Güncelleme Tarihi:
Yaratıcılık içgüdüsel, bununla doğmuş olmaktan dolayı kendimi ödüllendirilmiş hissediyorum. Seramik yapmak, ona doku ve renk kazandırmak, ellerimin arasındaki çamura istediğim formu vermek demek. Yani formun her köşesinde parmaklarımın izini bırakmak. Bir anlamda kalıcı olma gayreti belki de...
Seramik taşınabilir, seyirlik bir şey, çok amaçlı bir materyal. Uygarlığın başlangıcından beri var. Mesela resimde o kadar serbest değilsiniz. Seramik beş duyuya birden hitap eder, dokunursunuz, bakarsınız, kullanırsınız. Gündelik hayatın içinde her türlü şekle sokabildiğiniz bir malzeme.
Yapıtlarımda sertliği ve duruluğu nedeniyle porselen hamuru kullanıyorum. Porseleni hammadde olarak kullanarak çanaklar, tabaklar, heykeller yapıyorum. Estetik değerlerin kaybolmamasını istiyorum. Çünkü çok hızlı sanayileşiyoruz, seri üretim ve fabrikasyon devreye girmiş durumda. Ben de buna karşılık insanları irkiltecek değil, mutluluk verecek eserler yapmak istiyorum.
BİNA RUHSATLARINA SANATA DESTEK ŞARTI
Bir süre orada yaşayınca şunu gördüm: İskandinav ülkelerinde halkın eğitim ve ekonomik seviyesi birbirine yakın, dolayısıyla beğeniler de çok farklı değil. Ayrıca devletin desteği var sanata. Örneğin yeni bir bina yapılıırken devlet, inşaat bütçesinden sanata belli bir pay ayrılmasını şart koşuyor. Bu durumda girişe bir heykel koyacaksınız, pano asacaksınız veya bahçeye iki heykel dikeceksiniz. Herhangi bir toplu konuta girerken bile bu estetik unsurlara rastlıyorsunuz. Keşke Türkiye’de böyle olsa. Böylece insanların estetik beğenisi de yükselir, sanata bakışı gelişir.
İlk sergimi İsveç’te açtım. Eşim hastanede doktor. Hastanede çalışan, getir götür işleri yapan bir eleman sergiyi gezmeye geliyor, gelince bir eser satın alıyor. Sabah kahve içtiği fincan bir sanatçının eseri mesela, herkesin ayrı fincanı var. Üstelik kahve fincanının kimin elinden çıktığı önemli, gidip herhangi bir fincan almıyor. Mesela emekli bir öğretmen geldi, “Şunu çok beğendim, bana izin verir misiniz bankadan kredi çekip alacağım” dedi, ben de hediye ettim o çalışmamı.
Türkiye’deki altın günlerinin benzeri de var o ülkelerde. Ama toplanan parayla sanat eseri alıyor kadınlar. Duvarlarına bir resim, bir taş baskı koyuyor mesela. Seramik de çok popüler.
İnsan memleketinden uzak olunca kendi değerlerine çok fazla bağlılık hissediyor. Bir İznik çini geleneğimiz var. 14, 15, 16’ncı yüzyıllar çiniciliğin şahikası. O dönemde çiniler yabancı diplomatların çok sevip sipariş ettiği, memleketine götürdüğü eserlerken Osmanlı saray halkı tarafından dahi çok kullanılmamış. Hatta saray mutfağındaki çiniler Çin malı. Şimdi o beğenilmeyen İznik çinileri, Avrupa ve ABD’de sergileniyor.
FLORANSA TASARIM HAFTASINA KATILIYOR
Seray Vural, Mimar Sinan Üniversitesi’nde Geleneksel Türk Sanatları eğitimi aldı, seramik bölümünü bitirdi, yüksek lisans yaptı. Paşabahçe cam fabrikalarında yurtdışı için üretilen cam ürünlerin tasarımında çalıştı. Beş yıl İsveç ve Norveç’te yaşadı, 11 sergi açtı. Yurtdışındaki başarılarından dolayı Kültür Bakanlığı’ndan teşekkür belgesi aldı.
Vural, 8MANI-Ottomani projesi kapsamında 22-27 Mayıs’ta Floransa Uluslararası Tasarım Haftası’na katılıyor. “Floransa Tasarım Haftası, dünyanın her yerinden sanatçıları bir araya getiriyor, yeni yaratıcılıklar görmek mümkün, kültürel bir alışveriş, bir esinlenme, etkilenme ortamı aynı zamanda. Marco Testa var işin başında, İtalyanlardan oluşan bir seçici kurulun seçtiği iki eserimi götürüyorum” diyor.
TÜRKİYE’DE HEP ENDİŞELİYİM
Türkiye’de bir şey yaptığımda acaba tepki alır mıyım hissi var hep. Bu sadece siyasetçilerin değil, halkın da tarzı. Herkesin her şeye müdahale hakkını kendinde bulması hoş değil. Bir sergi açıyorsunuz, bunu betondan yapsan olmaz mıydı diyen var. Yassı vazo gibi bir şey yapmışım, bunun içine konyak koyabilir miyim diye soruyor.