Güncelleme Tarihi:
Tam karşımdaki masada oturan kızıl saçlı, 19-20 yaşlarındaki genç kız.
Ama önce haftanın bu iş gününde, sabahın bu saatinde burada işim ne, onu söyleyim: kızım Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin yetenek sınavına giriyor. Babişkosu da her zamanki gibi kapıda bekliyor.
Bir müddet arabada oturdum, gazetemi okudum ama sıcaktan tutunamadım, etraftaki tek müsait kafeye sığındım.
Serra baydın beniiii!
Kıraatı burada tamamladım, dediğim gibi ‘müesseseye ayıp olmasın’ diye ikinci bir çay söyledim (oysa karşımda oturan ve resim çantasına bakılırsa o da çocuğunu bekleyen adam, garsonun bütün ısrarına rağmen tüketmemekte kararlı) ve midem döndü. (Bu arada amcam kalktı gidiyor, ona baktığımı fark mı etti acaba?)
Midem döndü çünkü… karşımdaki masada oturan iki genç kız (şu anda Serra sustu, adını bilmediğim diğeri aldı sazı eline) NEFES ALMADAN KONUŞUYORLAR!
45 dakika oldu ben oturalı, 45 dakikadır… aaah, öleceğim, adını bilmediğim sarı kıvırcık saçlısı ‘Ayşe süpeeeer kız ama çeseni hiç durmuyooo’ demez mi! Ölürüm vallahi!
Serra’nın adını biliyorum çünkü arkadaşı, telefonda söyledi:
- Serra’yla çay içiyoruz, Evren’i bekliyoruz. Sınava girdi!
Cep öküzü ya da öküz cebi…
Solumda bir masada su böreği yiyen bir öküz varmış, telefonda birden bangır bangır bağırınca fark ettim varlığını. Karşısındakine yol tarif ediyor. Mehmet ‘Diyanet Camii’nin oralarda’ imiş. Telefona gerek yoktu zaten, bu kadar bağırınca Üstüdar’dan bile işitilebilir.
Ayy! ‘Burdayım!’ diye bağırınca Serra, sıçradım inanın. Meğer lisedeyken, sınıfta yapılan yoklamayı anlatıyormuş sarışın kıvırcık kıza.
- Burdayım, diyoruum ö’retmen beni yine yok yazıyo… Ama bur’dayım hocam yapıyorum, ‘O zaman buradayım derken sesin çıksın’ diyo. ‘BURDAYIM!’ diye bağırıyorum ben de mecburen. Ö’retmen ‘Aaa, ne ba’rıyosun’ filan oluyo!
Serra seni bile arıyorum inan
Kafede benim gibi yalnız dört beş erkek oturuyor. Hilafsız hepsi Hürriyet okuyor. Belli ki esnaf filan, orta hallice insanlar. Benim gibi çocuklarının yetenek sınavından çıkmasını bekliyorlar. Aferin! Demek ki kızlarının, oğullarının ‘güzel sanatlar’ okumasını destekliyorlar.
Kırmızı ceket pantalonlu bir hanım giriyor içeriye. Şu anda önümden geçiyor. Arkadaşları bekliyor içeride. Kısa kesilmiş boyası gelmiş dağınık saçları, yanık teni, bileğindeki imitasyon altın bilezikleri, boynunda taşlı broşu (Serra ile arkadaşı kalktı, üşüdükleri için içeriye geçti, yırttık… Hani gürültü birden durur da ‘OH DÜNYA VARMIŞ!’ dersiniz ya, öyleyim!), el ve ayak tırnakları ojeli, hoş bir hanım. Muhtemelen hızlı bir CHP’li (karşımdaki kızların sesi kesilince, ensemdekileri duymaya başladım; bunlar üç kişi ve ortalama ikisi aynı anda konuşuyor… Serra’lara laf eder misin, al sana!) ve eminim hızlı Atatürkçü’dür. Ve günde iki paket sigara içiyordur ve ‘Ay niye bırakacakmışım ayol, severek içiyorum’ diye kendini savunuyordur.
Flört desem değil, yakınlaşma desem değil
Sol arkamda oturan, cart yeşil tişörtlü delikanlıyla, siyah-kırmızı çizgili tişörtlü kız, cari deyimle ‘sadece arkadaş’ ama süratli bir ‘yakınlaşma’ halindeler belli ki. Yüzüğüne bakma ayağına, eller birbirine dokunuyor çaktırmadan. Benim gençliğimde ‘arkadaşlık’ ile ‘çıkma’ arasındaki bu geçiş dönemine ‘flört’ denirdi. Ama bu iki genç için ‘flört safhasındalar’ diyemeyeceğim, çünkü yabancı dil bilmeyen magazin gazetecileri yüzünden kelimenin anlamı değişti: Bugün artık, hayatına senede 38 erkek giren bir sosyete dıııttıyla, babasının parası ve altındaki arabası sayesinde, Karaköy kerhânesine gidip parayı bastırmak yerine kendini manken, şarkıcı yahut ‘sosyetik güzel’ diye pazarlayan bir takım ‘nakit kabul etmeyen kredi kartıyla çalışan’ orospuylaa yatıp kalkan ve basınımızın ‘pleyboy’ dediği baltalar arasındaki, daha ilk görüşmede (bunlar tanışmaz, birileri tarafından ‘tanıştırılır’ ve bu sosyete pezevenklerine da ‘bazı ortak dostları’ adı verilir) evet daha ilk tanıştırılmada düzüşmeyle sonuçlanmış ilişkilere bile ‘flört’ deniyor günümüzde. Aslında yakınlaşma da doğru değil, çünkü kimi ‘ünlüler’ arasındaki ‘yakınlaşma’ safhasını uzaktan izliyorum da, buna ‘ön pazarlık’ demek daha doğru. Mesela, ‘henüz bir ilişkiye karar vermemiş’ ve sadece ‘yakınlaşma’ halindeki bir kadınla bir erkek, bir hafta sonunu, gözlerden uzak bir tatil beldesinde, bir arkadaşın (!) tahsis ettiği villada baş başa geçirirse… bunun adına ne demek lazım bilemiyorum. ‘Kaparo’ diyebilir miyiz acaba? Yahut ‘deneme sürüşü’ ?
Ben de çok ‘konuştum’ ama hele bi’ sorun niye?
Saat, bi dakika, 10.58 olmuş bile. Yarım saatte iyi yazmışız. Bu kadar şevkle ve ısrarla yazmamın sebebi… endişeliyim, aklım kızışta, ne yaptı acaba? İmtihana gireli bir buçuk saat oldu. İşi iyi gitmediyse, ‘çizemeyeceğim’ telaşına kapıldıysa, gözleri hafif nemlenmiş, alt dudacığı sarkmıştır şimdi. Aklım kızımda, ona telepatiyle ‘hadi kara böceğim, elinden geleni yap, gerisi önemli değil’ diyorum ama içimden dua etmek gelmiyor. Çoktan dualara inancımı kaybettim. Yarım yüzyılı devirirken hiç şüphem kalmadı: Oyakbank’ın reklamına bakmayın siz, o slogan bir temenniden ibaret: İyiler (ve hak edenler) asla kazanmaz, gün uğursuzundur!
Bu arada, garsonun ısrarına rağmen tüketmeyen ve kalkan adamcağız, elinde çocuğunun resim çantası, oturanlara bakarak ağır ağır kafenin önünden geçiyor ikidir. Kılık kıyafetine bakarsanız ‘varlıklı’ biri değil (Gerçi bizim memlekette hiç belli olmaz, herif beni on kere cebinden çıkarır ama boyasız, arkasına basılmış iskarpinle, lime lime olmuş tişörtle ve Allah’ın emri üç günlük sakalla gezer…) ama bir çay parası da mı yok acaba cebinde? İşte zengin olmayı bunun için isterdim, ihtiyacı olanlara yardım edebilmek için…
Anaaa, beni mi kesiyor yoksa uyuyor mu bu?
Serra’ların yerine ve tam karşımdaki iskemleye oturan adam da çok kötü bakıyor beee! Kafa kel, koyu renk top sakal, bira göbeğini tutamayan beyaz tişört, bileğe bol gelen metal saat, bir ayak yandaki iskemlenin üzerinde… simsiyah gözlüklerinin arkasından bana çok kötü bakıyor valla! Yoksa bakmıyor da için için uyuyor mu acaba?
Kadınların ayağındaki bu hamam nalını sesi çıkaran terliklere de illet oluyorum… Eyvah, arkama üç kadın daha oturdu. Yeni buluştular bunlar, yani sohbetleri sıfır kilometrede… Vallahi yandık! İşin kötüsü biri Amerikalı. Amerikalı kadın, bir Türk erkeği için tahammülü zor bir varlıktır: kalın kumaştan bucin ve ayağına küt burunlu kahverengi deri haşpapi giyer, desenli bir gömleği, küçük sırt çantası, kocaman bir poposu ve genizden gelen delici bir sesi vardır. (Bütün Amerikalı kadınlar böyle değildir elbet canım, şaka ediyorum, ama ‘bunlardan’ çok vardır emin olun…) Arkamdaki üstelik dehşet bir Teksas aksanıyla… Türkçe konuşuyor üstelik!
Hadi bu kadar dedikodu yeter, bir saat var en az kızımın çıkmasına (inşallah morali bozulup da erken çıkmaz) ben biraz turlayayım…