Güncelleme Tarihi:
LITTLE MISS SUNSHINE
KÜÇÜK GÜN IŞIĞIM
Yön: Jonathan Dayton - Valerie Faris
Oyn: Abiqail Breslin, Greg Kinnear, Paul Dano, Alan Arkin
Tür: Dram-Komedi
Süre: 101 dk.
Uyuşturucu bağımlısı bir dedesi, Proust uzmanı, intihar eğilimli eşcinsel bir dayısı, konuşmayı reddeden ve mevcudiyetini elindeki not defterine yazdıklarıyla devam ettiren asi bir ağabeyi ve çok da iyi anlaşamayan anne babası olan olan küçük bir kızın umuda yolculuğunu anlatıp, aralarda Nietzsche, Proust ve ölümden söz edip, izleyenlere kendilerini iyi hissettiren bir film yapmak çok kolay değil.
İşte Küçük Gün Işığım bunu ve daha fazlasını başarıyor.
Küçük bir bütçeyle, küçük bir hikaye anlatan film, “dünyada iki tür insan vardır: kazananlar ve kaybedenler” şeklinde iddialı ve büyük bir cümleyle açılıyor.
Bittiğinde izleyenlerde bıraktığı izlenim şu: Basit bir hikaye, müthiş bir film.
Küçük Gün Işığım ilgiyi ayakta tutmak için milyon dolarlara, abartıya, şaşaaya hiç de gerek olmadığının bir kanıtı adeta.
GÜZEL DEĞLİ AMA YETENEKLİ
Amerika’da DVD’si bile çıkmış olan bu filmin ülkemizde bu kadar geç vizyona girmesi üzücü aslında. Hele bir de Oscar’ın üzerinden bu kadar çok zaman geçmişken.
En İyi Özgün Senaryo alan ve Alan Arkin’e En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı’nı getiren filmin 12 yaşındaki Abigail Breslin’e de En İyi Kadın Oyuncu dalında adaylık getirmiş olmasına filmi gördükten sonra hiç şaşırmadım.
Yaşa değil, oyunculuğa bakan Akademi üyeleri küçük oyuncuyu adaylar arasına koyarak son derece yerinde bir seçim yapmışlar. Breslin ise ‘güzel çocuk’ demek zor (Little Miss Sunsihine yarışmasına katılan ve kaşları alınıp, makyaj yapılarak ucube haline getirilmiş diğer kızlardan daha iyi göründüğü kesin, o da ayrı tabii). Şirin ve göz alıcı değil ama o kadar yetenekli ki, olduğu sahnelerde herkesten rol çalmayı, tüm bakışları üzerine toplamayı başarıyor.
DEDEMİZ EROİN BAĞIMLISI
Küçük Gün Işığım’ın tüm hikayesi Abigail Breslin’in canlandırdığı Olive Hoover etrafına dönüyor.
İlk sahnede ‘9 adımda başarı’ konulu seminerler veren Richard Hoover’ı (Greg Kinnear) tanıyoruz. Başarı üzerine seminer veren aile reisinin evinin kaybedenlerle dolu olması ironini ta kendisi. Özverili anne Sherly (Toni Colette) intihar eğilimli eşcinsel kardeşi Frank’i (Steve Carell) hayatta tutmak için eve getiriyor. Onu, pilot olmak isteyen, herkesten nefret ettiği gibi bir süredir de konuşmamayı tercih eden Nietzsche hayranı oğlu Dwayne’in (Paul Dano) gözetimine verecek kadar çaresiz üstelik. İhtiyar delikanlı havalarındaki dede (Alan Arkin) eroin bağımlısı. Bir yanda çekiyor diğer yanda ise torunu Olive’e yetenek yarışması için koçluk yapıyor.
Küçük kıza neler öğrettiğini ise bir türlü öğrenemiyoruz. Ta ki o kaotik ama bir o kadar da çarpıcı son sahneye kadar.
Filmin ve ailenin hikayesi Olive’e Little Miss Sunshine adlı yarışmaya katılmaya hak kazandığının haberinin gelmesiyle başlıyor. Olive, her şeyin kötü gittiği, baba ile dayının neredeyse birbirine girmek üzere olduğu bir yemekte alıyor haberi. Ve öyle seviniyor ki, tüm olanaksızlıklara rağmen Hoover ailesi Los Angeles’ın yolunu tutuyor.
Bu yol hikayesi zorunlu durakları, spontane gelişen olaylarıyla komediyi ve hüznü birleştiriyor.
Farklı dertleri, yaşam görüşleri ve tarzları olan aile bireyleri içine doluştukları sarı külüstür minibüste aynı hedefe doğru yol alırken birbirlerini daha da iyi tanıyor, kaybettikçe kazanıyorlar.
‘Aile’ adı altında anılsalar da farklı dünyaların insanları olan bireyleri bir araya getiren yolculukta yaşanan tüm olumsuzluklar (minibüsün bozulmasından, ani gelen ölüme, renk körlüğüne kadar) aileyi birleştirme ve kaynaştırma görevini üstleniyor.
BU YOLCULUK SIKMAZ
Yönetmen koltuğunda daha önce reklam ve video müzik klipleri yönetmiş karı koca Valerie Faris ve Jonathan Dayton var. Reklam ve video kliplerden sinemaya geçen yönetmenlerin iyi görünen, renkli, cilalı sahneler çekme hevesi malumunuz. Faris ve Dayton neyse ki geçmişlerinde yaptıkları işlerin verdiği alışkanlığı geride bırakmasını bilmiş ve filmi kamera ve ışık oyunları, kurgu cambazlıklarıyla mahvetmemişler. Perdede bir klip ya da reklam filmi değil, basit, samimi hikayesini sade, klasik yöntemlerle, neşeli müzikler eşliğinde anlatan, anlatım şeklinin karakterlerin ve hikayenin önüne geçmediği bir film var.
Küçük Gün Işığım, komedi ve dramı bir araya getirirken dozu ayarlamasını iyi bilen bir çalışma. Melodrama kayacak anlarda durum abartıya kaçmadan tek bir kelime, mimik ya da olayla kurtarılıyor.
Bu filmde kalabalık bir seyirci topluluğu önünde rezil olan bir çocuk bile çok hüzünlendirmiyor izleyenleri.
İçlerinden birinin bile ‘mükemmel’, hatta ‘mükemmel’e yakın bile olmadığı farklı karakterleri bir minibüse doluşturan, içinde ölüm, kavga, kaybetme dahil pek çok olumsuzluğu da barındıran Küçük Gün Işığım ne yapıp edip, sonunda neşelendirmeyi beceriyor.
Basit bir yol hikayesi gibi dursa da hayatı ve insanı daha iyi anlamamızı sağlayacak derinlikte bir senaryoya sahip olan bu eğlenceli yol ve aile filmi son zamanların en kaliteli yapımlarından. İzleyenlere sıkılmayacakları bir yolculuk vaat ediyor.