İstanbul’da açtığı bu sergi, onun olay çıkaran eserlerini bilenler için şaşırtıcı değil: Bugüne kadar kendini çarmıha gerdi, bir hamamın erkekler bölümüne gizlice girip videoya çekti, bir genelevi çağdaş sanat müzesine dönüştürdü. O avangard bir sanatçı. En büyük meseleleri cinsiyet, aile içi şiddet, baskı. Çünkü o bütün bunları hayatının çeşitli evrelerinde bizzat yaşadı.
Cinsiyet eşitsizliği, zina, fahişelik, aile içi şiddet. Bunlar sizin ana konularınız değil mi?
-E çünkü ben namusun erkeğin egemenliğinde olduğu, kızlık zarının çok kıymetli olduğu, kadının bir mal gibi göründüğü bir yerden geliyorum. Sınıfta ders dinlerken bütün kızlar toplanıp bekaret testine götürüldüğümü hatırlıyorum. Bunları yaşadıktan sonra başka ne anlatabilirsin?
Siz nerelisiniz?
-Karadenizli. Ailem Samsun Temre’de yaşayan bütün Karadenizli aileler gibiydi, yani son derece muhafazakar. Annem ev hanımı, babam arzuhalciydi. Üç erkek, iki kızkardeşiz. İlkokuldan sonra sizin okulla işiniz tamam dedi babam. Bir terzinin yanında işe başlattılar. Ama ben çok isyankar bir tiptim, bunu kabullenemedim.
Ne yapabilirsiniz ki o yaşta?
-Ne yapacaksın, depresyona girersin... Ki girdim. Daha sonra annem anlatıyor, bir yıl boyunca nereye koysan orada uyur, kafamı kaldıramazmışım. Annem bir sonraki senenin başında babamdan gizli beni ortaokula yazdırdı. Ama küçücük bir yerde yaşıyoruz, babamın bunu öğrenmesi uzun sürmedi. İyi dedi, git bakalım okula ama başaramadığını gördüğüm an hakkını kaybedersin. Tabii başardım.
Liseyi bile bitirmişsiniz...
-Ama nasıl bitirdim bir de bana sor. Ne dayaklar yedim. Aile içi şiddet denen şeyi sapına kadar yaşadım. Büyük bir baskı vardı hem aileden hem çevreden. Başını ört, eteğinin boyu uzun olsun, oraya gitme, şunun yanında görünme... Ben de çok asiydim, kendime acayip acayip kıyafetler dikiyorum,
film delisiyim, Dostoyevski okuyorum, elimden alıyorlar, komünist misin diye.
Sinema, moda konusunda etkilendiğiniz birileri var mıydı çevrenizde?
-Yoo, içimden geliyordu herhalde, kimseden bir şey gördüğüm yoktu. Her yaptığım, her giydiğim olay oluyordu. Çok zor günlerdi. Zaten 18 yaşına geldiğimde tası tarağı topladım ve İstanbul’a kaçtım. O sırada olan nahoş olaylara girmek istemiyorum şu saatten sonra. Tek söyleyebileceğim şu: Artık orada kalamazdım! İstanbul’a gelmeye mecburdum.
Sonra?
-Koca şehirde tek başıma kaldım. Hem bir iş buldum hem de Marmara Üniversitesi resim bölümüne girdim, oradan da Ankara Üniversitesi’ne geçtim. Lisansımı aldım ve master’a başladım. Bu arada şiirler yazıyorum, sanat eleştirileri yapıyorum. İnsanlar beni sanat eleştirmeni olarak tanımaya başlamıştı ve bu benim istediğim bir şey değildi.
Neydi istediğiniz?
-Sanatçı olmak. Sanatçı olarak kendimi ifade etmek. Bu arada üniversitede işler karıştı. 12 Eylül dönemiydi ve öğrenci hareketinin içindeydim. E ne oldu? Solcuyum diye beni üniversiteden attılar.
Yurtdışına gitmeye karar verdiniz. Niye Roma’yı seçtiniz?
-Çok yorgun düşmüştüm. Roma’da hem sakinliği bulabileceğimi hem de sanatla ilgili açlığımı doyurabileceğimi düşündüm. Her şeyi bilmek, her şeyi öğrenmek istiyordum, en büyük projem kendimi geliştirmekti. Bir hafta kalacağım bir pansiyon buldum, cebime de şimdinin parasıyla 700 Euro koyup gittim.
Neye güvenerek?
-Kendime. Belli bir amacım ve sağlam bir inancım vardı. Sanatçı olmak istediğimi biliyordum, gerekeni yapacak, her türlü zorluğa katlanacaktım. Ki ilk senem çok zor geçti. Bir yandan sanat kurslarına gidiyorum, bir yandan çeşitli işlerde çalışıyorum. Bir sene sonra Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nin sınavlarına girdim ve kazandım.
Oh başardınız...
-Hayatım, kolay mı öyle hemen başarmak?! İtalya’daki hayatım dünyanın en zor hayatlarından bir tanesi oldu. Avrupalılar yabancılara iyi davranmaz, biz ve onlar diye ayırırlar. Roma’da geçirdiğim her gün ırkçılığa maruz kaldım, hala da kalıyorum. Hatta ilk zamanlar benden kurtulmak istediler.
Nasıl yani?
-Ben biraz dalgınımdır. Akademinin dördüncü sınıfındayım ve tamamiyle tezime odaklanmış durumdayım. Oturma iznimin süresi geçmiş farkında değilim. Polis arabaları geldi, beni karakola götürdüler. Parmak izlerim alındı, bir suçlu gibi fotoğraflarım çekildi. Sonuçta da ülkeyi terk etmen için 15 günün var dediler. Hayatım bir anda altüst oldu. Türkiye’ye dönsem bir daha İtalya’ya gelemezdim, eğitimim, planlarım yarım kalırdı. Bir yıl kaçak yaşadım. Çok ama çok kötüydü.
Nasıl düzelttiniz aranızı İtalyan devletiyle?
-Dava açtım. Bu arada bir sürü arkadaşım diyordu ki, Şükran sana yaşlı bir İtalyan bulalım, kağıt üzerinde evlen, burada rahat rahat kalırsın. Yok şekerim dedim, bu fikir hoşuma gitmedi. Evliliğe değil de sahteliğe karşı olduğum için. Sonuçta yaşadığım o korkunç bir yılı, sırf bürokratik sebeplerden nasıl sınır dışı edilmek istendiğimi anlatmaya karar verdim. Ama dünyada o kadar feci problemler var ki çıkıp güzel güzel anlatsam kimsenin umurunda olmazdı. Bunu büyük bir olaya dönüştürmek gerekiyordu.
Ne yaptınız?
-Doğu’da bütün erkeklerin birden çok karısı vardır stereotipini ters çevirdim. Madem İtalya’da kalmam için biriyle evlenmem gerekiyor, öyleyse üç İtalyanla evlenirim dedim. Roma’daki stüdyoma sanat camiasından bir sürü insanı davet ettim ve Matrimonio Con Tre yani Üç Kişile Evleniyorum performansını yaptım, videoya kaydettim. Çok ses getirdi, herkes bu işi ve benim durumumu konuşur oldu. İlk kez karakola götürüldüğümde komiser "Sinyora Şükran sizi şimdi ülkeden atarsam ne olur?" diye sormuştu; beni meşhur edersiniz, demiştim. Dediğim oldu. Davayı kazandım ve İtalya’da kaldım.
Ve yıllar sonra İtalyan senatosuna bile aday gösterildiniz...
-İtalyanlar muhafazakardır, bir Türk’ü kabullenmeleri imkansız. Arkamda büyük bir Türk komünitesi bile yokken kendimi İtalyan Senatosu’na aday gösterilme noktasına getirmişim. İşte bu benim başarım.
İşlerinizde hamamın erkekler bölümüne gizlice giriyorsunuz, geneleve gidiyorsunuz, şimdi İstiklal Caddesi’nin ortasında vajina fotoğrafı sergiliyorsunuz. Cesaretinize hayranım...-Hayatta hiçbir şeyden korkmayan bir kadın değilim, korkarım. Ama sanat söz konusu olduğunda hayır. Erkekler bir sürü kötülükler yapıyor da korkmadan dolaşıyorlar, ben bunları açığa çıkarıyorum diye mi korkacağım. Bir Türk sanatçısının da sonuna kadar avangard olabileceği gerçeğine alışmamız gerek. Ayrıca ben fakir bir sanatçıyım, fakir olduğum için bu kadar şiddetli işler yapabiliyorum. Zenginleşirsem ben de yumuşak yumuşak çiçekli işler yaparım.
ŞÜKRAN MORAL EN SANSASYONEL İŞLERİNİ ANLATIYOR
ÇARMIHA GERİLMİŞ İSA
İsmi Artist. 1994’te yapmıştım ve devrine göre çok ileri bir eserdi. Bir koleksiyoner tarafından alındı. Burada kendini çarmıha geren kadın benim. Dünyada ilk kez bir kadın kendini İsa’nın yerine koyma küstahlığında bulunuyor. Çok ses getirdi. İtalya’da bir kere sergilenebildi. Katoliklerin hoşuna gitmedi. 15 yıl geçti, yeni yeni bu eseri feminist kampanyalarda referans gösteriyorlar. Sotheby’s’in Londra’daki Türk Çağdaş Sanatı müzayedesinde 12500 sterline satıldı.
SPECULUM Jinekolojik muayene masaları bana hep çok korkunç ve aşağılayıcı gelmiştir. Bu işi 1996’da yaptım. Tam vajinanın görüneceği yere de bir televizyon koydum. Ekranda daha önce İstanbul’un çeşitli yerlerinde yaptığım çekimler dönüyordu. Ben bu işe "konuşan vajina" da diyorum bazen.
BASAMADIĞIMIZ FOTOĞRAF: SUÇLU VAJİNAŞükran Moral’ın sergisinde yer alan "İşte Suçlu" adlı fotoğrafı, hem 117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu hem de TCK’nın müstehcen neşriyatla ilgili yaptırımları nedeniyle yayınlayamıyoruz. Sanatçı bu fotoğrafı şöyle anlatıyor: "Nasıl çektiğimi bilmiyorum. Sergilenecek ebatlarda basılmış halini gördüğümde sendeledim. Sonuç beklediğimden de çarpıcı olmuş. İsmi, İşte Suçlu. "Kadının vajinası size göre her şeyin suçlusu" diyorum ve kadının sürekli kapatılmasına karşı çıkıyorum. Alabildiğine açıyorum kadını anlayacağınız. Vajinanın etrafındaki kanla da şunları eleştiriyorum: Kızlık zarına verilen kıymet, reglliye duyulan tiksinti ve tecavüz."