Güncelleme Tarihi:
Türkiye’nin bugünleri bir şaire ne hissettirir?
- Muhafazakâr ya da vurdumduymaz bir şairseniz bir sıkıntı yok elbette. Ama benim gibi hayatın her an ileri ve daha güzele, eşitliğe doğru gitmesinden yana olanlar için kapan. Kapan diyorum çünkü sizi av gibi görüp peşinize düşen avcılar var. Ölümünüzün önlerindeki engelleri kaldıracağını savunan bir zihniyetin gitgide hakim olduğu bir darboğaz da denilebilir.
Pencerenizden içeri giren seçim şarkıları, televizyon haberleri sizi nasıl etkiliyor?
- Birbirlerine ekranda küfreden liderlerin temsil ettikleri partilerin sokaklarda hoşgörülü, neşeli şarkılarda fink atması ayrı bir ironi. Zaten uzun zamandır haberleri sosyal medyadan izlemeye gayret ediyorum sahiciliği açısından. Penceremden içeri sızmaya çalışan şarkıları da kendi müzik arşivimdeki şarkılarla bastırarak akıl sağlığımı korumaya çalışıyorum.
“Bu hızla 3-5 yıla kalmaz topluca Ortaçağ’a gireriz” demiştiniz. Girdik mi, daha var mı?
- Girmez miyiz; hatta o hızla arka kapıdan çıkıp daha da geriye düştük. Twitter, Youtube, Facebook derken toptan çözüme gidip yakında elektriği yasaklayabilirler. TOKİ de konforlu mağaralar yaparsa yerleşir, geçinir gideriz.
‘Underground Otopark kitabında “Çocukken ülkenin, dünyanın bu hale geleceğini hiç tasavvur ettiniz mi? Aklımın ucundan bile geçmedi” diye yazdınız. Gerçekten o zamanlar daha mı iyiydi dünya?
- Sanırım ben daha iyiydim, biz daha iyiydik. Yoksa dünyanın anormal yükselişi doğanın çöküşü anlamına geliyor. İnsanın evrimi ne kadar büyük bir tehlikeyse asıl korkuncu da büyümekle yaşlanmayı karıştırıp o telaşla irili ufaklı diktatörlere dönüşmesinde. Küçücük bir çocuktan korkan iktidarlar, sevginin düşmanı şizofren çeteler oluşturduk; teselliyi de çoğunluğun desteği sanıyoruz.
Yeniden Dostoyevski okumaya başlamak gerekiyor belki deBugünlerin 80’lerden, 90’lardan, 2000’lerden farkı ne?
- 80’lere laf yok; acımız kadar neşemiz de büyüktü. 90’larda liberalizmin başımıza bela olacağı endişesine Tarantino güldü geçti yine de. Derken 2000’lerin milenyum sarhoşluğuna kapıldık. Bilmiyorduk ki başkaları içindi milenyum; bizim coğrafyamız ise uranyuma girdi. Yani karanlığa, ölüme, baskıya, sonunda da cinayetlere, katliamlara... Küçük Amerika olmaktan sıkılıp küçük Almanya tadına ulaştık. Ama bildiğin Nazi Almanyası.
Başbakan Erdoğan sizi şair olarak bir şekilde etkiliyor mu? Ne bileyim, mesela gün içinde aklınıza geliyor mu? Sesinin inceldiği mitingler filan sizin algı dünyanızda nasıl yer buluyor?
- İçindeki gerçek sesi bulmuş olabilir belki -ilginç bir ton yakalamış çünkü, tıbbi açıdan bakmalı birileri.- Beni birey olarak değil, yaptıkları açısından ilgilendiriyor kendisi; vefa ve vicdan kavramlarına getirdiği postmodern açılım birçok ailenin çöküşüne sebebiyet verdiyse karakter olarak şüphesiz her sanatçı için bir figürdür. Yeniden Dostoyevski okumaya başlamak gerekiyor belki de.
Ya iktidarın yeni dili? Egemen Bağış’ın ‘nekrofiller’ benzetmesi… Başbakan’ın “Bunlar utanmasa uçak için de ‘ekmek almaya gidiyordu’ diyecek” sözleri?
- Tıp eğitimimi psikiyatri servisindeki hastaların tedavisini aksattığım, bozduğum iftirası yüzünden bırakmıştım biraz da; bana o günleri hatırlatan şeyler yaşıyorum. Yani bir dil, bir akıl ve bir gövdenin sacayağı vazifesi göremediği varoluşlar. Bu tuhaflıklar umarım ilerde ulusal bir ironi performansı yapmamız için yeterli malzeme ve mümkün mertebe direnç sağlar hepimize.
RUHU İYİLEŞTİREYİM DERKEN BEDENİ ÖLDÜRÜP DIŞLAYAMAZSINIZ
Siyasetteki porno takıntısını nasıl izliyorsunuz? Siyasetçilerin ‘anneniz, bacınız, porno görüntüleri’ gibi korkuları sürekli dile getirilmesi nasıl açıklanabilir?
- İnterseks’in, eskiden hermafrodit dediğimiz durumun başka bir platforma yansıması; sokakta halkçı, kürsüde diktatör, evde seks bağımlısı olarak yaşamak zor. Seks bağımlılığını psikiyatr Sevilay Zorlu şunlara bağlıyor internetteki bir yazısında: “Hemen hemen tüm bağımlılarda; güçlü suçluluk ve utanç duyguları (yüzde 96), güçlü izolasyon ve yalnızlık duyguları (yüzde 94), işe yaramazlık ve umutsuzluk duyguları (yüzde 91) ve kişisel değerlere-inançlara aykırı davranma (yüzde 90) görülmektedir.” Galiba bilim her şeyi açıklamaya hâlâ muktedir.
Bu nefret kültürü nasıl böyle kök saldı buralarda? Kötülük cezasız kalıyor, empati desen hak getire! Bir ‘kötü insanlar ülkesi’ mi oluyoruz?
- İyileri cehalete mahkum etmeyi planlayan kötü insanlar çoğaldı sanki; tanıdığınız, bildiğiniz bir şeyden daha güçlü nefret etmek kolaydır. O halde bu insanlar aslında düşmanlık besledikleri her şeyle temas etmişlerdir diye bir sav atabiliriz ortaya. Ruhu iyileştireyim derken bedeni öldürüp dışlayamazsınız. Tersi de geçerli. Ahlak derken seksten, bağımsızlık derken özgürlükten vazgeçemezsiniz. Hayat böyle bir şeyi bağışlamaz. Yapmaya kalkışırsanız sizi de bağışlamaz.
“Faşizme karşı tıpkı bir hayvan gibi davranmalıyız” sözleriyle ne demek istediniz?
-Hayvan derken saldırgan, vahşi, akılsız anlamında kullanmıyorum; gezegenine uyumlu, dürüst, doğası gereği güzel anlamına getiriyorum lafı. Bazı insanlarla beraber yaşayacağıma, çalışacağıma hayvanlarla işbirliğine gidip öze dönerim gibi fazla naif bir yanım da var hâlâ.
Bu dönem fikir-sanat hayatımızı nasıl etkiledi? Çıkan filmleri, şarkıları, kitapları nasıl buluyorsunuz?
- Bir tiyatrocu dostumuz haklı nedenlerle yurtdışına giderken diğerine yeni olanaklar veriliyorsa olan biteni okuyan yeni bir zihniyet kandırılamaz elbette. İçimdeki his yakında kimi mizah dergilerinin de ağır cezalarla, vergilerle kapatılacağının sinyalini veriyor. Daha da siyahlara bürüneceğiz. Ama gitgide matem artar, karalar bağlayanlar çoğalırsa karanlık ve o karanlıkta saklanan farklı fikirlerin hareket alanı da genişler. Genç sanatçıların iyi işlere yöneleceğini, sertleşeceğini ümit ediyorum.
Biraz hayal kuralım... Bir sabah uyandınız. Türkiye, istediğiniz gibi bir ülke olacak. Sokakları, mimarisi, insanları, gündemi... Böyle bir ülkeyi anlatır mısınız bize?
- Birileri cennet diyor ona, birileri de ütopya. Öyle bir Türkiye’yi hayal edebilecek kadar ne yeteneğim ne de görebilecek kadar ömrüm var. Güzel bir ülkeyi anlatacak kadar güzeldir lisanımız, güzel bir ülkeyi inşa edebilecek kadar güzel insanlarsak tabii. Sıkıntımız orada.
MUTLULUĞU BİR KEZ AMSTERDAM’DA HİSSETMİŞ OLABİLİRİM
“İnsan ölürken tek bir kitaba sahip olmalı gibi geliyor bana” demiştiniz. Şimdi, yanınıza hangisini alırdınız?
- Artık kim bilir belki de defter almalıyız yanımıza; anlatılanlarla büyüdük, anlatılanları anlatarak büyüttük; bari ölürken bizim de bir gün anlatılacak birkaç meselimiz olsun diye. Defter almalı. Ama işte postacılık öbür tarafta işe yaramıyor. Bir de kalem meselesi var tabii. Namuslu kalem bulmak da güç. Ingalayarak doğan bebeğin büyüyüp inleyerek öldüğü bir dünyada sadece sesin hükmü geçiyor. Ses götürürdüm yanımda o zaman.
“Okumadan sokağa çıkmayın” diyeceğiniz kitaplar, şiirler var mı?
- Her kitap okunmayı hak eder bence. Elbette seçiciyim ama kimi söylesem diğeri alınır. Şiirsel söylersek “Kimi sevsem öteki küsüyor” gibi bir durum. Edebiyatseverlik böyle bir nazı, kıskançlığı bertaraf etmek işte. Yine de şiirin büyüsü bambaşka. Düzyazının öğüt verdiği yerde şiirin baştan çıkartıcılığı önemli.
Edebiyat hayatınızın en zevkli anı hangisiydi?
- Şair olarak Amsterdam’a davet edilmem ve orada yaklaşık bir ay yaşamam geliyor aklıma. Gerçekten iyi gelmişti. İnsanlar gülümsüyordu. Özgürlük haddini aşmıştı. Bu yaşıma kadar mutluluğu bir kez orada hissetmiş olabilirim.
Kediler, akasya ağaçları, vapur, yağmur, Büyükada… Bizim yazarlarımız, şairlerimiz biraz uslu mu? Biz mi öyle sanıyoruz? Siz bu durağan dünyadan kopma isteği duydunuz mu?
- Asya, Avrupa, Amerika derken Afrika’yı atladığımı fark ettim; belki en azından bir Fas yolculuğu olabilir ilerde. Baharat kokusu mu, sıcak mı, çöl mü çekiyor beni, bilemiyorum. Burroughs etkisi de olabilir. Yahut ‘Afrika Dahil’ diyen bir Cemal Süreya rüzgârı. Belli mi olur bir Rimbaud bulurum kendime oralarda arkadaş, Afrika’nin göbeğine yerleşip bir bakkal açarız. Sence durulmaya niyetli miyim?
Yola devam! Hayatınızın romanı hangisi peki?
- Bizim kuşağı Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ı vurdu. Ne gariptir ki kızıyla Cerrahpaşa’da beraber okuduk; sanırım o doktor olmuştur, ben buralara geldim. Ardı sıra Latife Tekin romanları. Şimdilerde ise Hakan Günday, Emrah Serbes gibi müthiş kalemlerin ateşi.
ZAMAN DİYE BİR OLGU YOK Kİ AŞK DİYE BİR TAMAMLAYICI OLSUN
“Aşk diye bir şey yok” diyorsunuz ama bir yandan şiiriniz -bana sorarsanız- âşık olmadan yazılamayacak izler taşıyor. Emin misiniz olmadığından?
- Devlet size yol yapar ve siz arabanızı o yolda kullanırsınız. O yoldan başkası yoktur adeta. Yol inşa edilmemiş arazide araba gitmez mi? Size aşk bir program paketi olarak verildiyse tek tip aşklarla yetinmeyi çoğalmak, yol almak aptallığına indirgemek, korunma amaçlı küçülmek sizin elinizde. Aşkı bir eylemden çok, hal olarak algılamaktan yana tavır alanlar için aşk tek ya da çeşit çoğulluğu değil, bir bütündür sanıyorum. Fraksiyonel listelemeler bize bir şey kazandırmaz. Aksine ayrıntılara inerken daralmamızı, kavrayamamamızı, en önemlisi olanı biteni yaşayamamamızı sağlar. Adlandırma, tasnif, şekillendirme, yahut yeniden yapılandırma gibi akademik yaklaşımların, aşkı bilimselleştirme iddialarının bizi onu algılamaktan uzağa sürükleyeceğini söyleyebilirim. Zaman diye bir olgu yok ki aşk diye bir bütünleştirici, tamamlayıcı olsun.
Âşık olmak zorlaştı mı?
- Neye âşık olduğunla ilgili bu. Eskiden boş zaman sosyoloji diye bir meseleyle ilgilenmiştim. Aşk oralarda samimi ve elzem.
Ya evlilik?
- O tür zararlı alışkanlıklarım yok.
Dostluklar, ilişkiler nasıl evrildi? Tomris- Turgut Uyar’ınki gibi evlilikler, aşklar kaldı mı?
- En son, Orhan Veli’nin büyük aşkı Nahit Hanım’a yazdığı mektupları okudum. Aşka mı üzüldüm, o dönem mi içimi burktu; ama sersem etti beni. Sahicilikle ilişkili. Özlemle ilgili. Arkadaşlıklar örgütlenmeye benziyor biraz. Zamana karşı koymak, zamanı birlikte şenlendirmek için kurulmuş küçük örgütler işte sorduğun dostluklar, aşklar.
KUNDAKLANMAYI SEVMEM
“Şiir, küçük mutlulukları, ayrıntıda kalan hüzünleri, bir çiy damlasının falanını-filanını aşalı, buralardan gideli çok zaman geçti” diye yazdınız. Hayat şiire olan duyarlılığı öldürdü mü?
- O ifade tarzı terk edildi sadece. Dobralık ile teknoloji, hız ile masumiyet birbirine nüfuz etti. Devasa hayat yangınına itfaiye geç geldi; artık ortadaki kül ve enkazı eşeleyerek insanlığımızı bulmaya çalışıyoruz; biraz o yüzden kirliyiz.
Tıp eğitimi şiirinizi, hayata bakışınızı nasıl etkiledi? Kafanızı açtı mı?
- Benim açımdan şiir tıp ve matematik demek; saadeti orada buldum. Mükemmeliyetçilikten yanaysanız bu ikisini iyi bilmeniz şart. Adalet duygunuzu da kaybetmediyseniz şiir sizi bulabilir. ‘Yaz beni’ diye bir öneri de bulunur. Saadet hakikatle tanışınca işin rengi kaçıyor, mutsuzlukla da hesaplaşıyorsunuz ama masanızın üzerinde sizin yazdığınız bir şiir duruyor o zaman.
Siz ender şair gibi şairlerdensiniz galiba. Bohem, dağınık, özgür… Nasıl bir hayat böylesi, öykünelim mi?
- Emir/komuta zinciriyle aranız yoksa hiç de fena değil; bohem ve özgür kısmı doğru da dağınıklığımın çerçevesi var. Çok zengin nasıl para saçmazsa bu denli imgeyi biriktirenin de bonkör, müsrif ya da tatlı serseri olması imkansız. Sorumluluklarımı, ödevlerimi ihmal etmemeye çalışırım. Baktım ki boğuyorlar, içime çekilirim. Edebiyatla ilgilenmeseydim de böyle bir hayatı isterdim. Her iki anlamıyla da kundaklanmayı sevmem.
ÖLEN KİŞİLERİN ARKASINDAN ŞİİR YAZMAK BENİ TEDİRGİN EDİYOR
‘Filtreyi ıslatmışsın. Seni bir daha görmek istemiyorum’ başlıklı yazı-şiirinizde -ki son baskısı 2012’de yapıldı- direnişten bahsediyorsunuz ve ‘Yerleşik Her Şeye Hayır! Yıkıcı Haysiyet Yaklaşıyor!’ mısralarını kaleme almışsınız. Gezi sizi şaşırtttı mı? Bir patlama bekliyor muydunuz?
- Hiçbir güzellik beni şaşırtmaz. Orası devasa bir rahimdi ve yine orada yepyeni bir kuşak doğdu. Bundan sonrasında şaşırmayı bekliyorum; verecekleri ilhama hepimizin ihtiyacı var.
Türkiye’de eşcinsel olmak nasıl bir durum? Eşcinsel kesimin ‘Yeryüzünde bir azınlık güç olarak iktidar karşısında daima muhalif sosyalist kanatta mücadele verdiğini’ yazdınız. Gezi’deki LGBTİ direnişçileri, sonrasında geniş bir kitlenin katıldığı ‘Gay pride’ bir farkındalık yarattı mı?
-LGBTİ, her şeyden önce tüm dünyada heteroseksizmin faşizmiyle mücadele eder; kimseyi dışlamamayı ilke edinmiş, içselleştirmiştir. Arkadaşlarımız Gezi’de ve sonrasında bunun en başarılı örneklerini sergilediler. Direnişi ve ölçülü mizahı yan yana getirdiler. ‘Yasak Ne Ayol’ bugün çoğu insanın dilinde. Onlar sadece benim değil, hepimizin dostu. Bunu fark edenler dünyayı sevmeyi öğreneceklerdir.
Türkiye’deki heteroseksist şiddeti kırmak mümkün mü?
- Dürüst konuşalım; umudum yok. Öncelik de kazandıramıyoruz. Doğruya doğru ülkemizde çözüm bekleyen bir sürü acil meselemiz varken bu sanki biraz ‘fazla’ görünüyor kimilerine. Tabii ki “Her şey düzelsin, size de bir güzellik yaparız” gibi bir kepazeliğe ödün vermek de ağır.
Gezi sizde şiir yazma isteği uyandırdı mı?
- Ölen kişilerin arkasından veya toplumsal çıkışları takiben şiir yazmak tedirgin ediyor beni; yazanlara bir şey diyemem ama ben sanki pastadan pay alıyormuşum gibi hissediyorum. Örneğin Ali için, Berkin için, Ethem için şiir yazarsam biri çıkıp “Onlar ölürken yanında yoktun” diyecek diye ürküyor ve hak veriyorum bu siteme.
Şaka maka 50 yaşına gelmişsiniz. Nasıl bir yaş 50?
- Tesadüfen yaş aldım. Sürprizleri severim, o yüzden hayat denen sürprizi buraya kadar taşıyabilmek hayret verici. Binlerce film, kitap, oyun, sevgili, düş kırıklığı ve tehlikelerle dolu bir huzur. Güzelmiş. Bir daha gelirsem bir 50 yıl daha yaşamak isterim. Hoşuma gitti.
Bugün Türkiye’de seçim var. Yeni bir dönem... İnsanlara bu pazar günü, bir şiirle veda etmek ister misiniz?
- Şiirsel bir aforizmamı paylaşayım: “İyi şaire sormuşlar: “Usta, diğerleri çırpınsa da senin gibi yazamıyorlar; nedendir?” İyi şair yanıtlamış: ”Meseleyi et olarak gören göz için kasap ile cerrah arasında fark bulunmadığındandır.“ Bu farklılıkları fark edenlerin kazandığı bir dönem olur umarım.