Güncelleme Tarihi:
Atlatma haber terimini bilirsiniz değil mi?
Mesela 6 şubat tarihli Hürriyet’in Sedat Ergin imzalı manşeti... mükemmel bir örnek.
Bir gazeteci için haber atlatmak kadar mutluluk veren, haber atlamak kadar da kahreden şey yoktur...
Habercilik iddiası olmayan bir “köşe yazarı” da gazetecidir ve bu sendromdan koruyamaz kendini.
Bu sabah beni yıkan yazı Hakkı Devrim’in köşesindeydi. “Nasıl da aklıma gelmedi, niye ben düşünemedim!” diye kıvramdım bu saate kadar... (Hakkı Devrim, Cihannüma, Radikal, 6 şubat)
Gazeteciliğin temeli 5N1K’dır biliyorsunuz, bizim Cüneyt’in programının adı gibi. (Yani kim, neden, nasıl, niçin, nerede ve ne zaman?) Gazetecinin sorması gereken 5 sualin baş harfidir bunlar... Çünkü gazetecilik, herşeyden önce, doğru soruyu düşünme, bulma, sorma sanatıdır.
Hakkı Devrim’in sorusu çok basitti aslında, ama o kadar önemliydi ki...
ALTI YAŞINDAKİ SAĞIR-DİLSİZ ÇOCUĞA ACI HABERİ KİM VERDİ?
Suali şöyle:
“Minicik Doğa üst kattaki komşularına emanet edilmiş o gece. Anababası, Şeniz ile Şenol Toksoy, iş arkadaşlarıyla Çırağan Oteli’ndeki yemekteymişler. Gece eve dönerken, otomobiller çarptı, üzerlerinden geçip ezdi, öldürdü onları.”
“Bir çocuk için bu haberlerin en kötüsü nasıl verilir ona, üstelik konuşmuyor ve işitmiyorsa. Doğa altı yaşındaymış.”
Daha açık, tekrar sormuş:
“Peki nasıl söylediler? İşitmeyen, konuşamayan bir çocuğa, trafik kazası el kol hareketleriyle nasıl anlatılır?”
Evet, sorulması gereken buydu:
Altı yaşındaki o koca gözlü, şaşkın bakışlı minicik Doğa’ya, annesinin ve babasının ve heyecanla beklediği bebeğin öldüğü nasıl anlatılır?
Gerçi çocuklar, ölümü sanki içgüdüleriyle “anlarlar” ama... Çocuk, yaşadığı ilk ölümü, sanki “ne anlama geldiğini biliyormuş” gibi olgunlukla karşılar... (1)
Ama altı yaşında bir sağır-dilsiz çocuğa anababasının ölümü, el kol hareketleriyle nasıl anlatılır?
ÖLÜM nasıl anlatılır? Siz yirmi, otuz, kırk, elli yaşındakiler... siz “anladınız” mı ölümün ne olduğunu?
(1) Beş yaşındaydım. Evin ağır kapısında Özgül Halam’ın kahkahalarını duyup koştum. Demek ki ilk kez hıçkırarak ağlayan birini görüyormuşum. Üftade Nenem’nin ölüm haberiymiş. Aradan bir yaz, bir sonbahar geçti. Demek ki babaannemlerde kalmışım o gece. Bahçe kapısından içeri girdiğimde, alışılmadık bir hareket hissettim bahçede. Doğru “dokdok dedemin” yattığı odaya gittim, Küçükev’de. Oda boştu. Yatağın yerinde bir çelenk duruyordu. Büyüklere bir şey sorduğumu hatırlamıyorum. Beş yaşında, ölüm denilen kahpeyi tanıyordum ben.