler gibi işportacılık yaptım. İstanbul’da pazarlarda da sattım, Anadolu’ya da gittim. ‘Masumiyet’ filminin ilk esin kaynaklarıdır; İzmir, Denizli, Aydın’daki üçüncü sınıf otel odaları. İlk öyküleri oralarda yazmaya başlamıştım.

 

Haberin Devamı

CEZAEVİ

Dostoyevskİ İle orada tanıştım

İçerde işkence konuşulurken, işkence görmeyen arkadaşlar eziklik duyardı. Bazıları kendini işkence görmüş gibi ifade ederdi. İnsanoğlu bu. İşkence bende hâlâ üstümde taşıyacak kadar izler bıraktı. İçerde kendi aramızdaki derslerde ekonomi politikler, Marksizm, Mahir Çayan’ın yazılarını okuyorduk. Bunun dışında asıl tutkum da dünya klasikleri olmuştu. Aşağı yukarı bütün klasikleri okudum. Abiler yönünden şanslıydım ben. ‘Suç ve Ceza’yı, Balzac’ı bir abi önermişti bana. En çok kafamı karıştıran, en çok merak uyandıran Dostoyevski oldu. En çelişkili olaylar, kahramanlar ondaydı. ‘Ecinniler’i okuduğumda şaşkınlığa uğradım. Cezaevinde herkesin hikayesini dinliyorduk. Örgüt içi ilişkiler, ihtiras ve kavgaları... Dostoyevski, ‘Ecinniler’de orada dinlediğim gibi olayları yazmıştı, hem de 150 yıl önce. Borges, “Suç ve Ceza’da anlatılan hikaye bana Birinci Dünya Savaşı’ndan daha yıkıcı geldi” demiş. Ben de iç dünyamda benzer bir etki hissettim. İncil’in, Dostoyevski’de derin etki yaratabilmesi çok ilgimi çekmişti. Ama İncil’i dini bir metin olmaktan öte felsefi ve büyük bir insanlık hikayesi olarak okudum. İsa, en büyük insanlık hikayelerinden biridir. Bu metinlere bu kadar rahat bakabilmemin nedenlerinden biri inançsız olmam. Benim durumuma daha çok, agnostik diyebiliriz.

Haberin Devamı

HAYATIM
Ütücülük yaptığım zamanlar oldu
Hayatım çok serüvenli geçti. Ama hayat dediğimiz zaman sanki ortada bir irade var ve bu iradeyle bunları yaşadım gibi bir tablo çıkıyor. Ben gerçekçi bir adamım. Bunları yaşamayı ben istemedim, ben organize etmedim. Gönen’deki okulumuz, öğretmen okuluydu girdiğimizde. Öğretmen lisesi haline getirilince boykota başladık. Zaten tembel bir öğrenciydim. Solculuk orada başladı. İki günlüğüne tutukladılar. 50-60 arkadaşımla Isparta Cezaevi’ne götürdüler. İlk defa mahkemeye çıktım. Ailem esnaftır. ‘Kader’ filmindeki o halıcı dükkanı oradan
gelir. İlk varoluşçu duygularım, o dükkanda müşteri
beklerken oluştu. Klasik Türk esnafı, batar çıkar. İkinci sınıftayken ailem İstanbul’a taşınmıştı. Ben de üçüncü sınıfta okuldan atılınca onların arkalarından gittim.
Okumayan bütün Türk çocukları gibi işçilik yaptım. Trikocu oldum, krom nikel kaplama atölyelerinde çalıştım. Son dönemde ütücülük daha
uzun sürdü. Partizan grubundaydım, örgütün görevlendirmesiyle direniş olan fabrikalara girip oralarda çalıştım. Silah, o dönem herkesin elinden geçti öyle ya da böyle. Ama sonra beni üzecek boyutta bir hikayem olmadı.

Haberin Devamı

FESTİVALLER
Sistemin ahlakı yok

Festivaller, eskiden beri ideolojik çerçeveye oturuyordu. Fakat ben giderek bunun arttığını gözlemliyorum. Özellikle büyük ve güçlü festivallerdeki o Batılı bakış, biraz solculuk, biraz hümanizm, biraz moderniteyle birleştiği zaman değişik beklentiler oluşuyor. Oysa Bergman’ı, Bresson’u beğenen ve bunun sorumluluğu taşıyan biri olarak filmlerimde yapmaya çalıştığım inceliği festivaller konusunda da göstermeye çalışıyorum. Sinemacı olmak, yetenekten önce ahlaki bir mesele. Bergmanlar’ın, Tarkovskiler’in döneminin bittiği bir dönemde olduğumuz çok net. Sinema 60’lar, 70’lerdeki masumiyetini yitirdi elbette. Bunu çok vahim de bulmuyorum ayrıca. Sistemin iktidarı sürdürmeye dönük bir doğası vardır ve bir ahlakı olmadığı için her şeyi içine alarak ilerler. Zamanında darağacına gönderdiği adamın eserini bir zaman sonra alır, onu aziz ilan eder. Sinema sektörü de seri üretime ihtiyaç duyar. Dolayısıyla bir süre sonra filmin dilinin, içeriğinin bir önemi kalmaz.


ÜNİVERSİTE
Kazanacağım derken tüberküloz oldum

Cezaevinde bir üniversite öğrencisine yetecek kadar tarih, coğrafya, Türkçe okudum. İngilizce’yi çok ilerletmiştim, hatta Fransızca’ya başlamıştım biraz. Metris Cezaevi’ndeyken liseyi dışardan bitirmeye başvurdum ama olaylar yüzünden götürmediler sınava. Tahliye olunca askerlik çattı hemen. Yurtdışına gidecektim sonra bu ülkeden ayrılamayacağımı hissettim. Soruşturdum, askerliği ertelemenin tek yolu okumaktı. İlkokul üçten itibaren ortaokul ve lise kitaplarını aldım. Çünkü 36 sınava bir dönemde girecektim. Bir de çok zor bir lise seçmişim Isparta’da. Oturdum üç-dört ay hiç durmadan çalıştım. Hatta bir arkadaşım tüberküloz olmuştu. Senatoryumdaydı, ona uğradım, “Haftaya ziyaretine geleceğim” dedim. Çalışma işini o kadar abartmışım ki, haftaya hasta olarak gittim, ben de tüberküloz olmuşum. Günde 60-70 bardak çay, soğukta sabaha kadar ders... 36 dersin 35’ini bir defada verdim. İlk yıl İngiliz filolojisini kazandım. Ekonomik sorunlar yüzünden oraya kayıt yaptıramadım. Ertesi sene soruşturdum hem çalışıp hem okuyabileceğim İstanbul İletişim’i söylediler. 86’da oraya girdim.


GİŞE
Ticari açıdan sabıkalıyım

Filmlerimin değerlendirmesini yapacak durumda değilim. Fakat bana söylenen ticari olmadığım. Hatta bu açıdan sabıkalı olduğum da söylenebilir. Benim yine de bu piyasanın içinde olmam daha şekilsel bir şey. Filmler çekmiş, ödüller kazanmışsınız. Bir kimliğiniz var. İsteseniz de istemeseniz de bununla algılanıyorsunuz. Çok izlenmek gibi bir kaygım olsa onu yapar, orada şansımı denerdim. Öyle bir kaygım yok. Bazı gazeteciler, Berrak Tüzünataç’ın ‘Kıskanmak’ filmindeki öpüşme sahnesini öğrenip, prodüktör arkadaş aracılığıyla bazı teklifler yaptılar. O sahnelerden kareler istediler. Ben hiçbir zaman vermedim.

HAYALİM
‘Karamazof Kardeşler’i çekmek

Kendi senaryomu yazmak benim gücüm. Bir meseleyi anlatırken insan ilişkilerini mümkün olduğu kadar azaltmanın iyi bir yol olduğunu düşünüyorum. Senarist ve yönetmen kimlikleri bende tek kimlik olarak bütünleşti. Sinemayla ilgili çok hayalim var. Günün birinde ‘Karamazof Kardeşler’i çekmek mesela. ‘Suç ve Ceza’ demiyorum. Onu çekeceğim çünkü uzun sürmeyecek. Elime gelmeye başladı artık. Çekilmesi uzun zaman alacak kendi hikayelerim de var. Mesela bir çocuğum daha olursa, gerçek zamanda beş-altı yıl gibi onun büyümesini belgesel gibi ama konulu çekme projem var. Daha çok, geceleri hücum eden, gündüzleri “Yahu nasıl olacak!” dedirten türden projeler bunlar.

YÖNETMENLİK
Özpetek ve Akın büyük anlatıcılar

Ferzan Özpetek ve Fatih Akın’ı mesele olarak kendime çok yakın bulduğumu söyleyemem. Sinemada kimseyle bir yakınlık da hissetmiyorum. Ama bu iki arkadaşın benim için en önemli yanları şu. Bir defa büyük anlatıcılar. Bu arkadaşlara gösterilen ilginin öyle palavradan bir şey olduğunu düşünmüyorum. Yönetmenlik, düşündüğünü gerçekleştirme gibi büyük bir beceri gerektirir. Şahane fikirleriniz vardır ama sete çıkar hiçbirini gerçekleştiremezsiniz. Sırrı Süreyya Önder ile dostluğumuz Firuzağa Kahvesi’nden. Aslında bir senedir yakınız. Böyle
politikayla,
sinemacılıkla ilgisi yok; sevdiğim, yakın hissettiğim, her şeyi
konuşabildiğimiz, beraber sigara, çay içebildiğimiz bir arkadaşım.


 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!