Güncelleme Tarihi:
Arnavut kaldırımı yolun kenarında, bir bahçe duvarına oturmuş seyrediyorum. Betonu yararak yükselmiş bir dişi incir ağacının iyi kötü gölgesinde.
Ayağımın dibinde, yılışık bir sokak köpeği. Kahverengi beyaz. Kaburgaları sayılıyor sıskalıktan. Kamçı gibi kuyruğu bacaklarıma çarpıyor. Sürtünmesin istiyorum pis namussuz, belli ki çöp karıştırmış.
Yaşlı beyamcayı izliyorum, biraz endişe, biraz eğlenen gözlerle.
Açık kahverengi bir takım elbise var sırtında. Hafif çizgili bir kumaş galiba. Yelekli. Başında eski bir föter. Sarı ya da sararmış bir gömlek. Yorgun bir kahverengi kravat, imana yan bakıyor. Elinde ağaç bir baston.
Dedim a, hızını ayarlamakta zorlanarak iniyor. Durmaya çalışsa kapaklanacak. Yavaşlamazsa, duramayacak. Belli etmemeye çalışıyor, ama yüzünde belli bir endişe var, uzaktan dahi seçiliyor. Parke taşları kaygan.
Nasıl müdahale edeceğimi bilemiyorum. Hizama gelmeden evvel, yerimden yavaşça doğruluyorum, yolunu kesecek şekilde yolun ortasına yöneliyorum, gerekirse bana çarpsın, “İyi akşamlar Beyamca, bir şey sorabilir miyim izninizle?”
Kucaklamaya hazır vaziyette kollarımı açıyorum. Tam yanıma geldiğinde bastonlu koluna giriveriyorum. Daha cevap vermiyor. Hız kesene kadar birlikte birkaç telaşlı adım atıyoruz, derken kolundaki koluma daha bir sıkı asılıyor, anlıyorum, birlikte fren yapıp yavaşlıyoruz.
Beş altı metre sonra durumu kurtardık. Hem de fiyakayı. Kendine güven geldi. Doğruldu. Bastonunu öbür eline aldı. Ama henüz yüzüme bakmadı. Biraz soluklanmayı bekliyor.
- Ne demiştin evlâdım?
Daha kol kolayız.
- Bu mahallede mi oturuyorsunuz, diye soracaktım.
- Ta 1938'den beri... Niye sordun?
Sahi, niye sormuş olabilirim? Uyduracağız bir bahane.
- Bu yokuş hep böyle Arnavut kaldırımı mıydı eskiden beri?
- Hep böyleydi. İki üç kere parkelerini yenilediklerini bilirim. Ama asfalt dökmediler Allah’tan...
Göz ucuyla bana bakıyor şimdi, farkındayım, değilmişim gibi yapıyorum.
Küçük gözlerinin etrafındaki gülümsemeyi, dudaklarındaki teşekkürü seçebiliyorum.
O da farkında, soracak bir şeyim yok aslında. Niyetim... Yardım ediyor:
- Talebe misin sen?
Amca in-saf, bizi çocuk görüyorsun tamam da...
- Ömrünüze bereket, benim çocuklarım bile artık mezun oldular beyamca!
- Senin çocuğun da mı var, maşallah, yaşın kaç ki senin?
- Elliye geliyor.
- Elli... Gençlik ne güzel şey!
Hâlâ kol kola yürüyoruz, zemin kaygan, dizleri titrek...
Dört torunu varmış, ama kızı ‘Amarika’da, oğlu Fransa’da yaşıyormuş, onun için...
- Benim yaşım da 94!
- Allah sağlık afiyet versin, maşallah!
Salıpazarı’na inmek üzereyiz.
Duruyor. Duruyoruz. Kolumu bırakıyor. Bastonu sol elinden sağ eline alıyor. Dönüp yüzüme bu sefer dikkatli bakıyor.
- Allah seni çoluğuna çocuğuna bağışlasın evladım, diyor belli belirsiz heyecanlı bir sesle.
O ana kadar kusursuz olan dilinde, bu son ‘evladım’ küçük bir falso yapıveriyor. ‘L’ biraz kalınca, peşinden gelen ‘a’ kısa çıkıyor.
Eline davranıyorum. Çoktan unuttuğumuz bir tepki veriyor:
Elimin üstüne ‘şıp’ diye vurup elini kaçırırken, ‘Berhudâr ol oğlum!’ diyor.
Bu yaz sıcağında niye buralara geldiğimi, niye o apartman duvarında oturup beklediğimi unutuyorum. Salıpazarı’na doğru hızlı adımlarla yürüyorum. Güzel Sanatlar’ın Kabataş tarafındaki parkta denize uzak karşı bir sıraya oturuyorum.
Sessizce ağlıyorum!
Sulu gözlü bir adam oldum artık ben...
Yaşlanıyor muyum ne?
Gerçi İstepan Amca’nın gözünde çocuğum ama..