Güncelleme Tarihi:
Tırmanışçılar arasında her yaştan, ulustan doğaseveri görmek mümkün. Okurumuz Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi yüksek lisans öğrencisi Ahenk Köroğlu üç yıl önceki zirve macerasını yazdı.
2010 Ağustosu... Bursa’da nem ve sıcaktan bunaldığım bir gün, Seyahat ilavesinde Ağrı Dağı’na tırmanışla ilgili sayfayı okurken hissettiklerimi hâlâ hatırlıyorum: Daha ortada hiçbir şey yokken, “Ben bunu yapacağım” dersin ya içinden, işte tam o.
Bir çırpıda okudum tüm yazıyı, tamamıyla hazmettim ve annemin yanına gittim: “Anne ya, baksana ne güzel bir etkinlik varmış” diyerek yaptığım bu yumuşak giriş, birkaç saat sonra “Ben kesin gidiyorum”a bıraktı yerini. Aradaki birkaç saatte aynı coşkuyla önce yakın arkadaşlarımı, ardından sadece merhabam olanları aradım. “Haydi, kalkın gidiyoruz” dedim. Fakat heyhat! Herkesin ya fazlasıyla işi gücü, yaz okulu, planı vardı ya da yeterince coşkusu yoktu. Şevkim kırılmadı ve Ağrı Valiliği’yle Doğubeyazıt Kaymakamlığı’nın düzenlediği ilk halk tırmanışına başvurumu yaptım.
HOCA OLUVERDİM
Katılacaklar listesinde adımı görmemle birlikte hazırlıklara başladık. Dağcılığın dar bütçeli üniversiteliler için epeyce pahalı bir spor olduğunu, zorunlu malzemeleri internette araştırırken öğrendim. Annemin dağcılıkla ilgilenen arkadaşı “Hayatında ciddi trekking bile yapmamış birinin ilk dağcılık deneyimini Ağrı Dağı’nda tek başına gerçekleştirmesi etkinliğine” ayak numaralarımızın uyuşmaması nedeniyle dağcı botları hariç tüm malzemesiyle destek çıktı. Zaten bu müthiş destek vazgeçmeme engel oldu.
Biletimi aldık. Son geceye, babamın “Kızım gitme, kaç çocuğumuz var ki” serzenişi damga vurdu. Ama o ilk günkü kararlılık bana yardımcı oldu. Otobüste Ağrı’ya dağcılığa gittiği her halinden belli olan 4 kişilik gruba rastladık. Annem beni defalarca bu gruba emanet etti. İlk arkadaşlarımı da bu şekilde edindim. Molalardaki sohbetlerle ekibin doğal bir üyesi oluverdim. Hatta yaz kış demeden pek çok zirveye tırmanmış Baki Hoca’nın “hoca” unvanını ondan alıp bana verdiler... Gerekçeleri, yaşadığım kentin yanı başındaki Uludağ’a bile çıkmadan, Ağrı’ya gitmemdi!
HALAYLAR, TÜRKÜLER
Böyle güzel yol arkadaşları bulabilmek, tedirginliğimi coşkun bir mutluluğa dönüştürdü. O beş günü inanılmaz özlem ve mutlulukla anıyorsam, nedeni bu dört dosttur. 24 saatlik otobüs yolculuğumuz boyunca “sen 3200 metre kampında kal, başın dönebilir, burnun kanayabilir; hadi 4200’e çıktın diyelim, zirveyi hiç düşünme” uyarılarının yaratacağı etkiyi bilmiyorlardı elbet. Ah! Beni hiç tanımıyorlardı.
Doğubayazıt bambaşka bir coğrafya. Değişik, yeni hisler yaratıyor. Ama asıl yepyeni, eskimeyecek hisler tırmanışımızla başladı. Önce minibüs desteğiyle, ardından yürüyerek 3200 metredeki ilk kamp alanına kadar çıktık. Uludağ zirvesinden yüksek bir mevki olmasına karşın beni pek kesmedi. Zaten Doğubayazıt ilçesinin irtifası 1600 metreydi.
Yaklaşık 200 kişi çadırlarımızı kurduk, yerleştik, sıcaklık ve basınca uyum sağlamak için ertesi günü de burada geçirdik. Biz deneyimsizler için 4200’e prova mahiyetinde küçük bir tırmanış yapıldı. Kambersiz düğün olmaz şiarıyla böyle bir ortamın hakkını vermek gerekti tabii, ateşimizi yaktık; halaylar, türküler derken müthiş bir ortamla 3200 kampındaki geceyi sonlandırdık, o geceden sonra zirve dönüşüne dek böyle aktivitelerde harcayabileceğimiz bir enerjimiz olmayacaktı zira.
İÇ SESİM BAĞIRDI ZİRVE 5137!
4200 metredeki ikinci kampa yürüyüşümüzde 30 kiloluk çantalarımızı katırlar taşıdı. Yer yer türkülerin Ağrı eteklerinde yankılanmasını dinledik. Yer yer yorgun ve sessizdik. Kimi zaman fotoğraf makinesiyle anı yakalama telaşı yaşadık, kimi zaman yağmurun, dolunun insafına sığındık.
İkinci kampta cevvalliğimden bir şey kaybetmesem de, endişeli dostların “Sen burada kal artık” uyarılarıyla içimdeki “yüreğinin götürdüğü yere git” sesi arasında bocaladım. Makul çizgiyi korumaya çalıştım. Nihayet iç sesim eline megafonu aldı ve bağırdı: 5137!
Zirvedeki buzul ağustosta bile erimiyordu. Buna karşın güneşin doğuşuyla çözülmeye başlaması tehlike yaratıyordu. Riske karşı tırmanış gece yarısı başlayacaktı. Herkesin malzemesinin eksiksiz olması grubun can güvenliği için önemliydi. Kafa lambamın olmaması henüz problem yaratmasa da ‘okul botlarım’ bir risk faktörüydü. Doğubayazıtlı rehber Cumali Abi’nin, hayalimi gerçekleştirmemi en az benim kadar istemesi sorunu çözdü. Zirveye çıkamayacak olanlardan şipşak bir çift ödünç dağcı botu ve bir kafa lambası buluverdi...
Adrenalinle altın vuruş
Yaklaşık beş saat sürecek zirve yürüyüşü 24.00’te başladı. Anlatılamayacak, ancak yaşanacak bir deneyimdi... Ne desem ki, tehlike mi? Adrenalinle altın vuruş mu? Ben buraya neden geldim ki, soruları mı?
Kapkaranlık. Başımızda lambalar, ip gibi dizilmiş, ‘5137!’ diyoruz. Acaba buradan düşsem parçalarımı toplamaya gelen olur mu? Aaa Ermenistan... Aaaa İran... Ooo her yer bembeyaz... 24 Ağustos’ta bile! Derken, güneş doğuyor. Geldik mi, bitti mi?
Peki, bu his, zirveye varmanın mutluluğu nasıl anlatılır?
Güneşin doğuşunu zirvede yakaladık, yavaştan ısıtması da iyi olmuştu hani. Zira dağcı eldivenlerine rağmen, soğuktan işlevini kaybetmiş ellerimle kargacık burgacık bir yazıyla not düştüm varlığımı, zirve defterine. Türlü pozlarla anılar biriktirdik, Küçük Ağrı’yı selamladık. Sana küçük diyorlar ama teknik dağsın, ‘zor kadın’sın biliyoruz, minvalinde göz kırptık. Sonra inişe geçtik.
Zirve; liselinin üniversite giriş sınavını geride bırakması gibi eşik atlatan bir deneyimdi. Askerlik anısı örneği, anlat anlat bitmiyor. Özellikle tırmanış bölümü... Çevremde oflayan, poflayanlar olsa da ben yiğitliğe halel getirmeden, sanki 20 yıllık mahallemizin bayırını tırmanıyormuşçasına çıktım. İnişi ise, tam empati kuramasam da sünnet sonrasına benzetebilirim. Onca endişe, kasılmanın ardından, bir gurur, bir sevinç...
O rahatlamayla geldi İshak Paşa Sarayı, gitti kebaplar; geldi sınırın öteki yakasından meşhur çaylar, gitti poşular. Sonrası hep şenlik. Ve geldi ayrılık vakti. Otobüsün camına yaslı, “ne kadar da yorgun, bir o kadar mutlu” tak tak cama vuran, eylemsizliğini bozmayan bir baş. O heyecana, mutluluğa doymuşluk... Yaşadığını ‘en zirvede’ hissetmişlik. O ayrılırken bile bırakıp gittiğini değil; oradan hep içinde taşıyacağın bir şeyler alıp götürdüğünü bilme hissi...
İşte bu en güzel tatilim. Tatil deyince de biraz kırılıyor haliyle, ‘O kadar mı?’ diye. Tatilden öte, kafamda geri sarıp izlemeye en bayıldığım videolardan. Videonun hazırlanmasında emeği geçen herkese bir dolu teşekkür.