Güncelleme Tarihi:
‘Aşkın Zaferi, Parmak İzi, Hacı’ dizilerinde rol aldınız. Ama yıldızınızın parlaması ‘Binbir Gece´dizisiyle oldu. Üç yıl önce, sizi milyonlarca insanla tanıştıran diziye katılmanız nasıl gerçekleşti?
Çok klasik bir cast süreci yaşadım. Fotoğraflar, isim, sağ - sol profil. Daha sonra senaristimiz Yıldız Tunç, yönetmenimiz Kudret Sabancı ile görüşmeler... Deneme çekimleri sonrasında diziye dahil oldum.
“ALİ KEMAL’İN KAFASINDA YILAN TORBASI VAR!”
Ali Kemal’in başına gelenler…
Ali Kemal’in başına gelenleri, Allah kimseye yaşatmasın. Anne ve babasının sırtında barınma ve yaşam mücadelesi veriyor. Onların gölgesinde yetişmiş, onların çizdiği yoldan giden, onların dayattığı bir eşi olan…
Haliyle kişilik çatışması yaşayan…
Evet… Kafasında bir yılan torbası var diyebiliriz. Ali Kemal’in yaşadığı, çok dehliz ve labirentli bir hayat. Ülkemizde, sokakta Ali Kemal gibi milyonlarca insan var.
Canlandırdığınız ‘Ali Kemal’ karakteri, Türk erkeklerinin yüzde yetmişinin öyküsü.
Ali Kemal, tabiri caizse bir ‘loser.’ Yani kaybeden… Ülkemizin insanları merhametlidir, zayıfa sahip çıkarlar. Düşene bir tekme de onlar atmaz. Eserlerini çok sevdiğim Sokrates şunu der. "Kendini tanı ve erdemli ol." Ali Kemal kendini tanımıyor, böyle bir felsefi kaygısı yok ayrıca. Erdeme gelince... Nedir, bilmez. O unsuru inkar ettiğinden değil varlığından ve taşıdığı mesajın içeriğine yabancı kaldığı için.
Bunun nedeni de babasının ona çizdiği kişilik. Onun dışına çıkamıyor.
Babasının, ebatlarını çizdiği bir kalıbın, berbat, başarısız bir dökümü Ali Kemal. Onu anlamak için atasının gençliğini irdelemek gerekir. Burhan Evliyaoğlu’nun baskıcı kurallarının, karanlık dehlizin içinde pusulasız, eğitimsiz, entelektüel düzeyi deniz seviyesinin altında kalmış, kayıp bir zavallı ‘Ali Kemal.’ Figüratif vazife gören beyni de ona hizmet edemeyince, iş, o lüzumsuz, boş, yuvarlak organının bir metre altındaki, tam dikinde bulunan diğer organına kalıyor.
“ALİ KEMAL, TOPLUMSAL AHLAKA ATILMIŞ ÇALIMIN KEFİLİ!”
Sonuç da iyi olmuyor haliyle...
Aynen… Ülkemizde, soyumuzun devamlılığını sürdürmek demek bir takım geleneksel tatlı günahlarımızın var oluşunu sürdürmek demek. Örneğin aldatırken o günahı diğer kişide görerek uyandırdığı empati. Günah paylaşımı duygusunun sayesinde vicdan temizliliğimizi sağlama sürecinde, meşru olmayanı meşru hale, açıklanması, müdafaa edilmesi mümkün olmayanı meşru ve müdafaa hale getirerek, kendimize aynada bakmaya devam edebilmenin yanıltıcı zaferini yaşıyoruz. Dinsel ve toplumsal ahlaka atılmış bu çalımın kefili Ali Kemal!
“CANLANDIRDIĞIM KARAKTER; KİŞİLİĞİMİZDEKİ YANILTICI, İKİYÜZLÜLÜĞÜMÜZÜN YAMACI!”
Birçok erkeğin yaşadıklarını gözler önüne seriyorsunuz, canlandırdığınız karakterle. Toplumumuzdaki bir kesimin, rolünüz aracılığıyla ekranlardan yansıması…
Ali Kemal, toplumun bir tür supabı, imajı ve yansımasıdır. Kişiliğimizdeki yanıltıcı, ikiyüzlülüğümüzün yamacı. Kelimeler koyamadığımız hallerimizin itirafı zaman zaman. Biraz daha ileri gitmek gerekirse, Moliere’in eserindeki ‘Don Juan’ın; Allah’a, yeryüzündeki sembolü olan heykele meydan okuma halleri ile bir paralellik çiziyorum Ali Kemal’in bilinçaltındaki davranışları arasında.
Ali Kemal, eşi Füsun ve sevgilisi Cansel arasında öyle bir ikilemde kaldı ki…
Aldatan babalar; ‘çocuklarının annesi’ ile yataklarındaki ‘oyuncakları’ arasında ayrım yapamıyorlar Batı ülkelerinin aksine. Ali Kemal’in, eşi Füsun ve sevgilisi Cansel’in arasındaki bariz hudutu bulanık tutması gibi...
“ROLÜM, ERKEKLERİN MAÇOVARİ EZBERİNİ BOZUP YERLE BİR ETTİ!”
Ama yine de dizideki diğer roller kadar ön plana çıktı.
Bunun arkasında Ali Kemal’in beşeri ve duygusal olması yatıyor. Erkeklerin maçovari ezberini bozup yerle bir etti adeta. ‘Erkek de ağlar kardeşim! Özelikle de kendi düşünce ağlar’ mesajını yansıtıyor duruşuyla. Gözyaşı monopolünün kadınlarda olmadığını ima ediyor.
Siz kendinizden neler kattınız rolünüze?
Oyunculuk, size yabancı olan, ölmüş ya da yaşayan yazarın, senaristin, şairin, size yabancı olan bir karakterin vasıtasıyla yine size yabancı olan bir seyirci kitlesine mesaj ulaştırmakla verilen bir teslimiyet sanatıdır. Oyuncu, söz konusu eserin önünde tamamen silinmeli. İlk planlarda siz varsınız elbet, siluet size ait. Ancak geçen her sahneden itibaren taşı yontarak, lüzumsuzları ayıklayarak, yok ederek, kendinizi gölgeleyerek, adım adım size tamamen yabancı bir misafir ağırlamalısınız içinizde. Ben bu anlamda senaristimizi sürekli rahatsız ederim. “Yıldız Hanım, mürekkebiniz kurumuş olsa da eserinizdeki adamı görebiliyor musunuz?” diyerek. Kudret Sabancı her plandan sonra şu sorumdan sıkılmıştır: “Oldu mu?”
“MÜŞKÜLPESENT BİRİYİM!”
Biraz acımasızınız sanırım kendinize. Mükemmelliyetçi olmaktan kaynaklanan bir şey mi bu?
Hayatta en nefret ettiğim cümlelerden biri ‘Abi boş ver ya! İdare eder’ Hayır idare etmez! Etmemeli! Müşkülpesent biriyim. Azla yetinemiyorum. Ne yapayım? Daima en iyisini veririm. Kötüye katlanamıyorum. Özelikle karşımda, temelde brüt bir yetenek varsa... Bu anlamda yolu benimle kesişen insanlar beni hatırlarlar sanırım.
İnsanlar sizi gördüğünde neler diyorlar, nasıl tepki veriyorlar?
Geçen sezon İstanbulspor - Boluspor futbol maçına davet edilmiştim. Devre arası bir baba yanıma gelip ağlayarak doğan çocuğunun ismini ‘Ali Kemal’ verdiğini söyleyince kalakaldım.
“BENİ DUDAKLARIMDAN TANIYORLAR!”
İlginç…
Bana sürrealist geldi bu. Başka bir anı; tramvayda uyuyordum, kafamda şapka. Bir bayan fotoğraf çekerken flaş patlattığı için gözlerim kamaştı. Bayan, özür diledikten sonra bir şey söylememe fırsat bırakmadan, beni dudaklarımdan tanıdığını söyledi. Bir de şu anı var; bir teyze otobüste dizimizin hastası olduğunu ve namazını reklam arasında kıldığını söyleyince tüm otobüs halkı kahkahayı bastı. Böyle hoş şeyler genelde.
Dizinin yönetmeni Kudret Sabancı ile çalışmayı çok istemişsiniz. Neden?
Düşünün, bir yönetmen, üç dizide bando şefi oluyor ve tüm konserlerinde seyirci onu ayakta alkışlıyor. ‘Zerda, Aliye, Binbir Gece’ hep bir numara. Neden? En iyilerden biri olduğu için. Kamera arkasında Kudret Sabancı olmasaydı, ‘Ali Kemal’ karakterini başka bir meslektaşım ekrana yansıtacaktı.
“BANA ‘ALİ KEMAL’ KARAKTERİNİ EMANET ETMEK BİR ZAR ATMAK KADAR CÜRETKARDI!”
Nasıl onunla çalışmak?
Kudret Sabancı üstatlığının ötesinde, bir Sergio Leone kahramanı kadar konuşmadan saygı uyandırabiliyor çevresinde. Didaktik bir tiyatro kültüründen gelen biri olarak baştan fazla geveze olmayışı beni zorlamadı değil. Ancak sabırla, merakla ve zamanla birbirimizi anlamayı öğrendik. Yıl 2006, ‘Binbir Gece’ dizisinin ilk bölümünün jeneriğine baktığınızda, prestijli isimlerin arasında Ergün Demir ismi. Bana ‘Ali Kemal’ karakterini emanet etmek bir zar atmak kadar cüretkardı. Kudret Sabancı’ya, Yıldız Tunç’a, Erol Avcı’ya ne kadar teşekkür etsem az.
“GÜLMEYİ, GÜLDÜRMEYİ ÇOK İSTİYORUM!”
Bir komedi projesinde rol almak istiyormuşsunuz. Neden komedi?
Gitar konseri verdiğimde ‘Allegro’ parçayla başlarsam peşinden ‘Adagio’ ile devam ederim. Müzisyenler anlar. ‘Binbir Gece’ dizisi ‘Adagio’ oldu. ‘Allegro’ devam etmeliyim. Gülmeyi, güldürmeyi çok istiyorum. ‘Ali Kemal’ minör akortlarla çaldığınız tınılar, akortlar... ‘Ali Kemal’ çenemi çok yordu. Majör akortlara geçmek istiyorum. Zira güldüğünüzde çenenizdeki kaslar daha az harekete geçiyor. Daha az yoruluyorsunuz.
“ROLLERİMDE SAMİMİ BİR YALANCIYIM!”
Oyunculukta en önem verdiğiniz şeyler nelerdir?
Ben oyuncu doğdum. Bununla övünmüyorum. Bu bir olgu. Afrika’da açlıktan, hastalıkta ölen çocukları kurtaran kahraman bir doktor olmak da beni çok mutlu ederdi, adaleti hatırlatan bir avukat, yer çekimini yenen uçak pilotu olmak beni huzursuz etmezdi. Jean Darnel Hocam bir gün bana diğer talebelerin yanında şöyle seslendi. Hayatım boyunca aldığım en büyük nasihat: “Ergün, sen annenin karnında sanatçıydın, başrolleri oynamaya mahkümsun! Bu bir kompliman değil, bir uyarı! Şunu unutma, bir karakterin ruhunu kazırken yolunu kaybettiğinde; on katlı bir binanın, son katının odasının kapısının kulpunu rengini düşünmeden önce altyapıya, temellere geri dön". ‘Ali Kemal’i ararken bu yolculuğa geri döndüm. Nerden geldiğimi hatırladım. Oyunculuk bir seyahat, hiç ayak basmadığımız diyarlar... Rollerimde samimi bir yalancı olduğumu asla unutmam.
“KADINLAR KONUSUNDA HİÇBİR ŞEY BİLMİYORUM!”
Meslek aşkınızdan sonra gelelim aşka…
Sokrates’le başladım, onunla bitirelim izninizle. "Tek bildiğim şey hiçbir şey bilmediğimdir" der. Onun kadar mütevazı olmasam da, itiraf etmeliyim ki, kadınlar konusunda hiçbir şey bilmiyorum!
“KADINLAR İÇİN KEMAN ÇALMAKTAN VAZGEÇTİM ARTIK!”
Nasıl yani kadınlar hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz?
Yaşadıklarımın parçalarını bir araya getirdiğimde; birleştirdiğimde ortaya kaotik, manasız, çelişkilere gebe olan, ikilemlerle dolu, tamamlanmamış bir tual çıkıyor. Açık konuşmak gerekirse kadınlar için keman çalmaktan vazgeçtim artık!
Aşk sizi kandırıyor mu?
Kandığım duygulara dayanarak aşkı tarif etmek gerekirse, sanırım göğsünüzün sol tarafında kan pompalayan bir organın atışlarının fırtına gibi attığını hissettiğiniz an olmalı. ama bana güvenmeyin. Tekrarlıyorum, bilmiyorum! Aşk bu olabilir, bir ihtimal sadece. Geçen sene Fransa’ya yüksek lisansını bitirmeye giden, adı bir meleği andıran, okumaya giden sevgilim için çok şiirler yazdım. Yazdıkça ağladım, ağladıkça yazdım. Bu kadarını söyleyebilirim.
Peki ne oldu sonra?
Şiirlerim çok övgü aldı. Mersinli meleğim İstanbul’a döndü ama eve değil!
“AYNANIN DİKTATÖRLÜĞÜNE BOYUN EĞMEYEN GÜZELLİK PEŞİNDEYİM!”
Bir kadında hangi özellikler etkiler sizi?
El parmakları, ince ve uzunsa saatlerce bakabilirim. Bunun dışında, aynanın diktatörlüğüne boyun eğmeyen güzellik peşindeyim. Görülmeyen, hissedilen masumiyeti severim. İçinde bulunduğu dünyaya meraklı olmasına duyarlı olmasına, entelektüel donanımına yani zekasına, genel kültürüne... Beni şaşırtabilmeli, nüktedar olmalı, beni güldürmeli. Mersinli olması şart değil. (Gülüyor)
Başınızdan evlilik geçmiş. Uzak mı sizin için evlilik?
Kötü bir evlilik sürdürmektense iyi bir ayrılığı başarmak bizim tercihimiz oldu. Tekrar evlenmek… Kalabalık bir aile kurmak isterim. Yetişkin doğmuş biri olarak çocuğumla tekrar doğmak, onun izinde çocukluğu tatmak isterim.
Çocuk özleminiz var gibi.
Çocuk özlemini şöyle özetleyebilirim. Bir yetkili "Ergün Bey, buyurun, kimsesiz yurdundan bir evlat edinmenize izin veriyoruz" dese, derhal, düşünmeden başvuruda bulunurum. Zaten evlensem de bir evlat edineceğim Allah’ın izniyle. Yeryüzünde ihtiyacı olan o kadar çocuk var ki...
“SEFİL OLMAK, YOL KENARINDA BIRAKILMANIZA SEBEP OLUR!”
‘Binbir Gece’ dizisinden tanıdığımız Ali Kemal’e hayat veren Ergün Demir’i tanıyalım şimdi de. 1969’da Giresun’da doğmuşsunuz ve 1974’te ailece Fransa’ya gitmişsiniz. Yaşıtınız olan çocuklar oyun oynarken siz kitaplar okuyor, şiirler yazıyorsunuz. Bu merak…
Farklı bir çocuktum. Dikkatinizi çekiyorum; daha iyiydim demiyorum, farklıydım. Sürüyü, akıntıyı, kitleyi takip etmezdim, bu yüzden de tecrit edilirdim de zaman zaman. Yazardım, resim çizerdim, meraklıydım. Ormana gider yürür bugünlerinin simasını eskizlerdim. Gelecekte yaşardım. Şimdiki zamanı uzun bir atlayışla geride bırakmak isterdim. İçinde bulunduğumuz sefalet beni erken yetişkin hale getirdi. Fakir bir köyden geliyordum ve sosyal konumumuzdan utanmıyordum. Giresun Tepeköy’de yoksulların arasında yoksul bir aileydik, dayanışırdık. Zenginlerin arasında sefil olmak, onlardan biri olamamak, yol kenarında bırakılmanıza sebep olur. İşte o zaman kendinize doğru yürür, kendinize yaklaşırsınız.
“SEVGİYE VE İLGİ ÇEKMEYE İHTİYACIM VARDI!”
Zor koşullarla karşılamışsınız. Hayatla erken yüzleşmişsiniz.
Evet… Anneme doktor konusu için devletten yardım isteme formları doldurma, takip etme, neticelendirme, eczaneden bit ilacı alma, babamdan gizli Türkiye’ye, annemin ailesine gönderdiğimiz paralar için postanede doldurduğumuz formlar gibi durumlar beni hazır olmadığım bir hayata, bir sorumluluk duvarının dibinde bıraktı. Boş vakitlerimde şiirler karalar, annemin temizlik yaptığı saygın bir ailenin çocuklarının verdiği çizgi romanları okurdum. Beş altı yaşlarındayken masanın üzerine çıkar, dans eder, komiklikler yaparak milleti güldürürdüm. Bugün şunu çok iyi biliyorum; sevgiye ve ilgi çekmeye ihtiyacım vardı. Kompozisyonlarım ilham örnekleriydi. Matematikte ise iki artı iki her zaman dört yapmazdı benim için.
“HAYATA FARKLI BAKMANIN BEDELİNİ YEDİĞİM DAYAKLARLA ÖDEDİM!”
Hayata farklı pencereden bakmakmış o yaşlarda bile, sizin için önemli olan.
Hayatı daima göreceli ve esnek geometri penceresinden bakarak yaşadım ve bedelini yediğim dayaklarla ödedim. Babam için durum çok aşikardı; doktor, mühendis olmayan adam değildi. O da, ben de doktor olamayacağımı biliyorduk.
Tiyatroya ilginiz, ilkokuldayken…
Evet… Çok doğal bir şekilde… Tiyatro kulübümüz vardı ilkokul son sınıftayken. Antoine de Saint Exupery’nin ‘Küçük Prens’ eserini hocam Mademoiselle Viel sahneleyecekti. Sarhoş rolü için beni seçti.
Peki ya gitarla tanışmanız…
Gitara gelince, babamın çalıştığı fabrikada Noel döneminde çocuklara hediye dağıtırlardı yemekli bir törende. Ben Enrico Macias ‘Mon Pays’ şarkısını defalarca dinledikten sonra gitarın büyüsüne teslim oldum ve gitarı seçtim hediye listesinden.
“ORTAOKULDA ‘PALYAÇOLARIN KRALI’ İLAN EDİLDİM!”
Peki ya sonra…
Okul ve dışında arkadaşları toplar doğaçlamaya dayalı oyunlar imgeler, sahneler, roller dağıtırdım. Sınıfta şiir okumak için ilk ben parmak kaldırırdım. Ortaokuldayken çok değerli edebiyat hocam, Patrick Sauzee, ‘Palyaçoların Kralı’ ilan etmişti beni. O unvanımı hiç kaybetmek istemedim. Bir an önce 18 yaşımda olmalıydım, bir an önce… Hayatla görecek bir hesabım vardı.
15 yaşında çalışmaya başlamışsınız.
Zekasına hayran olduğum kız kardeşim Nurhan ‘Sorbonnes Üniversitesi’ni kazanmıştı. Abim Ayhan birinci ligde yer alan bir takımın altyapısına seçilmişti ve parlak bir kariyer kovalıyordu. Aile nüfusu Rahşan ve Beyhan’ın gelişiyle yedi kişi olmuştu. Fedakarlık kurası beni gösteriyordu. Okullar tatil olduğunda, bir şömine fabrikasında taş kırmaya başladım aktif hayata. İlk maaşımı alıp anneme getirene kadar bisikletimle kaldırımdan yola, yoldan kaldırıma son süratle giderken, peşimden yolunu kestiğim arabalarının sitemkar klakson seslerini duyuyorum hâlâ. Çılgına dönmüştüm, sevinç gözyaşlarım Oscar ödülüne bedeldi. Eğitimime ise paralel olarak C.N.E.D açık öğretimden devam ediyordum felsefe ve psikolojiye. O dönemde komşumuzun bir fırını vardı. Böylece türlü türlü ekmek yapmanın tekniklerini öğrendim. Düşünün, eve, daha önce yemediğimiz turtalar, çeşitli pastalar getirirdim. Cyrano de Bergerac’ın dostu Ragueneau’nun pastanesiydi adeta. Çok mutluydum, aileme faydalı hissediyordum kendimi.
“YENİLMEKTEN NEFRET EDERDİM!”
Bir de futbol maceranız var. Onun hayatınıza girmesi nasıl oldu ve ne kadar süre futbol oynadınız?
Kalkınmış ülkelerde öyle imkanlar var ki... Jimnastik, masa tenisi, tenis, hentbol, basketbol… Lisanslı olarak futbol oynama şansım oldu. 7-18 yaşları arası üst düzeyde futbol oynadım. Metin Oktay, babamın idolüydü. Ona var olduğumu hissettirmek için favori sporunda kanıtlamak istedim kendimi. Orta sahanın ortasında 10 numarayı taşırdım, fena da değildim galiba. Yenilmekten nefret ederdim. Ama sahada iz bırakmak, oyunu aydınlatacak elli metrelik bir pas, rakibime hediyelik bir bacak arası, bir çalım, takım arkadaşıma unutamayacağı bir gol pası vermek skor kadar önemliydi benim için. Karagümrük, Giresun, Ordu ve Kocaelispor beni istemesine rağmen ciddi bir kariyer planı sunmaması beni olgun bir karara zorladı ve sahneleri seçtim.
Bu dediklerinizi okuyanlar maç için sizi çağırabilirler. (Gülmeler…)
Hayırsever bir maç için çıkıp, bu söylediklerimi kanıtlamaya her an hazırım. Kale köşelerindeki örümcek ağlarına seslenilir.
25 yaşındayken Fransa’da ‘Devlet Sanatçısı’ oldunuz. Nasıl oldu bu gelişme?
Fransız Hükümeti, yıllardır dünyada yegane bir sistem sunar görsel sanatçılara. Yılda minimum 48 kez profesyonelce sahne alırsınız, buna karşın devlet size ‘İntermittent du Spectacle’ statüsünü verir.
Getirisi nedir bunun?
Örneğin, bir yıllık çalışma sürecinde 55 kez sahne aldığınızda, devlet size kazandığınız toplam maaşınızın önemli bir kısmını oniki aya dilimleyerek ek gelir olarak hesabınıza yatırır. Bu sistemin amacı, sanatçıları maddi kaygılardan koruyarak üretkenliklerini arttırmaktır.
30 yıl Fransa’da yaşadıktan sonra 2004 yılı sonlarında Türkiye’ye geldiniz. Neydi Türkiye’ye gelmenize sebep?
Yeni ayrılmıştım eşimden. Boks müsabakası esnasında ringin bir köşesine sıkışmışsınız, durmadan yumruk yersiniz. O lanet ‘Gong’ sesi gelmezse apaçık nakavt sizi bekliyor. Bir harita aldım elime. Bir okyanusu aşmak şartıyla Paris’e uzak mesafede yenilik dolu bir ülkede yeni bir hayat kurmalıydım kendime. Bir Fransız yönetmen dostum ‘Brodway’de kurmak istediği bir oyundan söz etti. Ailemle vedalaşmak üzere Giresun’a daha sonra birkaç dost saydığım sanatçılarla vedalaşmak, niyetimi anlatmak üzere İstanbul’a geldim. Ayla Algan, Genel Sanat Yönetmenliğini sürdürdüğü Ekol Drama Sanat Evi’ne davet etti. Bir veda görüşmesi ‘Beraber neler yapabiliriz?’e dönüştü. Kıymetli davetini kırmayarak bir okyanus değilse de en azından bir denizi boyladığımı düşünerek tiyatro eğitimi vermeye başladım.
“İNSANLAR ÖNÜME HALI SERİP İBADET Mİ ETSİNLER!”
ENMP’te (Ecole Normale de Musique de Paris) gitar üzerine ve Jean Darnel yönetimindeki İPJA’da (İnstitut Pour Les Jeunes Artistes) oyunculuk eğitimi almışsınız. Fransa'da tiyatroda 16 sene boyunca; Treplev, Creon, Hamlet, Lennie, Mac Beth, Neron, Sifare, Antiochus, gibi önemli rolleri Emmanuel Ray, Pedro Pablo Narrango, Christophe Galland, Jean Darnel, Marguerite Marie Lozach, Emmanuelle Meyssignac ve Jean Pierre Vincent gibi önemli yönetmenlerle CMB de Versailles, Theatre de Chelles, Theatre de Chartres, Theatre de L'epee de Bois ve theatre du Chatelet gibi sahnelerde paylaştınız. Sinema ve televizyonda Gabriel Aghion, Pierre Jolivet, Maurice Verges gibi yönetmenlerin verdikleri rollerde görev aldınız. Bütün bu çalışmalarınız Fransa’da bilinirken, yaptıklarınızın Türkiye’de bilinmemesi içinizi acıtıyor mu, üzüyor mu?
Neden üzüleyim ki? Bu eserlerde Fransa’da yer aldım, Fransız halkının bilmesinden daha doğal ne olabilir ki! Tiyatro kitleye ulaşma aracı değil. Sinemada ise bir Türk olarak varlık gösteremedim. İstihdam edecek potansiyel işverenlerin, bana rol emanet edecek sanatçıların, var olmamdan haberdar olmaları önemli benim için. ‘Bana gelen her planı nasıl en iyi şekilde yansıtabilirim.’ Tek derdim bu. Biliyor musunuz, hayatta her şey zamanında geliyor beklemesini bilen için. Sabırsızlığın içinde sabrı bulabilmek... İnsanlar önüme halı serip ibadet mi etsinler? Megalomanyak değilim. Allah o günü göstermesin. Pişirdiğim ekmeğin sıcaklığını hissedip keyifle yesinler, mutluluğuma yeter.
“HAVALI DÖNEMİMİ ERKEN YAŞADIM!”
Şöhreti yakalayan çoğu kişinin hayatında gözle görülür değişimler oluyor. Ama sizde bunu göremiyoruz. Popülariteden uzak, sade bir yaşamı seviyorsunuz sanırım.
Fransa’da yerel gazetelerde ilk kez ismim geçtiğinde 10 yaşındaydım. ‘Küçük Prens’le, sınıfta şiirler okurken aldığım tebrikler, daha sonraki aralıksız başarılarım ve ilk televizyon röportajımı 19 yaşımda verdiğimde göğsümü şişirip sokakta istemeyene de gazetelerde okuturdum adımı. Erken yaşta güzel ve pahallı, üç harfli Alman arabalarına binmem nasip oldu. O havalı dönemimi erken yaşadım, sindirdim. Bugün arabam yok, onu, benden daha çok ihtiyacı olan bir akrabama verdim. Otobüste kitap okuyarak gidiyorum ulaşmam gereken yerlere. 22 yaşında aldığım 90 metrekare dairemde kalıyorum kitaplarımın arasında.
“BATI ÜLKELERİ, SANATI SİYASİ ARAÇ OLARAK KULLANIYOR!”
'Moliere'den başlayarak ‘Hamlet'ten, ‘Macbeth’e… Fransa’da pek çok oyunda rol aldınız, sayısız gitar resitali verdiniz. Türkiye’de sanata verilen değer hakkında neler söyleyeceksiniz?
Her şeyden önce Batılı ülkeler sanatı siyasi bir araç olarak, dünyada vitrin olarak kullanıyorlar. Bizse bunun hâlâ farkında değiliz. Çok üzülüyorum. Kısa bir örnek: İngiltere’de kaç adet petrol kuyusu var? Oysa ‘BP’ dünyanın dev İngiliz petrol şirketi, nasıl oluyor bu iş? Peki İngiltere dediğinizde akla ne gelir? Benim aklıma sömürdükleri petrol kuyuları değil Shakespeare geliyor. Aynı egzersizi ikinci vatanım Fransa’yla yapalım. Kaç petrol kuyusu Fransa’da? Yok. Peki nasıl olur da ‘Total Fina’ şirketi bir dünya petrol canavarı olur? Fransa deyince akla moda gelir, sinemayı yaratan ‘Lumiere kardeşler’, sayısız edebiyat Nobel ödüllü yazarları, düşünürleri, şatoları gelir, kısacası kültürleri. O kültürlerin sayesinde bazen kendi halklarının dahi tasvip etmedikleri siyasi hamlelerinin getirdiği acıları anestezi altına alabiliyorlar.
‘Sanatını göster, hangi milleten olduğunu söyleyeyim’ noktasına geliyor olay.
Aynen… Kalkınmış ülkelere baktığımızda entelektüeller, yazarlar, sanatçılar bulundukları dönemlerinin bir adım önünden giderler. ‘Avant-garde’ (öncü) ve ‘vizyoner’ olurlar. Siyasiler, kafilenin arkasından takip ederler ve bu pejoratif (küçümseyici) değildir. Meclis ise sokağın istediği yasaları noter gibi tasdiklerler. Fransa’da önemli adımların, sosyal eşitliğinin ve modernleşmelerinin, özgürlüklerinin, halkın önünde aydınların, sanatçıların imzası vardır. Avrupa Birliği’nin, yazar Victor Hugo’ya olan borcunu biliyor musunuz? Genç bir demokrasi olmamız; sanatçılardan, düşünürlerden korkmamız için meşru bir sebep değildir.
Siyasi imalar, sitemler var sanki bu cümlelerinizde.
Kendime ait bir dairem var. 18 senedir vergilerimi ödüyorum ve toplumsal dayanışmanın bir parçası olmaktan mutluluk duyuyorum açıkçası. Ve bununla yetinmiyorum, üç sene içinde Zeytinburnu ilçesinde; ilkokullarda, liselerde gönüllü olarak tiyatro eğitimi verdim. Bu sene ise bir rehabilitasyon merkezinde nöropsikoloji sıkıntısı yaşayan çocuklara ‘Art-terapi’ müfredatı uygulamak istiyorum bir psikiyatrin denetimi altında. Bu konuda en son onbeş gün önce rehabilitasyon merkezi için faaliyetlerimi anlatmak destek istemek için başvurdum Belediye Başkanı’na ama…
Ülkemizdeki belediyeden ses çıkmazken Fransa Başkonsolosu’nun bu konuda yaptığı jest dikkat çekici!
Avrupa Birliği’nin dönem başkanlığını sürdüren, Fransa’nın yeni atanmış Başkonsolosu Christine Moro beni çağırıyor tanışmak için. Peşinden şöyle bir teklifte bulunuyor. "Ergün Bey, Zeytinburnu’nda yaşadığınızı biliyoruz. Belediye Başkanı’nızla görüşmeyi düşünüyorum. Bu bağlamda Zeytinburnu ilçesini bir takım projede maddi olarak desteklediğimiz için ziyaret edeceğim ve bu esnada kafilemize, ülkemizin kıymetli bir sanatçısı olarak katılmanızı rica ediyorum” diyor. Düşünsenize üç senedir, burnunun dibinde olduğum halde, varlığımdan haberi dahi olmayan, bir hemşehri Belediye Başkanı’m, bir taraftan ilk defa gördüğüm yedi kat yabancı bir Başkonsolos hanımdan aldığım onur verici bir davet. Yani Fransız Başkonsolosu olmasa karşılaşamayacağım Belediye Başkanı’mla.
Sanata dönelim. “Fransa'da sinema yapmak zor” diyorsunuz. Neden zor peki?
Orijinal bir argüman olmayacak ama… Çünkü Türk’sünüz. Çünkü ormanı gizleyen ağaç haline dönüşmüş ‘Geceyarısı Ekspresi’ filminin silemediğimiz baskıcı lekesi toplumsal mantalitelerde filizlenmesine engel olamamışız. Çünkü Ermeni azınlığının güçlü lobisi, çünkü Türkofobi bir yönetim, çünkü Türkiye’den gelip geçen hiç bir yönetim, ülkesini dünyaya doğru dürüst lanse etmemesinden dolayı bizleri hâlâ kelle uçuran toplum olarak sanmalarına, dalga geçmelerine imkan tanınması, göbek dansın ile özetlenebilecek kadar dar kültürümüz olduğunu düşünmelerine sebep olmuştur. Listeyi daha da uzatmak mümkün.
“FRANSIZ KÜLTÜR BAKANI’NA SİTEM ETTİM!”
Fransa’da Türkiye aleyhine yürütülen çirkin kampanyalarla karşılaştığınızda…
Son Avrupa parlamento seçim arifesinde, Fransa’da Türkiye aleyhine yürütülen çirkin kampanyalar beni deli etmek üzereydi. Ülkemizin duyarsızlığı da ayrı bir acıydı. 2005 yılında, dönemin Fransız Kültür bakanı Renaud Donnedıeu de Vabres ile görüştüm. O dönem İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Genel Sanat Yönetmeni Mazlum Kiper’den aldığım fahri temsil yetkisine dayanarak birkaç proje sundum. Sonrasında “Türkiye’yi neden bu kadar yerden yere vuruyor, kültürümüzü göbek dansına indirgiyorsunuz?" diye sitem ettim. Başdanışmanı "Ergün Bey, Fransa’da 2009 yılında, ‘Türkiye yılı yapacağız" deyince derin nefes aldım. Türkiye aleyhine yürütülen çirkin kampanyalar siyasilerle el ele çalışmamı sağladı. Her şeyi siyasetçiler çözemez. Onlarla işbirliği içinde olmalıyız, renkleri ne olursa olsun ülkemiz adına.
Oynadığınız kısa metraj filminizle Fransa’da ödül aldınız.
‘Danjeureux’ adındaki bir kısa metrajda başrol oynadım. Güzel bir deneyim, çalışma oldu. Üniversiteler arası yarışmaydı. Sırada ‘Priştina 89’ adını verdiğim, Fransızca yazdığım bir uzun metraj var. ‘Binbir Gece’ dizisi biter bitmez raftan çıkaracağım.
Ayla Algan’ın Genel Sanat Yönetmeni olduğu okulda, gitar ve oyunculuk eğitimi veriyorsunuz. Öncelikle ne yapmalarını istiyorsunuz, oyunculuk kuramlarını öğrencilerinize aktarırken?
Kendileri gibi olmalarını… Taklitten uzak kalmalarını, çözümün onlarda olduğunu, hissetmelerini ve kelimelere gereğinden fazla önem vermemelerini, itimat etmemelerini, özen göstermelerini istiyorum. Kelimeleri oynamaları tehlikeli ve kötü sonuç ortaya çıkarır. Bir öğrencim bana bir gün şunu söyledi "Hocam, bana bir senaryo ve metin verin gerisini bana bırakın." İşte bu benim hoşuma gitmiyor. Bakın Shakespeare ‘To be or not to be...’ yazmış asırlar önce ve mürekkebi kurumuş. Bunu değiştiremezsiniz. Önemli olan kelimeler arası Hamlet’in anlattıkları, hissettikleri, çatışmaları...
‘Oyunculuk anlatılmaz, yaşanır’ diyorum bu açıklamalarınızdan sonra.
Doğru söylüyorsunuz. Sıcak çay dilinizi yakar. İngiliz ‘fuck!’ der, Fransız ‘merde!’ Türk ‘lanet olsun!’ ve surat asar. Ekranda sesi
kestiğinizde ne görürsünüz? Mutsuz bir insan! Oyunculuk böyle bir şey.
“YURT DIŞINA ALIN TERİ DEĞİL BEYİN TERİ VERMELİYİZ!”
30 seneden sonra Türkiye’de, ilk kez bu kadar uzun soluklu kalıyorsunuz. Nasıl bir tablo…
Çok çalışmalıyız, dünya artık bir köy. Fransız bankaları gece, halk uyurken, tretmanlarını Hindistanlılara yaptırıyorlar. Bu şu demek oluyor; rekabet her sektörde, her alanda dünyanın her köşesi ile her bucağında. Avrupa Birliği’ne mutlaka ama mutlaka girmeliyiz. Ülkemiz için şart. Dürüst olalım, buna henüz hazır değiliz. Yurt dışına alın teri değil beyin teri vermeliyiz. Uydularımızı kim gönderiyor? Kimin uçağına biniyoruz? Kimin telefonlarını kullanıyoruz? Kendimizi düşmanlara karşı kimin silahları ile koruyoruz, vs vs... İlkokul son sınıftan itibaren kaliteli bir yabancı dil eğitimi almamız şart. Eğitim, eğitim ve yine eğitim...
Geçtiğimiz günlerde, Fransız Başkonsolosu Christine Moro’nun da katılımıyla, Fransız Sarayı’nda; son ‘Nobel Edebiyat ödülü’nü alan Jean-Marie Gustave Le Clézio onuruna Fransızca birkaç metin okuduğunuz gece düzenlendi. Nasıl geçti? Bu da farklı bir heyecan olsa gerek.
Büyük bir onur, şeref, önemli bir prestij. Fransız Hükümeti’nin, devletin ülkemizdeki kolu, temsili Başkonsolosu “Nobel’i almış yazarının eserlerindeki kelimelerinin derinliğini, renklerini, kokularını, ritmini, diyarlarını kim ifade edebilir?” sorusuna, “Ergün Demir” cevabını kullanmış olmaları, tarifi kelimelere sığmayan bir duygu. Tepeköy’den, fareler yuvasına, oradan uzun bir süre sonra Fransız diline verdiğiniz sadakat, hakimiyet ve Moliere, Hugo, Camus, Corneille, Racine tregadyalarını prestijli mekanlarda oynamak ve nihayet anavatanımda, son nefesimi vermek istediğim topraklarda, beni ben yapan Fransa’nın Nobelli yazarın eserlerini elit bir kalabalığa okumak üzere seçiliyor olmak... Ve okumak...
Bundan sonra yapmak istedikleriniz arasında neler var?
‘Küçük Prens’i sahnelemek… Yazdığım film için fon bulmak… Organ bağışı için, kan bağışı için çevreme elimden geldiğince duyarlılığı yaymak… Gönüllü eğitimlerimi sürdürmek… Rehabilitasyon merkezinde ‘Art-terapi’ sayesinde Allah’tan aldığım hediyeleri bir nevi iade etmeye devam etmek… Fransa - Türkiye arasındaki yakınlaşma gayretlerimi, sanat projelerimi sürdürmek…