Güncelleme Tarihi:
Ben Alaçatı, bedeni kalabalık, ruhu ıssız... Hakkımda kulaktan kulağa hikâyeler fısıldanır durur. Bir bakmışsınız Alaca bir at, bir bakmışsınız Alaca bir kız olmuşum...
Yay gibi bacaklarım, rüzgârda dans eden uzun yelelerim ve bulut beyazı gövdemle... Rakibim bir tek rüzgârdır benim. Hep denize karşı şaha kalktığımı söylerler. En büyük gelgitlerimi Ege’nin mavi kızı denizle yaşarım.
Kimine göre al yanaklı, kapkara gözlü, beline kadar uzun saçlı bir kızım ben; nam-ı diğer Alaca Kız. Sonsuzluğa uzanan bağlarda üzüm toplar; yüreğimdeki acıya yoldaşlık etsin diye rüzgara şarkılar söylerim. Bir gün, denizin köpük köpük dalgalarına açtım kollarımı ve beni alsın diye binlerce kez yalvardım. Daha fazla dayanamadı deniz yalvarışlarıma; tuttu aldı beni kollarımdan yüreğine. Ayın denize gölge ettiği gecelerde beni görüyorlarmış. Gümüşi yakamozda gün doğana kadar sevgilimle dans ediyormuşuz. Oysa yakamoz denize her vurduğunda göremezsiniz bizi. Biz sadece denize aşkla bakana, sebat edip aşkı bekleyene yüzümüzü döneriz...
Ben Alaçatı Antik Çağın ‘Agrilia’sı, Anadolu tarihinin ‘ıonia’sı...Â
Tarihin babası Heredot’un yere göğe sığdıramadığı ‘En güzel gökyüzünün altında ve en güzel iklimde’ kurulmuş olanım. Bir devre damgasını vuran Osmanlı’nın ‘Yaya-Müsellem’ köyüyüm...
ÅžARABIMÂ DÄ°LLERE DESTAN
Kaderim 1830’da Ayan Hacı Memiş Ağa’nın depremlerle sarsılan ve Sakız Adası’nda yoksullaşan Rumları yüreğime çağırmasıyla değişti. Bağrımda nefes alan yerliler harpte ben ve kardeş topraklarım için savaşırken, Rum gençler bağlarımda, zeytinliklerimde çalıştılar. Tüm bereketime inat, güneyim çorak ve bataklıktı. Bu en büyük utancımı kurutmak için Rum işçiler gece gündüz demeden uğraştılar. Emeklerine teşekkür olarak onlara yüreğimi açtım. şimdilerde; büyük bir hayranlıkla bakıp, iç geçirdiğiniz o taş evler var ya; işte onların her biri güney yanımı kurutan Rum işçilerin elinden çıkma.
Gün ve gün nüfusu artan Rumlar bana; ‘Alacaat’ ya da ‘Alaztata’ derlerdi. Üzümü nakış gibi işleyen Rumların sayesinde şarabım dillere destandı.
Hayat bağlarda, bahçelerde geçer sanırdım... Bir gün; bedenimi okşayan, tüy kadar hafif rüzgâra bir telaş, renksiz bir panik karıştı. Balkan Savaşı bedenimi yurt bilen Rumları teker teker benden almaya başladı. Çocuklarımı, bağlarımı, bahçelerimi, zeytinlerimi söküp aldılar benden. Koskoca dünyada çırılçıplak kaldım. Toprak Ana mahremiyetimi örtmeye, saklamaya çalıştı. Lakin mahremiyetim bedenimde değil ruhumdaydı.
Rumların bedenimde bıraktığı sahipsiz boşluğu, Balkanlardan gelen Müslüman Türkler doldurdu. Kimsesizliklerime, yetim yanlarıma tütün diktiler. Narin topraklarıma hayvanlarını saldılar. Bilmezlerdi ki; benim bedenim ne tütüne ne de hayvana kucak açardı. Bir gün tüm bu olan bitene gözlerimi yumdum. Gözümü açtığımdaysa herkes bir yanımı çekiştiriyor, bedenim sapır sapır dökülüyordu. Hiç görmediğim, tadını, kokusunu, tenini hiç bilmediğim bir adama satılıyordum. Ben; Alaca Kız, Heredot’un yere göğe sığdıramadığı Ege’nin prensesi, Rumların biricik ‘Alaacat’ı, ıstanbul’a gelin gidiyordum.
Belimde al kuşağımla kabarık bir cüzdana, ocakta pişen aşa, karın tokluğuna ve ne yazık ki ömür boyu sürecek olan vicdani açlığa bedeldim...
şimdilerde her yanım tıklım tıkış. Bedenlerin, nefeslerin birbirine değdiği ancak ruhların birbirini teğet geçtiği bir kalabalık bedenimde volta atıp durur. Bazen bende kalabalığın rengine kaptırırım kendimi. Zaman zaman ıstanbul’dan kaçmak isterim. Güçlü, zengin bir beyefendidir ıstanbul. Beni her fırsatta paraya, mücevhere, yepyeni butik otellere, restoranlara ve antika dükkânlarına boğar. Kendimi Hacı Memiş’ten yadigâr kalan ‘Hacı Memiş Mahallesi’yle, tek bakir kalan yanımla avuturum. Çok eski bir kabristan bir de Hacı Memiş’in Camisi vardır orada. Kalbimin en eski sahipleri Rumlar Hacı Memiş Mahallesi’ndeki kabristanda uyurlar... Kaderine terk edilmiş, yüzlerce metruk ev bu mahallede yalnız ve sessiz hayatlarına devam eder. Mahallenin bazısı özler eski günleri, uzun bir ‘Ah’ çeker; bazısı da sevinçlidir mutluluğun parayla satın alınabilecek bir meta olduğunu düşünür. Çoğunun günü kahvede geçer.
SAYEMDE HERKES ZENGÄ°N
Hayat onlar için takvimsizdir. Yazın yabancı kalabalığın gölgesinde, kışın da onların bırakıp gittiği evcil hayvanlarıyla otururlar. Ama hep otururlar... Ya kapı önünde ya da az çok değiştirdikleri, taşına beton döktükleri evlerinin avlusunda. Bir bakkal kaldı geçmişimden geriye. Toprak kahvesi raflarda muşamba örtüler, örtülerin üzerinde sıra sıra bisküviler, gofretler, sakızlar... Düzensizliğin düzeni, kirin, tozun, dağınıklığın verdiği mutluluk var o geçmişimin bakkalında... Sayemde artık herkes zengin, herkesin sırtı pek karnı tok. Ama tuhaf bir zenginlik onlarınki; bir nevi züğürt tesellisi... Paranın mutluluğu satın alabileceğini düşünseler de bir koşu gidip o mutluluğu satın alamıyorlar. O yüzden hayat; beni ıstanbul’un kucağına atanlar için dururken, her yanımı fotoğraflamaya çalışan, mahallemin küçük çocuklarını birer fotoğraf objesi olarak gören ve butik otellerde butik hayatlar kuranlar için devam ediyor...
Ben artık olgun bir kadınım... Ãœzerimde tarihin, alınıp satılmışlığın, hoyrat kullanılmışlığın derin çizgileri... Ä°stanbul; bugünlerde bazı estetik müdahalelerden söz etse de bedenimdeki kırışıklıkların izini hiçbir dolgu maddesinin gücü yetmez silmeye...Â