Güncelleme Tarihi:
Otibiz öyküleri (1)
Bizim ailenin ömrü o yolları “otibizlerle” teperek geçti. Adanalılar otobüse “otibiz” derler. İstanbul-Adana, 950 kilometre, 12-13 saat… İstanbul-Antakya bin 200 kilometre 15-16 saat. Baba Adanalı, anne Antakyalı…
Ben, diğer aile mensuplarına göre otibizlerle biraz daha fazla haşır neşir oldum. Çünkü ailenin gerizekalı çocuğu olarak üniversite puanım İstanbul’daki okullara tutmadı. Ablam ve iki kardeşim İstanbul’da okudu, ben Adana’da…
Okul bitti, Adana’da yaşamaya karar verdim. Bu şehirde yaz-kış güneş vardı. İnsanlar çok iyiydi, en uzak mesafe belediye otobüsüyle yarım saatti. Adana’da iyi-kötü bir de iş buldum, “sekreterlik”. İkinci günümde işim sona erdi. İstanbul’da gazetecilikle ilgili bir yıllık bir kurs kazanmıştım.
Kurs bitti, gazeteci adayı olarak işe girdim. 10 yıl geçti. Kendi paramı kazandım. Otobüs seyahatleri sona erdi. Ruhsuz ama hızlı uçak seyahatleri başladı. Fırsat buldukça yine memlekete gittim. Bu bayramda ise züğürtlük nedeniyle mecburi nostalji yaşadım. Kızkardeşimin bebeğine bakmaktan yorgun düşen babam ve annemle birlikte, otobüse atlayıp memleketin yolunu tuttuk.
* * *
Üniversiteden önce de yaz tatillerinde ailece o yolu teperdik. Babam turuncu renkli, Murat 131 markalı, 34 E 1412 plakalı ilk arabasını alana kadar otobüse bindik. Pamuk tarlalarını görünce Adana’ya geldiğimizi anlardık. Bir sürü amcamız vardı ama biz en büyük olan Aziz Amcamın Havuzlubahçe’deki evinde kalırdık. O evi çok severdik.
Adana sıcaktan da öte bir yerdi. Sıcak yalnızca insanlara değil, eşyalara da yapışırdı. Bu nedenle yaz başında halılar kaldırılırdı, pencereler sökülürdü. İstanbul’da asla göremeyeceğimiz “halısız, penceresiz” evler kardeşlerime ve bana çok acayip gelirdi. Camsız ama demirli pencerelerde oturup oyun oynardık. Yine, İstanbul’da asla görmediğimiz ama bizim için çok şey ifade eden bir şey vardı o evde, “dam”. Damda hem yakalamaç oynardık, hem de geceleri uyurduk. Çiğ düşmüş nemli yataklarda yıldızları seyrede seyrede, birbirine bitiştirilmiş somyalarda bir sürü amca çocuğuyla uyurduk. Sabahın köründe güneş tepemize vururdu ama olsun. Çok severdik birbirimizi, sanki babalarımız değil de biz kardeşmişiz gibi...
* * *
Annem Antakyalı olsa da Adana’da büyümüştü. Yedi yaşındayken annesi ölmüştü. Babası onu o yaşta hoca olan dedesinin yanına vermişti. Dedesine ve nenesine bakmayı ilkokula gitmesi gereken yaşta öğrenmişti. Okula gidememişti. Okuma yazma yerine yemek yapmayı öğrenmişti.
Bize Adana yemekleri yapardı. Kurumuş patlıcandan dolma, incecik sarma, tava, içliköfte, mercimekli köfte, kısır… İstanbul’da, kültürümüzü unutmamamız için yaptığı özel bir uygulama değildi bu. Yalnızca, ne biliyorsa onu yapıyordu. Babamın arkadaşları babama sipariş verirdi. Hatta yalvarırlardı. Annem onlara da içliköfte yapardı.
Annemle babam çocukları çok severdi. Bu nedenle apartmandaki çocuklar da bizim evde büyürdü. Hepimize birden bu kadar şefkat göstermeyi nasıl başarırlardı, bilmiyorum. Bizim evde bolca zaman geçiren çocukların yemek alışkanlıkları da bize benzerdi. İstanbullu çocuklar acılı yemekleri büyük bir iştahla yerdi.
Evimizde, yalnızca kebabı babam yapardı. Pek çok Adana erkeği gibi o da küçükken kebapçıda çalışmıştı. Zaten Adana erkeklerinin mutfak işleri konusunda delikanlılıklarını bozmayan tek yemek çeşidi kebaptı. Ve yanına yaptıkları sumaklı soğan salatası… Kebabı şişe saplamak maharet ve güçlü parmaklar isterdi. Sanırım Adana erkeklerinde “şişe saplama geni” falan vardı. O şişleri arada birbirlerine, akrabalarına ve karılarına da saplarlardı ama bu durum Adana’da “doğal” karşılanan bir şiddet türüydü.
Adana’nın en ünlü kebapçılarından biri Mesut’tu. Her Adana ziyaretimizde en az iki-üç kez Mesut’a gidip kebap yerdik. Sınırımız yoktu. Ne kebapta, ne de şalgamda. Sokak kebapçılarından da sterilizasyon korkusu olmadan yerdik. Adana’da hiçbir kebapçının kötü kebap yapma şansı olamazdı. Çünkü asla yutturamazdı.
* * *
Ben üniversitedeyken Adana McDonald’s’la tanıştı. Hangi akla hizmeten geldiklerini hiçbir zaman anlayamadım. Üzeri kebap dumanıyla kaplı bu kentte hamburger satılma ihtimali, Fatih Terim’in Fenerbahçe’ye teknik direktör olma ihtimali kadar zayıftı. Belki de üniversite öğrencilerine satabileceklerini düşündüler. Bu düşünce de anlamsızdı. Çünkü şehir dışından gelip Adana’da okuyan gençler garip bir şekilde, en çok bir yılda “sapına kadar Adanalı” oluyordu. Bu şehrin havasında suyunda bir tuhaflık vardı.
McDonald’s 80’lerin sonunda Adana’da başarılı olamadı. Çünkü kebapçılar muhteşem lezzetin yanında bir de, hizmeti ayağa kadar götürüyorlardı. Hem de inanılmaz bir hızla… “Evlere, işyerlerine servis” denen bir şey vardı. Kebaplar hızla yapılıyor, yanına bol bol nane, maydanoz, közlenmiş biber, domates, süs biberi, turp, marul, sumaklı soğan salatası vs. konup, değil soğumak, ılımadan sipariş verene götürülüyordu.
O tarihlerde bir söylenti çıktı. O yüzden ne kadar doğru bilmiyorum. Bana anlatılanlara göre, McDonald’s kopya çekmeye karar verdi. Belki de dünyada ilk kez “evlere servis” hizmetini başlattı. Dünya devinin, yerel kebapçıları taklit çabası o tarihlerde gazetelerin gözünden kaçtı.
Sonuçta kesin olan şey, çoğu kebapçının adını bile bilmediği McDonald’s’a karşı Adana’da büyük bir zafer kazanıldığı.
* * *
Adana yemekleri çok zahmetlidir. Adana aileleri ise çok kalabalık. Birkaç aile, aynı binada bir arada yaşar. Evdeki bir ya da iki kadının bir başlarına ahaliyi doyurabilecek kadar yemek yapabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle yaprak sarması, dolma, şırdan-mumbar dolması yapılacağı zaman mahallede ne kadar kadın varsa bir araya gelir. İçinde “iç malzemesi” olan leğenin başına oturur, kimi önüne tahta alır, kimi tencerelerin tersini kullanır, ha babam de babam ya yaprakları sararlar, ya dolmaları ya da mumbarları, şırdanları doldururlar.
Yaprakları deste deste birbirine bağlarlar. Mumbarları ve şırdanları dikiş diker gibi dikerler. Sanki hiç yorulmazlar. Çünkü hiç şikayet etmezler. Bunun nedenini yıllar sonra anladım. Onlar bir araya gelip, sosyalleşiyorlardı. Yoksullardı, dışarıdaki hayatın sürprizlerinden de korkuyorlardı. Kendilerine “dört duvar arasında” mutlu ya da mutlu olduklarına inandıkları bir hayat kurmuşlardı.
* * *
Aziz Amcamın evinin buzdolabında her zaman “bici bici” tatlısı olurdu. Su ve nişastadan yapılırdı. Üzerine kırmızı şerbetini döküp, tıkanana kadar yerdik. Buzların rendelenip üzerine kırmızı şıra dökülerek elde edilen “karsambaç”a da bayılırdık. Karsambaçı sokak satıcıları satardı. Bizim üç kuruşluk harçlığımız vardı. Karsambaç yerine sıcak halka tatlısını yemeyi tercih ederdik.
Bir de, babamın bize sadist bir zevkle içirdiğine inandığımız sarı bir sıvı vardı. Adı “aşlama”ydı. Meyankökü denilen bitkiden yapılıyordu. Süslü ibriklerle satılırdı. Babam, ağzımıza dayar, sesine otoriter bir hava katarak “çok faydalı, için, böbreklerinizi temizler” derdi. O yaşta böbreklerimizde ne gibi bir sorun olabilirdi bir türlü anlayamazdık. Ne ben ne de üç kardeşim aşlamaya alışamadık. Kardeşlerim şırdana ve mumbara da alışamadı. Ben kaynayan tencereye dalarken, onlar o muhteşem kokudan iğrenerek evden kaçarlardı.
* * *
Amcalardan ikisi “öbür mahallede”, yani Hürriyet Mahallesi’nde otururdu. Bu mahallenin bizim için anlamı büyüktü. Çünkü 5 kardeşten mütevellit babalarımız o mahallede büyümüştü. Gelinler o mahalleye getirilmişti. Çoğumuzun temeli o mahallede atılmıştı. İkinci kuşak çocukların yüzde 90’ı (ki yaklaşık 20 çocuk ediyor) Hürriyet’teki toprak evde ebe nezaretinde doğmuştu.
İki mahalleyi birbirinden Saydam Caddesi ayırırdı. Hürriyet’te daha çok Kürtler otururdu. Havuzlubahçe’de ise Araplar. Eskiden Hürriyet’te daha çok Araplar’ın oturduğu ancak zamanla evlerini Kürtler’e sattıkları söylenirdi. Evlerini satıp, yolun karşısına taşınıyorlardı. Araplar ve Kürtler birbirlerine komşu olsalar da yakınlık kurdukları söylenemezdi. Yaşlı Kürtler ve Araplar zaten Türkçe bile bilmiyorlardı.
Hürriyet Mahallesi, Havuzlubahçe’den çok daha fakirdi. Ayakkabısız, donsuz, hatta çıplak çocukları görürdük. Sıcak, fakirliği örterdi ama hastalıklara davetiye çıkarırdı. Çocukların yüzlerinde ve vücutlarında kocaman irinli, yaralar olurdu. Kiminin karnı şişkindi, kiminin pipisi. Onlarla oynamamıza izin yoktu.
* * *
23 amca çocuğuyduk. Birini 8-9 yaşlarında hastalıktan kaybettik, bir diğerini faili meçhulden. 21 kaldık. Hızla büyüdük. Çoğumuz evlendi, azımız boşandı. Soyağacımız dallandı budaklandı. Üçüncü nesil üniversiteye adım attı.
Adana da büyüdü, göç almaktan patlayacak hale geldi. Benim Betonkent dediğim “Yeni Adana” inşa edildi. İçinde Hürriyet ve Havuzlubahçe’nin de olduğu eski Adana sefalete ve çürümüşlüğe terk edildi.
Zaman anıların da acıların da sayısını artırdı. Aziz Amcam öldü, ondan birkaç yıl sonra ise bir küçüğü olan Celal Amcam. En küçük amcam Sadık’ın eşi Gülcan’ı trafik terörü aramızdan aldı. Bu yıl ise “ailemizin direği”ni yitirdik. Aziz Amcamın eşi Resime artık “halısız, penceresiz, damlı evde” bizi misafir edemeyecek. Bana “ne zaman evleneceksin, ne zaman çocuk yapacaksın, çocuk berekettir, mutluluk getirir” diyemeyecek.
* * *
Yazının başında demiştim ya, “annem, babam ve ben bayram nedeniyle yola düştük”. 25 yıl önce tercihimiz Devran otobüsleriydi. Klimasız ve havasızdı ama o dönemin en lüks otobüslerindendi. Yol uzundu, ben ve kardeşlerim küçüktük. En az birimiz yolun bir yerinde (özellikle bitmek bilmeyen Konya Ovası’nda) Devran’ın plastik beyaz torbalarına kusardık. Sigara yasağı yoktu. 40 küsur yolcunun en az 30’u fosur fosur sigara içerdi.
Ama öykünün devamı haftaya… Çünkü yıllar sonra bindiğim otobüste yaşadıklarım yeni bir öykünün konusu olacak kadar renkli…
Haftaya devam…
Mine KILIÇ