Güncelleme Tarihi:
Günün hararası gürarası arasında vakit ayıramadığım kimi güzel ekleri, dergileri gece yattığım yerde oku...maya çalışıyorum. Bizim Ufuk’un (Sandık) elinden çıkan OTOYAŞAM eki de bunlardan biri. Doğrusu meraklı değilimdir öyle otomobile motomobile ama (böyle söyleyince bir garip oldu oto-moto), ilgiyle okuyacağım bir iki yazı mutlaka buluyorum her sayısında.
*
Geçenlerde...
Sabah evden çıkıyorum, arabamla.
Apartmanın merdivenlerinin tam da dibine, insanların kapıdan çıkışını engelleyecek şekilde park eden bir araba ... yok bugün, Allah Allah !?
Direksiyona oturuyorum, bizim ara sokaktan ana caddeye çıkacağım... sağdan gelmekte olan kocaman, siyah cip zınk diye frene basıp duruyor. Sürücüsü geniş bir gülümsemeyle bana ‘Buyrun, yol sizin!’ diye işaret ediyor. Hemen yürümüyorum tabii, bir puştluk vardır işin içinde, yoksa niye bana yol versin ki, babamın oğlumu?
Öööyle bekliyorum, ben ona bakıyorum o bana... Bir kere daha ‘Buyrun, buyrun’ deyince, teşekkür filan etmeden ilerliyorum, ne teşekkür edeceğim lan, verdiği yol babasının malı mı kavatın!
Her gün, Hakkı Şehithan Caddesi’nin iki yanına araçlar park eder. Sol tarafta, değil park, durmak bile yasaktır, ama millet arabasını vardı da şeyine mi, garajına mı sokacaktı, bir yere park edecek elbet. Bu kadar apartmana ruhsat verirken düşünselerdi değil mi, kapımın tam önüne park ederim abi, tıpkı Trio adlı ‘heyir dresser’e gelen BMW’li, spor Peugeot’lu sosyetik hanımlar gibi, onlar da, üç adım yürüyecek değiller a, kuaförün tam kapısının önüne park edecekler elbet, zaten polis de ses etmez, ‘anlayışla’ karşılar Trio’yu!!!
Bugün, yol boyunca park etmiş tek bir araç bile yok!
İçimde bir sıkıntı hissetmeye başlıyorum ağır ağır, bir tuhaflık var bu işte ama, hayırlısı...
Normalde, bizim tarafa yeşil yandığında:
(1) Diğer yönden gelen arabalar, ‘yeni kırmızıya geçmiş ışıkta geçmenin bir mahsuru yoktur’ diye düşünürler. Onun için, size yeşil de yansa, önce yola bir bakmanız gerekir, öbürleri kırmızıda durmuş mu diye, öyle hemer yürünmez.
(2) Ve daha yeşil yandı yanmadı, arkadan öküzün biri ‘Dıt’ diye bir kornacık çalıverir, gaz kaçırır gibi. Eğer müteakip 2 saniyede fırlamazsanız, artık sunturlu bir ‘Dıııııııııııt’ hak etmişsiniz demektir.
Aaa, bu kez karşı yönden gelenler araçlar daha sarıya geçerken zınk diye duruyor. Ve benim geç harekete geçmeme rağmen, arkamdaki taksi korna çalmıyor.
Ulan ne oldu böyle bizim millete?
Akmerkez’e doğru yöneliyorum. Caddeyi bölen bir yaya geçidi vardır. Yayalar buradan pek geçmez, genelde ‘yaya geçidi olmayan’ yerleri tercih ederler, zaten yaya geçidi olsa da araçlar yayalara yol vermez ki...
Aaa? İki üç kişi yolun sağında toplanmışlar, yaya geçidinden geçmek üzere uygun bir zaman bekliyorlar. Ve benim önümdeki taksi, frene basıp yayalara yol veriyor. Hem de, sıkı durun, tamamen durarak... Biliyorsunuz, Türkiye’de bir araba size es kaza yol verirse, tam durmaz, ağır ağır üstünüze sürmeye devam eder ki rahat rahat geçemeyesiniz, buna karşılık yaya da, yolu aldı ya bir kere, kıçını dönüp - bilhassa çaprazlamasına ki daha uzun sürsün - ağır ağır, manda temposuyla, yolu kat eder...
Yoo, bu sefer taksi hiç kıpırdamadan duruyor, yayalar da - başlarıyla şoföre tek tek teşekkür ederek - hızlı hızlı karşıya geçiyorlar.
Allah’ım sen bana akıl fikir ver, n’oluyo benim insanlarıma?
Tam bu sırada, ben yayalara bakayım derken, önümde frene basan Mercedes’in tamponuna lak diye bindiriyorum. Siyah, füme camlı uzun kasa Mercedes’in kapısı cart diye açılıyor, içinden temiz traşlı, siyah takım elbiseli, siyah gözlüklü, iri yarı bir adam iniyor, süratle bana doğru geliyor, benim kapımı açtığı gibi...
- Beyefendi, bir yerinize bir şey olmadı inşallah değil mi?
- Yok Allah’a şükür ama galiba fren lambanızı kırdım, diyorum titreyerek. Normalde, herifin, annemle ilgili fantezilerini sıralarken bir yandan da bana ‘Önüne baksana lan davar, görmedin mi lan koca arabayı!’ demesi gerekmez miydi belindeki tabancaya davranaraktan...
- Canınız sağ olsun, diyor beriki. Can yanmasın da, araba kolay...
Ben de iniyorum arabadan, el sıkışıp kendimizi tanıtıyoruz, birbirimize geçmiş olsun diyoruz.
- Çok özür dilerim, bir an yayalara kaydı gözüm, durduğunuzu göremedim...
- Estağfurullah beyefendi, ben de biraz sert frene bastım galiba, kabahat bende...
- Yok efendim, bütün suç bende!
Aman Serdar, oğlum, n’oluyosun lan, sen de mi incelmeye başladın?
Trafik polisini arıyoruz, zabıt tutturmak için.
İki dakika geçiyor, geçmiyor, ana, o ne, bir ekip geliyor hemen. Yahu normalde üç kere aramamız, iki kelime anaavratmamız gerekirdi, ki okeyi bırakıp... Nerede kaldı bu işin zevki?
Pırıl pırıl bakımlı bir trafik aracından, pırıl pırıl bakımlı iki memur çıkıyor. Arabadan inerken kasketlerini geri atmadıkları gibi, gömleklerini pantolonun içine de tıkıştırmıyorlar, zaten ağızlarında cigara da yok...
Ulan bu ne biçim polis? Bizden olmadığı kesin de...
Yanlış bir memlekette olmayayım ben? İşte bu anda bir panik başlıyor bende...
- Geçmiş olsun beyler, diyor polis memuru, canı yanan olmadı inşallah!
O an fark ediyorum. Bizim muhtemel kavgamızı seyretmek için etrafa kimse birikmemiş hâlâ. Kimse gelip de ‘Mercedes halkı memur abi, bu adam arkadan çarptı...’ falan diye maydanoz olmuyor mevzuya. Halbuki benim insanım böyle durumlarda bilirkişi yazılır, şahit gerekse arazi olur ortadan...
İşte ne olduysa bu anda oldu, bende film koptu.
Nedense, başka yer yokmuş gibi, otobüs durağında yolcu indiren bir minibüs şoförü, önünde durmuş birini bekleyen kadın şoföre, beline kadar pencereden sarkarak seslendi:
- Hanımefendi, rahatsız ettim ama, rica etsem, biraz ileri alıp bana bir yol verebilir misiniz size zahmet!
İşte tam bu anda ben çığlığı basmışım. Ben İstanbul’da uyumuştum, sabah nerede uyandım Yarabbi? Bu medenî memleket neresi, bu medenî insanlar kim? Ben neredeyim, size neler oluyor canım, bana neler oluyor?
- Beni vatanıma geri götürün! İnsanlarımı geri verin... diye bağırıyordun rüyanda baba!
Ohhhhh, şükürler olsun Yarabbim, sadece kötü bir rüyaymış, ulan topluca inbeleştik zannettiydim iyi mi!
*
VE BU RÜYANIN SUÇLUSUNU DA BULDUM: UFUK SANDIK
Dedim ya, bazı güzel eklere gündüz vakit olmuyor, gece yattığım yerde keyfini çıkarıyorum diye. O gece de bizim OTOYAŞAM’da Ufuk’un ‘KİBAR SÜRÜCÜ GÜNÜ’ yazısını okuduktan sonra başıma gelmiş bu felaket, kâbusumun sebebi Ufuk’muş meğer...
Ufuk aşağıdaki yazısını ‘sanırım İstanbul’da bunu 365 güne çıkarmak gerekli’ diye bitirmiş. Ben de, yaşça büyük ve bu sebepten Türkler ve Türkiye hakkında daha tecrübeli bir abisi olarak diyorum ki, ‘Zinhaaaar! Türk şoförlerini, bırak senenin 365 günü, bir gün böyle jantiy olmaya mecbur bıraksan, ertesi gün hepsi kafesi açılmış ayılara döner, kan gövdeyi götürür alimallah!’
İşte Ufuk Sandık’ın kâbus müsebbibi yazısı:
Kibar Sürücü Günü
Geçen hafta Paris’teydim. Paris’te de bütün büyük şehirlerde olduğu gibi özellikle sabah saatlerinde yoğun bir trafik vardı.
Taksi şoförüyle Paris ve İstanbul trafiğiyle ilgili konuşurken, şoförümüz bugünün ‘direksiyonda kibarlık günü’ olduğunu söyledi. Yani, anneler, babalar günü, sigarayı bırakma günü, kadınlar gününe benzer bir kutlama yapılıyormuş. Tüm sürücüler o gün, trafikte daha nazik davranıyor, trafikte her günden farklı olarak daha dikkatli oluyorlarmış. Bunu duyunca, Türkiye’de özellikle İstanbul’da da bir günün direksiyonda kibarlık günü olarak kutlanması gerektiğini düşündüm. Ne muhteşem bir şey olurdu...
Düşünsenize, o gün sürücüler, trafik kurallarına uyuyor, diğer sürücülerin ve yayaların haklarına saygılı davranıyor, yol veriyor, korna çalmıyor, gereksiz yere şerit değiştirmiyorlar. Böyle bir manzarayla karşılaşsam, rüya gördüğümü zannederim.
Ama, direksiyonda kibarlık günü tek bir günle sınırlanmamalı, sanırım İstanbul’da bunu 365 güne çıkarmak gerekli. (Otoyaşam)