Güncelleme Tarihi:
Bir röportajınızda Almanya’da uyum problemi yaşayan Türk kadınlarının sorunlarını aktarmak için bir aracı olarak sinemayı seçtiğinizi okudum. Ne kadar doğru bu?
- Evet, ben de okudum onu. Bekliyordum birisinin bana “O ne demek” diye sormasını. Açıkçası öyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Belki 20 sene evvel demiş olabilirim. Ama tam tersi aslında. Yani yanlış anlamayın ama, Almanya’daki Türkler beni ilgilendirmedi diyeceğim neredeyse. Çünkü büyüdüğüm çevre ve ailemde bu tür sorunlar yoktu. Gittiğim kolejde fazla Türk yoktu. Öğretmenlerim değişik kültürlere ilgi gösteren insanlardı. Kültürümün merak edildiği bir ortamda büyüdüm. Ama oyunculuğa başladıktan sonra Alman tipi olmadığım için bazı rolleri oynayamayacağımı anladım. Ailesi tarafından ezilmiş Türk kızı rolleri gelmeye başladı. Bana uzak bir konuydu bu. Okuduğum senaryolar sayesinde anladım durumu ve Almanya’ya Anadolu’dan gelen aileleri izlemeye başladım.
Oyunculuğa nasıl başladınız?
- Of, çok erken yaşta. Karar zaten 12 yaşında verilmişti. Ailemin Amerikan filmi hayranlığı vardı. İstanbul’daki tatillerimizde yazlık sinemalara giderdik. Almanya televizyonlarında da eski Hollywood filmleri gösterilirdi. O zamanlar bütün o güzel kadınlar ve yakışıklı erkeklerin hayatlarına imrenirdim. Daha yeni gitmiştik Almanya’ya, 7 yaşındaydım. Berlin’in havası karanlık. Yeni bir dil öğrenmemiz lazım... Çocuk kafasıyla hayal kurardım. O filmlerin içine girebilirsem, ben de çok heyecanlı bir yaşam süreceğim diye...
Öyle oldu mu peki?
- Hem oldu hem de olmadı. Bir rol oynarken, onun dünyasına giriyorsun tabii. Hiç olmazsa ben sahiden karakterin yaşamına dahil oluyorum. Bu kısmı maceralı. Ama filmcilik yaparken her zaman güzel şeyler gelmeyebiliyor başına. Zaten hiçbir şey sadece güzel olmaz. Her risk aldığında başarısızlığı da kabul ediyorsun aslında. Yine de oyunculuk bana, değişik ve maceralı bir hayat sürme imkanı verdi.
Oyunculuk kararı 12 yaşında verilmişti demiştiniz. Aileniz tarafından mı?
- Hayır. Ben o yaşta kati bir karar verdim. Kendimi bir sürü kadına dağıtmak istiyordum. Telefon rehberinden oyunculuk okullarına baktık o zamanki arkadaşımla. Devlet Tiyatrosu’na bağlı bir özel okul bulduk. Cesaretimi toplayıp ben aradım. Bir kadın çıktı. Dedi, kaç yaşındasın. 16 dedim ama 12’ydim daha. Ne yapıyorsun, diye sordu. Lisede okuyorum. İyi o zaman okulunu bitir de gel, dedi. Hedefim oyuncu olmaktı. Yolumu belirlemek istiyordum ama yeteneğim var mı merak ediyordum. İyi bir şeyler hazırla va gel, dedi kadın. Ama manasız olduğunu anladım, gitmedim. 15’imde tekrar aradım. Dedim, o zaman yalan söyledim ancak 15 oldum ben. Güldü, hadi gel dedi. Klasik oyunlardan üç karakter seçtik, oynadım. Çok yetenekli buldu. Ama okulumu bitirmeye mecburdum, ailem bırakmazdı yoksa. İsmimi ve başvuracağım tarihi yazdı. Geldiğinde yerin hazır olacak, dedi. Böylece lise biter bitmez oyunculuk okuluna başladım.
Sonra aile destekledi mi peki?
- “Çok zor olur kızım, hele yabancı memlekette sana rol çıkacak mı” dediler. Sonuçta güzel bir şey olduğu için diretmediler pek. İyi bakalım çok istiyorsan yap, dediler. Zaten televizyon filmlerinde çıkmaya başladım hemen. Kısa sürede iş aldığımı görünce işin peşini bıraktılar.
AMERİKA BANA KENDİ AYAKLARIM ÜZERİNDE DURMAYI ÖĞRETTİ
Almanya’da 10 küsur dizide, 50’ye yakın televizyon filminde oynamışsınız. Ben geçen sene vizyona giren Zenne’deki rolünüzle tanıdım sizi ve bayıldım. Daha evveli var mıydı?
- Türkiye’de iki projede oynamıştım. 98’de Erden Kıral’ın Avcı filmiyle Altın Portakal’a gitmiştim hatta, onu hatırlayanlar var. Ondan evvel Ersin Pertan’la çalıştım. Rahmetli oldu; çok hoş, çok sevdiğim bir insandı. Orhan Kemal’in ‘Tersine Dünya’ romanını filme çekmiştik. Kadınlarla erkeklerin rolleri değiştirdiği bir sosyal toplum romanıdır. Demet Akbağ, Lale Mansur ve ben kabadayılar rolündeydik, çok hoştu o iş.
Neden o zaman Türkiye’de kalmaya karar vermediniz?
- O sıra “Türkiye’de kal, iyi çalışırsın” diyen çok oldu. Ama o zamanki ortam bana davetkar gelmedi. Biraz çekindim galiba. Hem çok gençtim. Türkiye’den biraz korktum. Beraber çalıştığım insanlarla iyi anlaştım ama çalışma arkadaşlarımla aramda jenerasyon farkı vardı. Türkiye daha kapalı bir toplum imajı çizmişti gözümde. Almanya’da büyümüş biri olarak farklı kalıyordum. Kafamda Amerika’ya gitmek vardı. Bu arada, Veda dizisi ve özellikle Zerre’de çalıştığım ekip başka bir jenerasyon. Benden daha gençler ama onlarla çok uyumluyuz. Daha dürüst bir ortam bu. Eskiden daha büyük egolar vardı. Bugün insanlar daha çok, işinin peşinde.
Çok istediğiniz o Amerika macerasını yaşamışsınız. Nasıldı Hollywood deneyimi?
- Büyük bir maceraydı bu. Kendi başıma bir yerlere gitmek, tek başına bir şeyler yapabileceğimi ispat etmek istiyordum. 6 yaşımda ailem tarafından Almanya’ya getirilmemin de etkisi var belki bilinçaltında. Bu kez kendi yaşamımı kuracağım, kendi seçeceğim bir yerde yaşamak istiyordum. Hollywood’daki oyunculuğu görmeyi de diliyordum. Dersler aldım, kendimi başkalarıyla ölçtüm. Amerika deneyimi hem oyuncu hem de bir kadın olarak çok şey kazandırdı bana.
Neden bir kadın olarak dediniz?
- Ne bileyim işte, tamamen kendi ayaklarımın üzerinde durdum. Hiçbir erkeğin desteği olmadan. O dönemde yanımda birisi yoktu zaten. Ufak tefek ilişkilerim oldu ama ciddi olmadı hiç. Kendi çabamla yeni bir hayat kurmuştum.
Ama sonra döndünüz...
- Maceranın sonu geldi. Hep öyle olmaz mı? Orada çalışmalarım oldu. Dennis Hopper ve Elizabeth Hurley’nin oynadığı, Nicholas Roeg’un yönettiği ‘Samson and Delilah’ adlı TV filminde oynadım mesela. Ama ona benzer işler tutturmak zordu. Bütün memleketlerin ünlüleri Hollywood’a gelip, bir şeyler denemeye çalışıyor. Etrafında seni destekleyecek birileri olmadan zor işler. Lobi lazım anlayacağın. Baktım altı sene olmuş gideli, zaman çabuk geçiyor. Ömrümün sonuna kadar uzak bir yerde yaşamak istemediğime karar verdim.
Lobi ihtiyacı Türkiye için de geçerli değil mi?
- Tabii her yer için geçerli de, Los Angeles’ta durum biraz daha farklı. Penelope Cruz ve Antonio Banderas’ın falan o kadar meşhur olmalarının sebebi, Hollywood’da çok Latin Amerikalı olması. Tüm Amerika’ya yayılan Latin Amerikalıları sinemaya çekmek için de perdeye onlar geliyor. Yahudiler birbirlerine çok destek oluyor. Hollywood’da büyük bir Türk yapımcı olsaydı, Türk oyunculara seyirciyle tanışma imkânını mutlaka verirdi.
BEDENİMDEKİ RAHATLIK BENİ SEKSİ GÖSTERİYOR
Şimdi İstanbul’dasınız Veda dizisiyle. Türkiye’de mi yaşayacaksınız artık?
- İstanbul Berlin arası iki saat. Amerika gibi değil, istediğim an gidip gelebilirim. Yine de yolumu projeler çizecek tabii. Buraya İstanbul’da yaşama isteğiyle geldim. Yaşamak istediğin yerde çalışman da lazım. O zaman Zenne çıkmıştı. Çok isteyerek kabul etmiştim. Sonra Zerre oldu. Şimdi de Veda’yı çekiyoruz. Bundan sonra güzel projeler çıkarsa, kalmayı çok isterim. Yok olmazsa, para kazanmak için başka yere gitmem lazım.
Diliniz oynarken hiç Almanca’ya kaymıyor mu?
- Kayıyor. Şu an duymuyor musunuz?
Konuşma ritminde ve vurgularda biraz hissediliyor. İçinde Türkçe konuşulan bir evde büyüdünüz herhalde?
- Evet, annem babam İstanbul’dan düzgün bir Türkçeyle gelmişti. Teyzelerim de lise öğretmenleri olarak dile çok dikkat ederdi. Zaten hep düzgün bir Türkçem vardı ama son zamanlarda üzerine çok çalışıyorum. Ara sıra Almancaya kayıyor tabii ama o da yakında düzelecek. Şimdi çat diye bir telefon gelse ve Almanca konuşmam gerekse mesela, ilk iki dakika aksanım olabilir. Geçen gün başıma gelince çok güldüm. Halbu ki tamamen aksansızdır Almancam.
Standart güzellik kalıplarına uymayan, karakteristik bir tipiniz var. Ama hakkınızda çok bahsediliyor, fena seksi bir kadın diye...
- Süper bu. Duyduğumda çok memnun oluyorum. Değişik bir tipim var. Bir de fazla değiştirmedim. Annem Çerkez, babamın dedesi Erzincan tarafından gelme. Çok karmayım yani. Herhalde etkisi vardır. Bir de Almanya’da büyümüş olmanın verdiği rahatlığı bedenimde gösteriyorum herhalde. İnsanlar bunu seksi buluyor. Rahat durduğunuzda vücudunuzun kıvrımları ve kırılmaları ortaya çıkıyor ya, insanlar “Vay seksi!” falan diyor. Zaten seksi olmak rahat ve doğal olmakla ilgili herhalde. Ama ben kendimi çok seksi hissetmiyorum.
Rolü kabul ederek risk aldım ama değdi
Zerre bir ilk film. Rolü kabul ederken tereddüt yaşamadınız mı?
- Yaşadım tabii canım. Riskliydi. Her şey başka türlü olabilirdi. Zaten İstanbul’da yaşama planım vardı. Zerre’nin ekibiyle tanıştım. Çok hoş insanlardı, tedirgin olmaya gerek yoktu. Ama hoş insan iyi film yapar mı belli olmaz. Yönetmenin ilk filminde nasıl bir çalışma yapacağını hiç kestiremiyorsun. Ama Erdem Tepegöz’ü çok derin düşünceli bulmuştum. Karakter de çok güzeldi. İstanbul’a gelmeyi düşünmesem belki o kadar çabuk güvenmezdim. Ama hiç olmazsa insanlarla tanışırım, güzel bir rol oynamış, içini doldurmaya çalışmış olurum dedim. Risk aldım ve bu kez her şey güzel oldu.
Almanya’daki Türk kızlarıyla ilgili söylediklerinizi düşünüyorum. Tarlabaşı’nda annesi ve kızıyla oturduğu evi, haftada 90 lira gelirle geçindirmeye çalışan Zeynep’in dünyası da size çok yabancı aslında. Çünkü Türkiye’deki sosyoekonomik duruma hakim değilsiniz.
- Evet Zeynep’in hayatı da bana çok uzaktı. Başta çok yabancıladım. Yönetmenimle konuştum en başından. Haftada 90 liraya çalışan var mı yani, diye sordum. Dedi ki var. İnanmaya mecbur kaldım. Sonra Tarlabaşı ve Dolapdere’de tüm gün çekim yaparken pencerelerden içeri baktım. Varmış gerçekten... Erdem Tepegöz hep söyler, birbirimizden enerji duvarlarıyla ayrıyız diye. Zeynep sokakta yanınızdan geçebiliriz, belki omzunuza değebilir ama görmezsiniz onu. Ama özdeşleşecek, karakteri anlayacak bir kanal buluyorsun işte. Zeynep’in hayatını kendi yaşamımda zaman zaman gördüğüm sıkıntılı dönemlerden yola çıkarak anladım. Bir tünelden koşar gibi olduğunuz zamanlar bunlar. Yatıyorsun kalkıyorsun ama zorluklar ve korku devam ediyor. Jale’nin zorlanmış iç dünyasıyla Zeynep’in yaşadıklarını bir araya getirmeye çalıştım.
Zerre Altın Portakal’dan ‘En iyi ilk film’, ‘En iyi yönetmen’, ‘En iyi sanat yönetmeni’ ve ‘SİYAD Ulusal Uzun Metraj’ ödülleriyle döndü. En iyi kadın oyuncu ödülünün en güçlü adayı da sizdiniz. Sonuç açıkladığında ve sonrasında neler hissettiniz?
- Herkesten günlerce oyunculğumu çok beğendiklerini duymuştum. Ödülü benim almam gerektiğini söylüyorlardı. Zaten başka büyük başrol oynayan kadın oyuncu da yoktu. Ödülü alamayınca ağzım biraz açık kaldı tabii. Ama kameralara göstermemeye çalıştım. Neticede festival bu sonuçta. Jürinin de kendine göre bir düşüncesi vardır. Beni sevindiren filme ve performansıma yapılan olumlu eleştiriler oldu. Ödül için yapmıyoruz neticede bu işi. Hem jüri yalnızca 10 kişi. Öbürlerinin sayısı daha fazlaydı.