(...)
Askerler yaralıyı alıp hastaneye götürmeyi kabul ettiler. ‘Ama kalabalık arabanın etrafını açsın’ dediler. Feridun inandı onlara. Köylülere döndü, ‘Yaralıyı hastaneye götürecekler. Biraz açılın da inip arabaya alsınlar’ diye bağırdı.
Ogün, bir otobüs ve bir cip, Ankara’dan hemen aynı saatlerde hareket etti. Kuşkusuz yolcularının birbirlerinden haberleri yoktu ve yollarının, Bolu’nun Yeniçağa mevkiinde kesişeceğini bilmiyorlardı.
Cipte, Tuslog’da görev yapan biri kadın, Amerikalı dört asker bulunuyordu. Neşe içinde çıkmışlardı yolculuğa. İstanbul’da gönüllerince eğlenerek geçirecekleri tatil günleri uzanıyordu önlerinde.
Otobüste ise bir grup yedek subay öğrencisi yolculuk etmekteydi. Bu öğrencilerden biri olan Feridun Samuray İstanbul’daki eşi ve küçük kızının özlemiyle yutarcasına sayıyordu kilometre taşlarını.
Feridun, yola çıkmadan birkaç gün önce eşine gönderdiği mektupta ‘Sizi özledim. 30 Ağustos Zafer bayramı münasebetiyle İstanbul’a geleceğim’ diye yazmıştı.
Eşi Maide ile aynı semtin çocuklarıydılar. Küçük yaştan itibaren sevmişlerdi birbirlerini. Nişanlandıklarında Feridun İktisat fakültesi birinci sınıf öğrencisiydi. Aynı zamanda Türkiye Esnaflar Birliği Genel Sekreterlik yapıyordu. Bakanlarla, politikacılarla dostluk kurmayı başarmış, aktif bir gençti.
Büyük bir hayali vardı Feridun’un; ‘Üniversiteyi Amerika’da bitirmek!’ Maide’den ayrı kalmak pahasına gerçekleştirdi de bu isteğini. O makine mühendisliği öğrenimi görürken, dört yıl boyunca özlem yüklü mektuplar gidip geldi San Francisco-İstanbul arasında.
Son mektupta ‘Gel’ dedi Feridun. Evlilik işlemlerini başlatmış, nikah gününü bile almıştı. Maide de gelinliğini, duvağını hazırlamıştı zaten. Eşine az rastlanır biçimde, aile arasında ‘damatsız’ bir düğün yapıldı.
Ertesi gün Amerika uçağına gelinliğiyle bindirdiler onu. Kalabalık bir topluluk uğurlamaya gelmişti. O zamanlar, ne Amerika’ya gitmek bugünkü kadar kolaydı, ne de Amerika’ya gelin gitmesi bugünkü kadar olağandı. Maide’nin gidişi, ertesi gün kimi gazetelerin ilk sayfalarını süsledi; ‘Amerika’ya gelin gitti.’
MARILYN MONROE İLE AYNI GÜN EVLENDİLER
San Francisco’ya gelişinin ikinci günüydü nikah. Maide, yine beyaz gelinliğini giymiş, Feridun ise smokininin yakasına beyaz bir orkide takmıştı. Takvimler, 20 Ağustos 1954’ü gösteriyordu o gün.
Onlar, nikahın kıyılacağı belediye binasına girerken ünlü artist Marilyn Monroe, peşinde kalabalık bir gazeteci ordusuyla çıkıyordu salondan. O da ünlü beyzbol oyuncusu Joe DiMaggio ile evlenmişti. Mutsuz evlilikleri sadece dokuz ay sürecek, Marilyn Monroe yeniden
film setlerine dönecekti.
Monroe ile aynı gün evlenen Feridun ve Maide ise mutluydular. Feridun, mühendislik fakültesinin yanısıra Şehir Kolejinde otelcilik ve restorancılık kurslarına devam ediyordu. Akşamları ise bir lokantada garsonluk yapıyordu. Kalan her saati, her dakikayı birlikte geçiriyorlardı.
Feridun mezun olunca yeni bir yön verdiler yaşamlarına. San Francisco’dan New York’a yaptıkları otobüs yolculuğu unutulmazdı. Amerika’nın Miami, New Orleans, Las Vegas gibi hareketli, ışıltılı kentlerinde uzun molalar vererek tadını çıkardılar yolculuğun.
Feridun, New York’ta, arkadaşı Tacettin Canok ile birlikte, Colombia Üniversitesi’nin hemen yanında bir restoran açtı. Amerika’da Türk restoranı hiç yoktu o zamanlar. Amerikalıların ilgi gösterdiği ‘Kampüs restoran’ın müdavimleri arasında Türk öğrenciler de vardı. Fakir öğrencilere yardımcı oluyordu Feridun.
New York’taki mutlulukları, 1 Ocak 1956’da kızlarının doğumuyla taçlandı. Yasemin koydular adını. Her şey yolunda giderken gelen ilk kötü
haber, Feridun’un babasının ölümüydü. Feridun’un askerliğini yapma zamanı da gelmişti.
Hem miras işlerini çözmek, hem de askerlik için o yıl sonunda döndüler Türkiye’ye. Maide ve Yasemin’i İstanbul’a yerleştiren Feridun askere gitti. İlk kez ayrılıyorlardı, özlem ağır bir yük olmuştu ikisine de.
KAZA YAPAN ASKERLERE TERCÜMANLIK YAPTI
29 Ağustos 1958 günü, Feridun, karısı ve kızıyla birkaç gün geçirmek üzere İstanbul’a geliyordu. Bolu’nun Yeniçağa mevkiinde bir lokantada mola verdi otobüs. Feridun ve yedeksubay arkadaşları, daha ısmarladıkları yemekleri yemeye fırsat bulamadan dışardan gürültüler duydular. Ne olduğuna bakmak için yerlerinden fırladılar.
Amerikalı çavuş William Levis Johannes’in kullandığı cip, otobüsten indikten sonra karşıya geçmeye çalışan yaşlı bir adama çarpmıştı. Kazayı gören köylüler, ellerinde taşlar, tırpanlarla bir anda sarmışlardı cipin etrafını. Hepsi öfke içinde bağırıp çağırıyor, cipi sarsıp duruyorlardı. Amerikalı askerler paniklemiş, cipin kapılarını sıkıca kapatmış korkuyla bekliyorlardı olacakları.
Muhtemel bir linç olayı yaşanmasından endişe eden Feridun, hiç düşünmeden kalabalığın önüne atıldı. Üniformasını görünce duraksayan köylüler yol açtılar ona.
Arabaya yaklaşmayı başaran Feridun, bir yandan kalabalığa sakin olmalarını söylerken, bir yandan da Amerikalı askerlerden camı aralamalarını istedi.
O kargaşada İngilizce bilen biriyle karşılaşmak sevindirmişti askerleri. Umutla dinlediler onu. Feridun, yerde yatan yaralıyı hastaneye götürmelerini söyledi. ‘Hem bir hayat kurtarmış olursunuz, hem de yaptığınız kazayı biraz olsun telafi etmiş olursunuz’ dedi.
Kabul ettiler askerler. ‘Tamam, biz yaralıyı alıp hastaneye götürürüz ama kalabalık arabanın etrafından biraz açılsın’ yanıtını verdiler. Feridun inandı onlara. Köylülere döndü, ‘Sakin olun. Yaralıyı hastaneye götürecekler. Biraz açılın da inip arabaya alsınlar’ diye bağırdı. Birkaç kez tekrarladıktan sonra geri çekilmeye ikna edebildi onları. İnsanlar yavaş yavaş açtılar yaralının etrafını.
Feridun, inip yaralıyı almalarını beklerken onlar kaçmaya hazırlanıyordu. Kendilerine yardım etmeye çalışan Feridun’un hayatını tehlikeye atacakları akıllarına bile gelmiyordu.
Cipin önü açılır açılmaz, direksiyondaki Çavuş William bir anda gaza bastı. Cip kalabalığın şaşkın bakışları arasında fırladı. Onlar hızla uzaklaşırken, Feridun çılgına dönmüş kalabalıkla baş başa kalmıştı.
Onu, Amerikalılara yardım etmekle suçluyorlardı. ‘Onlarla fanfinfon konuşup kaçmalarını söyledin’ diyerek tartaklamaya başladılar önce. Öfkelerini Feridun’dan çıkarmaya çalışıyorlardı. Yedeksubay arkadaşları yardım etmeye çalışsa da araya giremediler.
Dizginlenmesi zor bir öfke seli oluşmuştu. Bir köylünün attığı yumruk, Feridun’un çenesinde patladı. Yumruğun şiddetiyle yere devrilen Feridun tam kalkmaya çalışırken, bir acı hissetti. Sırtına saplanan bıçak, bir anda nefessiz bıraktı onu. Yere serilip kaldı.
Gözlerinin önünden Maide ve Yasemin’in gülen yüzleri uçuştu son kez.
AMERİKALILAR ÖZÜR BİLE DİLEMEDİLER
Kocasının ölümü sanki Maide’nin içine doğmuştu. Misafirliğe gittiği Göztepe’den dönerken Kadıköy iskelesinde içini bir sıkıntı basmıştı. ‘Yasemin’in ağlayıp durmasındandır herhalde’ diyordu kendi kendine.
Eve geldikten bir süre sonra ulaştı kara haber. Kollarına atılmayı beklediği Feridun’un öldüğünü söylüyorlardı. 30 yaşındaki gencecik adam nasıl ölebilirdi? Yeniçağa’daki kazayı, sonra yaşananları anlatmaya çalışan dostlarını işitmiyordu. Dünyaya kapanmıştı gözleri kulakları.
Günlerce sürdü bu. Mutluluklarının hiç bitmeyeceğine, ebediyen birlikte olacaklarına öylesine inanmıştı ki, gelecek planlarının kumdan kaleler gibi yıkılıp gitmesini kabullenemiyordu.
Aylar sonra kendine geldiğinde ilk gördüğü Yasemin’di. Ona söylenmemişti babasının öldüğü. 2.5 yaşındaki çocuk, pencerede babasını bekliyordu hala.
Sevgili kocasını bıçaklayan ‘Çamur Şevket’ (Kocabaş) ise çoktan çıkmıştı cezaevinden. Eski bir sabıkalıydı. Her cezaevine düştüğünde ‘hasta’ raporu alıp dışarı çıkmanın bir yolunu buluyordu. Yine bulmuştu anlaşılan.
Cipin çarptığı 58 yaşındaki Hüsnü Uzun adlı adam, Amerikalı askerler kaçınca kan kaybından ölmüştü. Feridun ile birlikte iki kişinin ölümüne neden olan Amerikalı askerler ise ortada yoktu.
Kazayı inceleyen bilirkişiler, Çavuş William’ı yüzde 100 suçlu bulmuştu. ABD ve Türkiye arasındaki askeri anlaşmalara göre, Amerikan askerleri görevleri sırasında işledikleri suçlar nedeniyle Türkiye mahkemelerinde yargılanamıyordu. Oysa Çavuş William ve arkadaşları o sırada izinliydi, görev başında değillerdi. Yine de hiçbir mahkeme yargılayamadı onları.
Menderes hükümeti, bu olayın peşine düşmek bir yana aracılar gönderip, Maide’nin tazminat davası açmaması ricasında bulundu. Tuslog yönetimi ise bir özür bile dilemedi ondan. Her iki cephe de bir gencin yok yere ölümünü örtbas etme peşindeydi.
ABD Konsolosluğu ve Tuslog yönetimine yaptığı başvurulara uzun süre yanıt alamadı Maide. Bıkmadan mücadeleye devam edince, İstanbul’daki askeri mağazada (PX) iş verdiler ona. Geçinebilmek ve kızını okutabilmek için ihtiyacı vardı buna.
Çalışmaya başlarken kendine yeni bir düzen kurdu. Babadan kalma evi ve Amerika’dan getirdikleri arabayı satıp, Harbiye’de yeni bir eve taşındı. Her köşesine Feridun’un anılarının sindiği evde yaşamaya tahammül edemiyordu.
FERİDUN’UN BENZERİ AVUKATI BABASI SANDI
Maide, işten her dönüşünde Yasemin’i pencerede babasını beklerken buluyor, içinde henüz kapanmamış yaraları her gün yeniden kanıyordu. ‘Anne babam askerden ne zaman gelecek?’ diye sorup duruyordu Yasemin.
Bu sırada aile çevresi de genç yaşta dul kalan Maide’yi evlendirme telaşına kapılmıştı. Uygun bir koca bulma arayışındaydılar. Eniştenin damat adayı bir avukattı. ‘Resmi işlemlerine bakacak birini buldum’ bahanesiyle onu Maide ile tanıştırmaya çabalıyordu.
O ana kadar çok sayıda talibi reddetmiş olan Maide, yine aynı yöntemin uygulandığını tahmin ediyordu. Eniştesini kırmamak için kabul etti tanışmayı.
Randevu saati gelip avukatın bürosuna gittiğinde gözlerine inanamadı. Feridun’un bir benzeri duruyordu karşısında. Açık renk gözleri, kumral teni, boyu bosu, çok benziyordu ona. Tek fark, Feridun’un yüzündeki masum havanın onda olmamasıydı.
Hemen terk etti orayı. Eniştesine, ‘Olmaz’ dedi, ‘Bu beyi avukat olarak istemiyorum. Gözüm tutmadı.’ Eniştesi de ısrarcı olmadı.
Gene bir akşam işten yorgun ve mutsuz döndüğünde Yasemin açtı kapıyı. O güne kadar olmadığı kadar neşeliydi. Onu görür görmez kollarına atıldı:
- Anne müjde, babam askerden geldi !
Sonra onu bırakıp, koşarak salona döndü Yasemin. Maide kızının peşinden gitti. Şaşkına döndü o an. Eniştesi ve avukat salonda oturuyorlardı. Yasemin de avukatın kucağına oturmuş, sürekli tekrarlıyordu; ‘Anne babam geldi.’
En yakın koltuğa çöktü Maide. Avukatı, babası olarak tanıtıp küçücük çocuğu aldatmışlardı!
Ancak ‘O baban değil’ diyerek, onu bir kez daha yıkmaya hakkı var mıydı? Cesaret edemedi kızının karşısına çıkıp da ‘Baban öldü’ demeye. Direnmeyi bırakıp, avukat ile evlendi.
Kızının mutlu olacağını sanıyordu. Olmadı. Onun gerçek babası olmadığını bir süre sonra içgüdüleriyle anladı Yasemin. Dahası gerçek babasının öldüğünü bir gün okulda öğrendi tesadüfen. O zaman daha çok yıkıldı küçük kız.
Maide hanım da mutlu olamadı avukat ile. Bir gün Feridun’un nikah günü yakasına taktığı orkideyi buldu bir kitabın arasında. Oraya koyup sonra unutmuştu varlığını. O günü hatırlayıp gözyaşı döktü yıllar sonra...
OKURA PUSULAAsla unutmadı bu cinayetiMaide hanımın avukat olan eşinden bir de oğlu olmuştu. Kızı ve oğlu için mutluluğu yakalayamadığı bu evliliğe uzun süre katlandı. Ancak eşinin bir ihanetini yakalayınca daha fazla devam ettiremedi beraberliğini. O gün derhal boşandı. Yıllar sonra yeniden evlenen Maide hanım, şimdi mutlu.
Ancak Feridun Samuray’ın başına gelenleri asla unutmamış. Dönemin koşulları içerisinde onun hakkının teslim edilmediğini, cinayetin kamuoyunda yeterince yankı bulmadığını düşünmüş hep.
Yasemin ise büyüdü ama hálá babasını zamansız, haksız ve de anlamsız bir şekilde kaybetmiş olmanın izlerini taşıyor ruhunda.
ANLATSAM ROMAN OLUR HER PERŞEMBE KANAL D EKRANLARINDA Yaşam öykünüzü bekliyoruzFax: (312) 428 53 18
e-mail: fbildirici@ hurriyet.com.tr
Mektup adresi: Anlatsam Roman Olur
Hürriyet Bürosu Cinnah Cad.No 8 K.Dere/Ankara
Web sayfası: www.hurriyet.com.tr/anlatsam
SONRAKİ ÖYKÜTRABZON’DAN LEJYONERLİĞE UZANAN BİR YAŞAM