İstanbulluyum. Teşvikiye’de doğdum, Nişantaşı’nda oturduk. Mutlu azınlıktanız yani. Ama içinden çıktığım halde bir türlü onlara intibak edemedim. İlkokul üçüncü sınıftan liseye kadar yatılı okudum. Lisede, önce Amerikan mektebine gittim, oradan kovulunca İngiliz mektebine geçtim. Babam Rıfat Özdeş, Demokrat Partili’ydi. Babam, büyükbabam, babamın büyükbabası hepsi Kuvay-i Milliyeci. Büyükbabam Lütfi Müfit Özdeş,
Atatürk’ün Harp Okulu’ndan hem sınıf arkadaşı hem de yakın arkadaşı. Büyükbabamdan dolayı bana Ahmet Müfit adını vermişler.
ŞORAY’A İLK RÖPORTAJINI HATIRLATINCA BOZULDU
Hevesim vardı gazeteciliğe. İyi de yazı yazardım. Özcan Ergüder aile dostumuzdu. 27 Mayıs günü sokağa çıkma yasağı vardı. 29 Mayıs’ta Kim dergisine gittim. Stajyer muhabirliğe başladık. O arada Artist mecmuası çıktı. Kim’in sanat eleştirmeni Hayati Asılyazıcı, “Buraya da röportaj yap” dedi. Evdekiler, Kim’i biliyorlardı ama Artist’e röportajları gizli yapıyordum. Bilseler kızarlardı. Bir de artist yarışması açıldı; Cüneyt Arkın ile Filiz Akın’a oy veren jürideydim. Türkan Şoray ile ilk röportajı yaptım. O zaman 16 yaşındaydı daha. Ayasofya’daki topların önünde fotoğraflar çektik. Seneler sonra Stokholm’e geldi. “1961’de röportaj yapmıştık” dediğimde bozuldu, yaşı ortaya çıktı diye. Okulda dergi çıkardığımız Tunca Aksoy adlı arkadaşım zorla beni Mülkiye sınavına soktu. Dışişleri’ne girmeye hiç niyetim yoktu. Niyetim gazeteci ve oyun yazarı olmaktı. Gerçi sonunda yine kalemimle kazandım hayatımı. Dışişleri’ne harika raporlar yazdım!
LADİN
Afganistan’da başucumda Kalaşnikof asılıydıAklımın ermediği Usame Bin Ladin’in yanında silah bulunmaması. Öyle bir adamın yanında silah olmaz mı? Afganistan’da başucumda bir Kalaşnikof dururdu. Ermenilerin saldırdığı dönemde de tabancayla gezmiştim. Ya bu adamı daha önce yakalayıp koydular oraya. Ya da baştan beri konu mankeniydi. Karanlık ilişkiler yumağı. Ben Afganistan’dayken Taliban dahil kimse sıcak bakmıyordu Ladin’e. El Kaide ile Taliban’ın ilişkisi zoraki evlilik gibi. Tanıdığım bir işadamı, Celalabad yakınında bir handa kalmış. Herifler orada 11 Eylül’de kulelerin yanmasının kasetini koyup karşısında göbek atıyorlarmış. Aslında kimse 11 Eylül’ü takmıyordu, herkes Afganistan’ın başına ne geleceğine bakıyordu. Kabil zaten harap durumdaydı. Hiçbir şey yok. Hayat uyuşturucu. Bırak dağları, şehir merkezlerinde bile NATO askerinin kontrolü yok. Bizim askerin kafasına çuval geçirdiler ya. Amerikan elçisini de severdim, Türkolog. Onun adamlarının kafasına tüfek çevirttim ben de. Herifler arabalarından indiler, öyle hiç kıpırdatmadan yarım saat kadar beklettim.
SOMALİ
Paşam hıncınız bize miBizde büyükelçi olmak için iki sene elçi unvanıyla görev yapmak lazım. 9’da git 5’te çık benim işime gelmiyordu. “İyisi mi ben evde oturayım bana perakende iş verin” dedim, kabul ettiler. Bir telefon geldi. “Osetya’ya bir AGİT heyeti gidiyor, onunla gideceksin.” Kim bu heyetin başkanı? Amerikalı bir binbaşıymış. Ben Dışişleri’nde elçi unvanıyla iş yapan bir kişiyim. Bir binbaşının emrine girer miyim? Giderdin gitmezdin derken sonra ortaya çıktı ki Rusça istiyorlarmış. Öyle kurtardık. Ondan sonra “Genelkurmay’a git. Somali’ye bir birlik göndereceğiz, onun hazırlıklarını yap” dediler. 1992’nin kasım ayı. Dokuz subayla beraber Nairobi’ye indik. Mogadişu’ya Amerikan uçağıyla gittik. Limanda bir yeri tutmuş Amerikalılar. Bir de havaalanı. Onun dışı düşman arazisi gibi. Mogadişu’ya bir kere girebildim. Çevik Bir komutan olunca Mogadişu’ya yeniden gittim. Baktı etrafa. “Müfit Bey, ben burada ne yaparım?” dedi. “Paşam bütün hıncınız bize mi? Bir Mamak, bir Ziverbey köşkü, halledersiniz” dedim.
FUTBOL
Adam yokluğundan kaptan oldum Lisede okul takımında kaleciydim. 1961’de geldim Mülkiye’ye. O ilk sene çaktım tabii. Ne derse girdim ne bir şey yaptım. Ankara’da önce Kalabaspor diye bir takıma gittim. Mülkiye kulübünün futbol şubesi kurulunca orada yedek kaleci oldum. Kaleci Deniz Gökçe’ydi. Üniversite liginde Akademi takımıyla yaptığımız maçta iki sene ceza yedi Deniz. Adam yokluğundan takım kaptanı oldum. Biraz da futbolun sayesinde okudum. Ankara korkunç sıkıcı bir yerdi, hâlâ da sevmem. 1967’de Mülkiye’yi bitirdim döndüm İstanbul’a. “Git Hariciye’nin imtihanına gir, kazanırsan 500 lira veririz” dedi annemle üvey babam. “İmtihanı kazanayım, hiç değilse sevgilime bir çizme alırım” dedim. Kazandım imtihanı. Bu sefer evde manevi baskı başladı. 10 liralık harçlığı da kestiler, “Git işe başla” diyorlar. Bu arada ilk defa kıymetim bilindi, Mülkiye’den aradılar. “Maçlar başlıyor neredesin” dediler. Hoşuma da gitti. Dışişleri’nde, iki seneye yakın uluslararası ekonomik kuruluşlar dairesinde çalıştım. Top oynamaya devam ettim. Hariciye memuru futbol takımında kaleci! “Oynama” dediler; “Size ne, spor yapıyoruz” dedim. Bir gün geldim bakanlığa. Hademeler, beni görmüş maçta. İnanamamışlar, “Bunlar beyefendi, futbol oynamazlar, bunlar tenis oynar” demişler. Toplam 11 yıl futbol oynadım. Antrenör oldum, kulüp başkanı oldum. Kulüp başkanlığı, Somali’de iş yapmaktan daha zor.
LİZBON
Çekmecemi karıştırmasın diye kapan koydum Askerden sonra beni Dışişleri’nde protokol dairesine verdiler. Sanki beni kesiyorlar... Yan yürüyen adamlar böyle yengeç gibi. O arada Finlandiya Cumhurbaşkanı ve İngiltere Kraliçesi geldi, beni cinler basıyor. “Bağdat’ta bir yer boşaldı gider misin” dediler. 1972 başında Bağdat’a gittim. Irak enteresandı. Ben gittim, Saddam darbe yapıp ikinci adam oldu. Kuzey Irak’ı gezdim o zaman. Kürt kadar Türk vardı orada. Şimdi ne oldular bilemem. O arada hükümet değişti, üvey babam Orhan Eyüboğlu Başbakan Yardımcısı oldu. Bağdat’a bir telgraf. O zaman başkatibim. “Müfit Özdeş istişare için Ankara’ya gelsin.” Geldim, “Niye çağırdınız” dedim. “Tayin zamanın gelmiş. Nereye gideceğini sana soracakmışız. Bir de annen seni özlemiş git onu gör” dedi. “Ayıp değil mi, bunu nasıl yaparsınız” dedim, vurdum kapıyı döndüm Bağdat’a. Sonra Lizbon’a gönderdiler beni. Karagöz’ün Yalova sefası gibi bir sefaret. Çıldıracaktım orada. Büyükelçi Fuat Doğu, MİT Müsteşarlığı yapmış, 12 Mart’ta oraya sürgün etmişlerdi. Gelen mektuplar açılır okunurdu. Karıştırmasın diye kapan koydum çekmeceme. Bir şeyden de anlamıyordu...
DİPLOMASİ
Delilik lakabım kalecilikten kalma Ben İran’dayken burada büyükelçi sınırdışı edildi ya. Ona karşılık Pastarlar (Devrim Muhafızları), Türkiye’ye gelirken arabamı aradılar. Bana ‘Tarihi eser kaçakçısı’ dediler. İran’da çarşıda görüp aldığım bakır bir tepsi vardı, bir özelliği yoktu. Ne tarihi eser olacak? Pastarlar arabada ne varsa aldı. Gürbulak’a yakın bir yerdeydim, ben de geri döndüm. Hükümet beni iki ay sonra Londra’ya gönderdi. İyi yerlerde de görev yaptım ama diplomasi anılarım öyle salon anıları değildir. Kuzey Irak, İran, Libya, Afganistan, Somali’de görev yaptım, iyi yerlere de gittim. Kokteylleri hiç sevmem. Hele oturmalı yemekten nefret ederim.
Yemek verdiğimde ya küçük masada verdim ya da açık büfe düzenledim. Bana ‘Deli Müfit’ demeleri kalecilikten kalma. Ayıp olmaz, deliysek deliyiz. Büyükelçiye, “Bana deli derler” diyordum, o da oltaya geliyordu, “Yok efendim siz deli değilsiniz” falan...
LİBYA
“O giderse savaş çıkarır” demişKuzey Irak’ta, Zaho’da dert dinleme bürosu kurduk. Askeri harekatın insani boyutuyla ilgilendim. Onur Öymen, taktı bana. Bosna’ya büyükelçi gidecektim, göndermedi. “Müfit’i gönderecektik Bosna’ya ama barış geliyor. O gidince harp çıkarır” demiş. Derken hükümet değişti, Ecevit başbakan yardımcısı oldu. Beni tanıyordu. Fakat iki kararname çıktı, ben yokum. Ahmet Tan, Ecevit’e söylemiş, “Makedonya’ya gidiyorsun” diye telefon etti. Arkasından altı ay geçti,
haber yok. İlber Ortaylı iyi arkadaşımdır, o, Ecevit’e söyledi sonra. Meğer Ecevit, beni Makedonya’da biliyormuş. Ecevit, İsmail Cem’i çağırmış, “Müfit Bey ne oldu” demiş, “O Makedonya’da” cevabını almış. Şükrü Sina Gürel “Ne Makedonya’sı? O burada” demiş. Neyse bana telefon geldi “Büyükelçi oluyorsun” diye. “Yeni Zelanda’ya gideceksin” dediler, kabul etmedim. Neyse 1998’de Libya’ya büyükelçi oldum. Gideli altı ay oldu, PKK’yı yürüttüler resmi geçitte. Şimdi “Gitti, orayı da karıştırdı” diyecekler diye düşündüm. Ama sonra açtım telefonu, “Ya siz beni çağırırsınız merkeze ya da ben geliyorum” dedim. Ondan sonra ne kadar PKK’lı varsa topladılar. Türkler, Libyalılarla İtalyanlara karşı savaşmış. Şimdi Libya’da NATO operasyonuna katılmak eski mirası yiyip bitirmek anlamına gelir. Maalesef Libya da Afganistan gibi olacak.
DIŞİŞLERİ
Yazdığım kriptolara kızdılarAfganistan’dan 2004’te döndükten sonra iki sene merkezde kaldım. Sonra emekliye ayrıldım. ‘Ulusal Uzmanlar Grubu’ diye 15 günde bir Ecevit’in evinde toplanırdık. Rauf Denktaş, Hulki Cevizoğlu, İlber Ortaylı, Ahmet Tan da katılırdı. Beş sene önce emekli olduktan sonra bir iş yapmadım. Arkadaşlarıma gidip geliyorum. Kriptoları saklasaydım ne iyi olurdu. Dışişleri ile alay etmeye başlamıştım. En son Afganistan’da yazdım. Döndükten sonra bir mektup geldi Dışişleri’nden: “Yazdıkların yenilir yutulur değil ama zor yerlerde görev yaptığın için problem yapmıyoruz.” Tepem atmıştı. Hikmet Çetin, oraya NATO Genel Sekreteri’nin en kıdemli sivil memuru unvanıyla tayin edildi. Özel temsilci de değil. Buraya geldim, Tenis Kulübü’nde gördüm. Hikmet Çetin’e, “Bu görevi kabul etmeyin” dedim. NATO, Hikmet Çetin’in Türk kimliğini kullanıp kendi itibarını yükseltmeye kalktı orada.
KADDAFİAyasofya’da namaz kıldırmak istedi1999 Haziran’ıydı. Kaddafi, Türkiye’ye gelip Ayasofya’da 100 bin kişilik bir cemaate namaz kıldırmak istedi. “Türkiye’nin İslam aleminin lideri olduğunu göstermek için bunu yapacak” dediler. Ayasofya için izin isteyince ben de, “Ayasofya hassas konu. Onun yanında Sultanahmet Camii var, namazı orada kıldırır. Bir de Anıtkabir’e gider saygı duruşunda bulunur” dedim. “Tamam” dediler. Geldim buraya, Dışişleri Bakanı İsmail Cem “Olmaz” deyince Bülent Ecevit’e gittim, o zaman Başbakandı. Ondan onay alınca Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’a gittim. Onu da razı ettik, her şey hazırlandı. Buradaki Libya Büyükelçisi korktu, “Müfit Bey, 100 bin kişi bulamazsam bu beni mahveder” dedi; “Zaman darlığı nedeniyle bunu seneye bırakalım.” Sonra 11 Eylül oldu, öyle kaldı o iş. Aslında olsa çok güzel olurdu.